aşağı düşmüş dil
“Ernst Jandl 'aşağı düşmüş dil' adı altında yayımladığı şiirleriyle kayıpların nasıl kazanım, aşağısının nasıl yukarısı olacağını gösteriyor.”

Ernst Jandl
Modernitenin gelişiyle şiirde de “sabit ve durmakta olan her şey buharlaşır, kutsal olan her şeyin kutsallığı alınır”,[1] yerleşik biçimler çözülmeye, kutsal harmoniler dağılmaya başlar. Tabii bu kendiliğinden olmaz, bazı şairlerin sabit ve kutsal düzenleri bozmalarıyla gerçekleşir ve başlangıçta çoğu kez savrukluk, ölçüsüzlük olarak görülen birtakım ‘hata’larla baş gösterir. Ancak zamanla bu hatalar kalıcılaşır ve düzenin kendisi olmaya başlar. Nasıl fay diye bir şey yoksa ve fay yalnızca iki kaya kütlesinin sürtüştüğü yer anlamına geliyorsa, hata diye bir şey de yoktur aslında. Hata iki dünya arasında bir menteşe, daha doğrusu, içinde bulunulan düzenden bir başkasına açılan bir kapıdır. Çeşitli türden hatalarla gelen bu sürecin sonunda, öncesinin kolektif, bağlayıcı ve yüksek sanatı işlevsiz ve köhne ilan edilir. Bozduğu eski düzen gibi hata da bir süre sonra buharlaşır. Habercisi olduğu düzene geçildikten, yani eski düzenden çıkıldıktan sonra bu adla adlandırılmasına gerek kalmaz; en fazlasından döneme dair bir özellik olarak görülür. Ama bazen tam da kapı aralığında, bu iki düzen arasındaki cereyanda kaldığı hali istenir. Her yöne gidebilecek olmanın bu çoklu anlamlara gebe şimdisi, sarsıcı bir duyarlık sağlar.
Hata içeren şiirler denince akla ilk olarak dil sürçmeli ve/ya çocuk diliyle yazılmış şiirler gelir. Bu tür şiirler retorik düzlemde bilinçdışını, zihnin, üstbenliğin sınırlamalarına daha az uğramış halini yansıtmak düşüncesiyle işbaşındadırlar. Bu hatalı dilsel kullanımdan anlarız ki, şiirler dilbilgisi içinde kalarak yazılır; istisnaların özel olarak adlandırılması gerekir.
İkinci gruba diyalekt şiirlerini alabiliriz. Tarihsel olarak, Latin kökenli olmayan hükümdarların Vatikan’a ve Latinceye karşı çıkışlarının bir veçhesi olarak ortaya çıkmış ve genellikle de arkasında bunu destekleyen ya da talep eden bir egemen olmuş. II. Friedrich yönetimindeki Sicilya’da Sicilya volgaresiyle yazılan sone; I. Elisabeth yönetimindeki İngiltere’de İngilizce diyalektiyle yazılan İngiliz sonesi buna örnekler. II. Dünya Savaşı sonrasında Avusturya’da Hans Carl Artmann’ın diyalekt şiirleri[2] ise bunların dışında bir örneği oluşturuyor ve adını hak eden bir sürrealizmin gözden kaçırmaması gereken bir kullanım olarak düşünülmüş. Buradan da anlarız ki, şiirler yüksek dil ile yazılır, bir merkez karakteri taşır.
Bir üçüncü grubu art brüt şiirleri oluşturur. Genelde bu ad altında ruhsal bir hastalığı veya zihinsel engeli olan, otodidakt ve şiir kamusunun dışında yer alan şairlerin her türlü hatayı içerebilen şiirleri anlaşılır. Çoğunlukla yönlendirmeyle yazıldıkları için şiirler spontane karakter taşır ve arkalarında düşünülmüş bir poetika bulunmamaktadır. Şiirlerin, art brüt şairi olmayan birinin kolayca sokulamayacağı irrasyonel kombinasyonları içermeleri nedeniyle de özellikle sürrealist şairler tarafından ilginç bulunmuş ve takdir edilmiştir. Bu tür şiirlerden de anlarız ki, şiirler şiir kamusunun onaylayacağı bir rasyonellik içinde yazılır.
Keza, birtakım raslamsallık uygulamalarını da ‘hata’ çerçevesinde görebiliriz. Çizgisel akıştan kurtulan gözün kaotik-yüzeysel okuması veya raslamsal bir algoritmanın bozduğu bir sıralılık içindeki okuma, verili anlamı dağıtan bir sıçramalılık içerebilir. Son olarak anlarız ki, şiir, şiir kamusunun onaylayacağı bir sıçramalılık içinde, dönemin estetik kriterleri ile yazılır.
İşte şiirler böyle fazla kurcalamadığımız yüksek dilin, dilbilgisinin, dönem rasyonalitesi ve zevkinin içinde yazılırlar. Ortak payda görünümü altında oldukça seçkinci değil mi? Oysa hiç de öyle görülmezlerken.
İster istemez dilin ne olduğunu, şiirle ilişkimizi sorduruyor bu bize. Ne tuhaf değil mi, birdenbire şiiri resmî dille yapılan bir edim olarak görmek? Resmî tarih gibi resmî dilin (ve resmî şiir dilinin) dışına çıkmak da kolay değil. Mutlaka bir şairin bu duraklara uğraması gibi bir gereklilik yok, ama işte bu duraklara uğranmadığı da görülüyor.
Tüm hata türlerinin dışında, çok özel bir hatayı da Ernst Jandl önümüze getiriyor. Jandl aşağı düşmüş dil olarak adlandırdığı şiirlerini, geldiklerinde misafir işçi (Gastarbeiter) olarak adlandırılan göçmenlerin kırık Almancalarına dayandırmış. Göçmenlerin dilini model alarak, ama onlardan farklı bir dille yazmış (aksi takdirde alay etmeye dönüşebilirdi). Her gün hemen sokağa çıkmamızla karşımıza çıkan, ancak farkına bile varmadan duymazdan geldiğimiz bir dilsel sapmanın yöntemlerini değerlendirmiş diyebiliriz. Jandl’ın “Aşağı Düşmüş Dil”i bu yanıyla tarihsel açıdan benzersiz ve şiir adına bildiğim en insani ve barışçıl girişim. Sadece bu fikrin aklına gelmiş olması ve uygulaması bile yeterdi, ama o bununla kalmamış. Jandl’ın “ışımaktan” adlı şiiri, Hayati Yıldız çevirisiyle:[3]
ışımaktan
eğer sen var kaybeden kendini sana güvenlenen birinin
yazarlanan olaraktan; eğer sen var kaybeden güvenlenen kendinin
yaratıcılığından; eğer sen var kaybeden metodunun, tekniğinin
belirlemekten kalanın ve ölenin; eğer sen var kaybeden
dizmekten sözcüklerden dizeleren; eğer sen var kaybeden
sözcükleren tamamenen, bütünen sözcükleren, sen
yok artık tek bir sözcükleren bile: o zaman sen belki
olman başlamaya ışıman, göstermen gecelerin yolun
sırtlanlaran, sen fosforlanan leşin!
Yazma krizi içinde, bir yazar olarak kendine güvenini yitirmiş bir özne (kendisi?) krizin farklı veçheleriyle aktarılmaktadır; yaratıcılık, metot, teknik, ne varsa yitirilmiştir, sözcükler çalışmamaktadır. Aslında bu durum diline, coğrafyasına ve âdetlerine yabancı olduğu başka bir ülkeye gelerek özgüven yitimine uğramış misafir isçilerin durumuna benzer. Dağılan gramer yeni dillerine tutunma çabalarını yansıtır. Ancak sondan ikinci dizede özne birden ışımaya ve ışımasıyla birlikte yol göstermeye başlar. Ne olmuştur ki birden? Üstelik şiirinin dili böyle dağılıyorken... İşte özne tam da bu her şeyini yitirdiğini düşündüğü aşağı düşmüş dilde bulmuştur yeni bir dili. Yeni bir dili, dilini bulmuştur ve çok güçlü bir dildir bu. Işımasının nedeni budur. Küllerinden doğar. Adeta canlı yayında tanık oluruz buna.
Diller, sözcük içeriklerinin değişmesi, gramerde basitleşmeler ve seslemlerdeki kaymalarıyla sürekli bir yer değiştirme halindedirler. Bu değişimler uzun zaman sürelerinde gerçekleştiklerinden hissetmeyiz. Şiirler böylece fazla kurcalamadığımız yüksek dilin, dilbilgisinin, dönem rasyonalitesinin ve zevkinin geniş zamanda yazılırlarken aşağı düşmüş dilbizi adeta bir trafik kazasıyla bir şimdiye getirir. Misafir isçilerin adları daha sonra göçmen ve göç arka planlı insan olarak değişecek, bu süreçte sözcükleri ve sözdizimini bozan dil kullanımları bir miktar yüksek dile yaklaşacak, “düzelecek”, ancak bir yetersizlik duygusu hep eşlik edecektir. Dilin düzenli işleyişinin bozulmasının verdiği rahatsızlıktan öte, dile duyulan güveni titrekleştirip dili herkes için açık bir hale getirmeye devam ederler. İşleyişin olağan güzergâhının dışına çıkılması başka perspektiflerin fotoğrafını kazandırır.
 Aleksandra Pawloff-103291504.jpeg)
Mutlaka diyalekt şiirinin Jandl’ı cesaretlendirici bir etkisi oldu. Merkez dışının merkeze alındığı bir girişimdi diyalekt şiiri. Aşağı düşmüş dil bu düşünceyi en güçsüze doğru ilerleten girişim olur. En güçsüzün sesini şiire getirmesi itibariyle sosyal duyarlı bir girişim olmakla kalmaz, aynı zamanda şiire bonusunu da sunar: Böylesine aşağı düşmüş bir dilin nasıl da üretiminde tıkanmış bir şairin önünü açabileceğini gösterir. Şaşırtıcı mı? Oysa aynısı diyalekt şiirinde de yaşanmıştır: Yıllarca gündelik hayatın sürdürülmesinden başka yüksek zihinsel hiçbir faaliyete yarayamayacağı söylenen diyalekt, I. Elisabeth döneminde yepyeni sözcük dağarcığı, Latinceye göre bozulup duran grameriyle umulmadık anlamların fışkırdığı dil oluverir birden.
Diyalektler bizde de kullanılır, ama ortaoyununda, bulvar tiyatrolarında, fıkralarda, genelde komik bulunması nedeniyle. Bunun dışında bir örneği mumla aramanız gerekir. Oysa örneğin genç Cumhuriyet şairlerini, bestecilerini, ressamlarını Anadolu’ya yönlendirmiştir. Onlar efendidir, kültürlerine öykünülecektir, dahası yüceltilecektir, ancak dilleri dahil edilmez buna. Değerleri, dilleri olmadan dile getirilir. Bu girişimi küçültmeye değil, sanatı nerede kavradığımızı ve Jandl’ın girişiminin büyüklüğünü göstermeye çalışıyorum. Ve Jandl’ın dili standartlaştırdığı bir dil değil de, her seferinde arayıp bulduğu, dinamik bir dil. Nitekim göçmenlerin dili de sabit değil, hareket halinde bir dil. Göçmenlerin dili olduğu haliyle değil, bozulan gramer düşüncesinin içerdiği olanaklarla var oluyor.
Göçmen dillerinde genelde anadilin yapıları arka plandan belirleyici olur. Ancak her kullanımı da açıklamaz bu. Örneğin fiiller mastar halinde durur. Jandl göçmen dilinin olanaklarını, kurduğu yapay dille daha da genişletir ve adını da daha kapsayıcı bir adla aşağı düşmüş dil olarak koyar. Burada “aşağı”, yüksek dil bakış açısının hayıflanmasını içerebildiği gibi, misafir işçilerin dilinin aşağılanmasını da içeriyor. Ancak ‘kötü Almanca’ olarak adlandırılan bu dil, Jandl’ın elinde yüksek şiir oluverir; “aşağı”, aşağılanma nesnesi olmaktan çıkar. Yitim kendisini birden kazanım olarak gösterirken, biraz önce sözünü ettiğim yetersizlik duygusu yerini hayrete bırakır. İsterseniz evrensel bir göçmen diline dair bir Esperanto girişimi olarak da görebilirsiniz. Cumhuriyet’in yaptığının tersini, değerlerine dokunmadan dönüştürdüğü dillerini şiir dili yapar. Şiirin kapanışındaki “fosforlanan leş” ise karanlık kalır.
Tekrar bize dönersek, sıfırlı yıllardaki kalkışma, dönemin şairleri tarafından geri çekildi. Sisteme yeterince hata girmiyor da diyebiliriz. Hata devam etmiyor. Ancak hiçbir hareketlilik yok da değil günümüzde, bir sürü kitap çıkıyor, üstelik sıfırlı yıllarda sahip olunamayacak özgüvenli işlere girişildiği de görülüyor. Ancak bu girişimler ayrık ve sayıca sınırlı kalıyor, bir kritik kütle oluşturacak düzeye ulaşmıyor. Oysa geri dönüşsüz çizgi çoktan geçildi. Dönem bizi kudretsiz kılsa da... Şiiri ileriye taşıyacak düşünce bazen öyle hemen yanı başımızda durur da göremezsiniz. Onu görebilmek için kendimizden uzaklaşmamız gerekir. Böylelikle ulaşabiliriz kendimize, hata yapma cesaretiyle.

Sevinç Altan, geçtiğimiz yıl Galeri Nev’de yer alan Keşiş Yengecinin Evi adlı sergisinde Suriyeli bir çocuğun çizerek özdeşleştiği keşiş yengecini model aldı kendine. Küçük yaşında bir mülteci varoluşunu tatmak zorunda kalmış bu çocuk, kabuk üretemedikleri için boş buldukları kabuklara yerleşen ve büyüyüp kabukları dar geldiğinde yeniden sığınacak bir yer bulma arayışına giren keşiş yengeçlerini çizmektedir. Model burada resmin kendi içine kapanmayıp açık kalmasıyla bir işlev kazanır, böylece kapanıklığımızı açık eder; bir tamamlanamama gramerinde somutlaşır. Göçmenlerle mültecilerin farkını da içerir bu gramer. Her şeyin eksik kaldığı resimlerinde, Altan eksikleri gözlemcisine tamamlatırken, onu sistemin dışıyla baş başa bırakır. Jandl’dan bambaşka, ama benzeri bir duyarlık, mültecilere bir bakışı ve o bakışta kendimize bir bakışı sağlar. Jandl ve Altan sistemin dışını içi, altını üstü yapıyorlar. Son yıllarda güncel sanat daha gözü pek davranıyor ve daha fazla düşünme nesnesi sunuyor.
NOTLAR
[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020.
[2] Hans Carl Artmann, “YİANİ BIRRAK Cİ VITMAYI DEDM!”, Atsız Süvari İpsiz Cambaz, çev. Hayati Yıldız, Turkuaz Yayınları, İstanbul, 2021, s. 41.
[3] Ernst Jandl, Dilin İntikamı, çev. Hayati Yıldız, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2010, s. 11.
Önceki Yazı

Richard Zenith’le söyleşi:
“Pessoa’nın sinematografik bir yaşamını inşa etmek...”
“Ben Pessoa’nın gerçekten bir hayatı olduğunu göstermek istedim; dışarıdan bakıldığında sade ve heyecansız görünen ama iç dünyası son derece fırtınalı ve duygularla dolu bir hayat. Pessoa edebiyat uğruna yaşamından vazgeçmedi; aksine, edebiyatı kullanarak hayatını ifade etti ve genişletti.”
Sonraki Yazı

Sebastião Salgado’nun ardından…
‘Sefalet estetiği’ mi, ‘tanıklık etiği’ mi?
“Benim bir ‘sefalet esteti’ olduğumu ve yoksul dünyaya güzelliği dayatmaya çalıştığımı söylüyorlar. Ama neden yoksul dünya zengin dünyadan daha çirkin olsun ki? Buradaki ışık oradakiyle aynı. Buradaki onur oradakiyle aynı.”