Arkadaşım Vüs’at O. Bener
“Sık sık vurguladığı gibi, edebiyat onun için 'yüce' bir şey değildi. Yazı cümlelerindeki boşlukları, daha önce başka edebiyatçıların uzun metinlerini bir 'Occam usturası' işleviyle kurguladığı da olurdu. Fazla sözcüğün amansız düşmanı. Yazılandan çok yazılmayan, yazılamadan kalan şeylerin gölgelere sığınmış haliydi asıl ilgilendiği.”
Vüs’at O. Bener
İlk buluşmalar önemlidir, bazıları hiç unutulmaz. Yıl 1996. Tavukçu’da. Vüs’at O. Bener, Orhan Koçak, Ulus Baker, zorunlu nedenlerle buluşmaya geç katılan ben. İlk buluşmam Vüs’at Bey ile. Öncesinde uyarmıştı Orhan; benim iflah olmaz “baltacı” hallerimi bildiği için (“patavatsızlık etme!”). Vüs’at Bey sanki biraz sinirli, biraz sessiz. İçinden konuşuyor gibi. Ulus’un, Orhan’ın diyalog çabasını “Hım!”, “Evet” deyip geçiştiriyor. Gözlerini bir şeye değil de belirsizliğe teslim etmiş. Sigara henüz bırakılmamış, rakıda kısıt başlamamış. Hayli gergin bir ortam; sohbet akmıyor, sözler kekeme. Orhan’la Ulus’un sakınarak konuşmaları da gerginliği besliyor. Orhan’ın uyarısı yüzünden sohbete neresinden, nasıl katılacağımı bilemez durumdayım. Kamaşık bir huzursuzluk. Karşımda insan hallerinin didikleyici yazarı var. Dost’un, Yaşamasız’ın, Buzul Çağının Virüsü’nün ayrıntı düşkünü, keskin ironilerin yazarı. Ama benim içimdeki çocuk muziplik eğiliminde; o büyük yazarla buluşma şansını bulmuş ama şımarmak istiyor. Birden, nasıl bir dürtüyse, “Vüs’at Bey, izin verirseniz size ‘Vüs’at Amca’ demek istiyorum” deyiverdim! Bana çok uzun gelen bir anlık sessizlik…
Orhan’ın, masanın altına doğru saklanırcasına hamle yaparken, “Eyvah!” deyişini duyar gibi oldum. Ulus, o “her an her şey olabilir”e her zaman çoktan hazır Ulus, o tatlı kalın sesiyle kıkır kıkır gülüyor. Vüs’at Bey, o gergin adam, sigaradan yıpranmış sesiyle kahkahayı koyuverirken elimi tutup hoşgörüsünü sunmasa, “rezalet”e katlanamayıp masadan kalkıp gidecek Orhan, yine de tedirgin, Vüs’at Bey’i gözetliyor, ne diyecek diye. “Ben de sana Mahmutçuğum diyebilir miyim?” diyor Vüs’at Bey. Birden soğuk masanın havası buğulanır gibi oluyor. Vüs’at Bey’in açılan neşesi masayı kuşatıyor yavaşça. Böyle başladı dostluğumuz.
O geceden aklımda, “Kasap Ali”den Oğuz Atay’a kadar neşeli bir sohbet kaldı. Elbet bir daha “Vüs’at Amca” demedim. Her zaman “Vüs’at Bey”. O, bazen “Mahmutçuğum”, bazen “Cancaazım!”, bazen de “Canım kardeşim!” diye seslendi. Sinirlendiğinde “Efendim!” Tavukçu’daki görüşmeden sonra ilk baş başa buluşmamız Denizatı Pastanesi’ndeydi. Yazarla hayranı arasındaki sıkıcı perde çabuk yok oldu. Mızıkalı Yürüyüş, Siyah Beyaz, Kara Tren, Kapan, Manzumeler peş peşe yayımlanıyor, bense hem yazısını hem yaşamını izleme fırsatını bol bol buluyordum. İnsan ilişkilerine gösterdiği özen, konuşulanların orada kalmaması, neyi konuşmuşsak o izlekten aldığımız havayla yeni konulara açılan sohbetler çoğaldı. Önceleri haftada bir iki kez, son iki yılında hemen her gün görüşme şansı bulmuştum. Ama Vüs’at Bey zor bir dönem yaşıyordu. Yıllardır çektiği koah onu nefes nefese bırakmıştı. O yıllarda çalıştığım Başkent Üniversitesi Hastanesi’ni önce arada bir, daha sonra uzun bir dönem, 31 Mayıs 2005’te aramızdan ayrılana kadar mekân tutmak zorunda kalmıştı. (O dönem üniversitenin kurucu rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın sınırsız cömertliğini, hekimlerin özenini unutmak olanaksız.)
Benim yaşamdaki şansım (ya da şanssızlığım da olabiliyor bazen), kuşağımdan önceki ve sonraki çok sayıda yazarla, şairle, sanatçıyla yakınlığım, dostluğumdur. Vüs’at Bey kadar yazısına benzeyen birini az gördüm. Aramızdaki kuşak farkı bir süre sonra kayboldu; benim için tadına doyulmaz dostluğun yanı sıra eşsiz bir edebi kaynaktı; yaşam deneyimleri, tanışlıkları, dostları, arkadaşlık anıları canlı bir edebiyat tarihi değerindeydi (kıymetini o yıllarda pek bilemesem de). Her sözünü ölçülü seçen bir adam; dilinden denetimsiz bir söz çıkmışsa bunu kendisiyle dalga geçmek için fırsata dönüştüren, kendine karşı da acımasız alaycı. Sanki içinde sürçmelerini, hatalarını gözetleyen bir psikanalist ya da zalim bir editör var. Mütevazı görünümü, zekâsını gizleyemediği keskin gözlemleri, çağrışımları zengin sözlerini zarif ama keskin bir ironik mizaha büründürmesi bugün de canlı zihnimde.
1953’e kadar gençliği askerî kışlalarda geçmiş yüzbaşı, ordudan ayrıldıktan sonra “bir mesleğim olsun” diye girdiği hukuk fakültesi ona uzun süre çalışacağı sendika danışmanlığını sağlamış, ama asıl zevk aldığı şey arkadaşlarıyla birlikte edebiyat, sanat konuşmak, geceler boyu tartışmak olmuş. Onun için hayatın bundan daha renkli bir yanı yok; bunu sık sık dile getirirdi. Yazdığı ilk hikâyeyle (“Dost”) edebiyat dünyasında konuşulan edebi bir kişilik olmuştu. Yazarlıktaki öncü konumu onda bir kibir yaratmamış ya da bunu dervişane bir edayla gizlemeyi bilmişti. Ama ne yaptığı pek de anlaşılmamış olmanın gizlenmiş sıkıntısına ironiyle telafi bulmuş; seçtiği dostlarıyla sıkı sıkıya sahiplendiği arkadaşlık ortamında az çok anlaşılıyor olmanın hazzını da yaşamış olmalı. Oğuz Atay, Cevat Çapan, Leyla Erbil, İlhan Berk, Turgut Uyar, Nezihe Meriç, Sevgi Soysal, Selçuk Baran, Ayşegül Yüksel, Orhan Peker, Erhan Bener, Gülten Akın, Metin Altıok, Selahattin Hilav… Özlemle anarken arkadaşlığından gurur duyduğu Nurullah Ataç, Orhan Veli, Sait Faik, Bilge Karasu, Cemil Eren… Edebi ortamın o yıllardaki hemen bütün kahramanlarıyla içli dışlı bir hayat. Beri yandan genç kuşaktan Orhan Koçak, Ulus Baker, Tanıl Bora, Mehmet Taner, Hasan Ali Toptaş, Deniz Artun, Aykan Alemdaroğlu ve daha birçok yazar, ressam, oyuncu girmişti “dost” yaşamına. Zenginliğini dostlarıyla ölçen bir karakter. İçindeki “kıraç adam”ı yeşerten de bu ilişkilerdi; bazıları ölüp giderek onu bozkırda yalnız bırakmışlar gibi. Bu ilişkilerin hemen hepsi “şölen” ortamının muhabbetli sıcağında, benliklerin cömertçe açıldığı bir içtenlik ortamında yaşanınca, içkinin önemli bir yer kazanması da kaçınılmaz. Uzun yıllar üç şeye bağımlılığından kopmak istememişti; içki, sigara, müzik. Klasiklere düşkündü, özellikle Brahms’a. İkindi vakti evinde buluştuğumuz bir gün Brahms dinleyelim istedi. Ama gözü gibi baktığı “Dual” pikabın o gün çalışmayacağı, Vüs’at Bey’in de inadı tuttu, illa çalıştıracak. Uğraşması uzun sürdü, ben eve döndüm, gece saat on birde aradı: “Nihayet çalıştırdım, gel!”
Özenle sürdürdüğü bazı tutkularına karşın, Oscar Wilde’ın o ünlü sözüyle (Benim asıl deham hayatımdır, sanatım onu taklit eden yeteneğimdir) dalga geçerdi Vüs’at Bey; “İkisini de yüceltmenin bir anlamı yok!” Aristoteles’in şu sözünü sık sık anardı: “Yaşam bir hastalıktır. En iyisi hiç doğmamış olmaktır. Bir felaket sonucu doğmuşsan, en hızlı şekilde ölmeyi denemelisin.” Hayat maruz kalınan bir şeydi; yazı ise o zorunluluğu sınırsız anlamlara bağlamak için tutunduğumuz incecik bir ip. Ama bu ip bizden önceki akılların çaktığı bir direğe bağlıysa, sen de epriyen ipe bağlı kalakalmışsan bu tekrarın ne anlamı vardı? Yazıdan bir yaşam coşkusu ummak değil, ona katlanmaya az çok bir dayanak umabilirdin. Dönüp dolaşıp özyaşam parçalarını yazmasının bir nedeni de buydu. Ama kendinden bile çalmaktan utanan bir yazar. Geçmişi şimdi bu anda, bu cümleyi yazarken geri getirmek, yazı yoluyla gideni geri getirmek değildi derdi. Sanat(ın)dan bunu beklemek bir beyhudelikti: “Sanatın yapabileceği olsa olsa o telafi edilemezliği daha çok vurgulamak, daha iyi vurgulamak, bir kez daha vurgulamak”tı. Yazıdan beklediği telafi değil ama belleğe o geniş boşlukta sözcüklerden oluşmuş sahici bir anı haritası çizmekti. Bu idi evet, ama bundan ötesiydi asıl uğraşı. Orhan Koçak’ın deyişiyle “onu (da) yoklaştırma, boş kılma” çabasıydı. Sürekli kendine yönelttiği saldırılarla kendinde hiçleştirdiği şeylerin bıraktığı boşlukta yaşıyor, bu tutum onu o anda orada kılmayı sağladığı gibi, daimi bir “azap odası”nda yaşamasına da sebep oluyordu. Kapan’da yazdığı gibi, “Anlatabilmeliydim. Şimdi neye yarar. (…) Ama yaşanmadı mı? Yaşandığına inanarak ölüm beklenebilir, dayanmanın sınırları zorlanabilir aldatıcılığı. İnanma kapanına kıstırabilsem bilincimi.” Onun için “kapan”dan kaçışın en zevkli yolu dostlarıyla her inancın tozunu dumana kattıkları şakacı, alaycı, ironik sohbetler. Kahkahalar yan kazanç. Oğuz Atay’ı da Buzul Çağının Virüsü’nde şöyle anmıştı: “Duyuyor musun Oğuz Atay! Çınar elli, kızdı mı kezzap gibi bakan, oysa iri çağla gözlü, kapılardan sığmaz güzel adamım! O zamanlar pek ayırdında değildin sanırım ‘tutunamadığının’. Sabahtan kalktı erken, piyano çaldı derken! Çok karışık pek muazzam mes’ele / Apışır allame-i riyâzî Newton bile! Canımların katılırdı gülmekten. Oturduğun salıncaklı koltuk yıllardır soğumadı. Ne vardı büyütecek beynini o kadar? Suçlusun!”
Vüs’at O. Bener’in Oğuz Atay ile dostluğunun derinliği, dil benzerliğinden de anlaşılabilir. Aralarındaki fark, Atay’ın ironiyi alabildiğine köpürtmesi, Bener’inse köpüğü, ne köpüğü, sözü kemiğine dek indirmek için durmadan söz yontmasıydı. Tutunamayanlar’ın bizim okuduğumuzdan daha fazla, hatta epey hacimli olduğunu Vüs’at Bey’den duymuştum. Oğuz Atay, okuyup fikrini bildirmesi için “hacmı dev taslağı” teslim ederken acımasız olmasını istediğinde, roman hacmının ne kadar küçülmüş olduğunu Bener’i okuyanlar tahmin edebilir. Atay’ın dostundan haber beklerken yaşadığı gerginlikse Günlük’ünde kayıtlıdır. Daha da ilginci, Tutunamayanlar’ın unutulmaz kahramanlarından biri (Süleyman Kargı) Vüs’at Bener’in neredeyse ta kendisidir; iki dostun karşılıklı “âşıkane” atışmaları romanda geniş bir yer kaplar. Atay romandaki “İthaf ve Mukaddime” bölümünün başında Vüs’at O. Bener’i şöyle betimler:
King Solomon Speare’di adının İncilcesi
Süleyman Kargı dosttur Türkçeye tercümesi
Hamlet için Horatio neyse öyleydi bana.
Kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.
Yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur.
Saplanmış bayrak gibi, Ankara’da oturur.
Romandaki Süleyman Kargı gibi eski sözcükleri uç anlamlarına kadar sürdürme oyunundan büyük zevk alırdı Vüs’at Bey. Bu oyunu “sabahlara kadar” oynayabildiği Oğuz Atay’ı, Cevat Çapan’ı ve bir de Nurullah Ataç’ı sık sık anardı. Ataç’la ilişkisinde klasik Türk müziğine ve Divan beyitlerine düşkünlüklerinin keyfi de var. Ataç’ı, Atay’ı anlatırken ruhunun özlemle kımıldadığını izlememek olanaksızdı; arada bir titreyen dudaklarını parmaklarıyla toplayışı... Anılarının bir yerinde susar, bazen uzun eslerden sonra “Ne diyorduk?” diye döner, duygusal havayı değiştirecek bir başka konu arayışına girer, açtığı konularda iğneli mizahi dili yeniden çalışmaya başlardı. Çoğu kez Aykan’la (Alemdaroğlu) giderdik yanına. Cumartesi öğleden sonraları onu bir sitenin bodrumundaki küçük evden alır, Ahlatlıbel’e, Eymir Gölü’ne ya da rahat konuşabileceğimiz bir mekâna giderdik. Bazen Ayşe Bener de katılırdı bize. Hemen her konuya dalardık. Siyasal, edebi, güncel, erotik, felsefi...
Vüs’at Bey’deki dil alışkanlığının yapıtlaşmış bir örneğidir Bay Muannit Sahtegi’nin Notları. Oradaki karakter gibi, kendine yönelik acımasız eleştiriden hiç vazgeçmedi:
“İnadına Schönberg’den yay çekiyor radyo. Dağıtmamak, sağaltmak. İyi gidiyordun, tabipliğin tutmuştu, eski yazdıklarının temize çekilmesi yeterliydi hani, ne oldu? Lütfen durma, silkin. Yoksa… Hey aygın gündüz! Dingin, dengeli, kıraç akıllı olmaya özenti, gülünçe uyum sağlamak. Yinelemeci olmamalısın. Yine de çalacaksın kendinden. Olmuyor değil mi? Özrün var. Bak, daha birinci sayfanın on yedinci satırından bir sözcük ileri gidemedin. O zaman da gidemeyecektin. Ha bugün ha yarın’la sözde beni kandıracaksın. Neden öldürülmeye yaraşmıyorsun anladın mı? Anlaşılmak ille de!”
Bu tür cümleler arasında özellikle bırakılmış boşluklarda yaşıyor, konuşurken olduğu gibi yazıyı da kendi ruhunun bir kazı aracı olarak kullanıyordu.
“Yaz. Kalacak mı sorusunu sorma. Kalmayacaksın orası kesin. Okunamayacaksın bir gün.”
Bu özelliğini Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’na benzetenler oldu; haklılardı. Şu sözlerin sahibi başka türlü olabilir miydi? “Bir genç kadın, ‘Duygu eksik yazınızda,’ dedi, acıyarak kuşkusuz. Oysa duygu, acınası zavallı. Yenilmeye lâyık. Deşmeyegör, altı korkunç yüzsüz.” Bu yanıyla iç deney çalışmalarının notlarıydı yazdıkları.
Vüs’at Bey’e göre “tanrı yazar” çoktan ölmüştü. Yapıtlarının çoğunda özyaşamını, otoportresini sunmaktaydı okuruna. Yaşananı, yaşanabilir şeyleri anlatmaya değer gören bir edebiyat var ama neden değerli, neyiyle değerli olsundu bu? 1950 kuşağındaki edebi farklılık bu sorunun sorulmasıyla başlamıştı. “Bu soruyu kendine soran, kendinde canlandıranların ilki Sait Faik’tir” demişti bir sohbette.
“O yılların edebiyat ortamı da şimdikine hiç benzemiyor” der, bundan yakınırdı. Hemen herkes birbirinin hem okuru hem de yakını, bir avuç insan. Bu bir avuç, göçmen Alaska madencileri gibiymiş meğer. Sanatı tutkuyla benimsemiş, meyhanede ya da evlerinde bir araya geldiklerinde buldukları cevherleri birbirine gösterip kırat ölçtürmeye çalışan bir topluluk. Rastgele bir buluşma değil; herkes yazısının hakkını verecek, yoksa niye yazıyor! Şu karşılaşmayı çok kez anmış, söyleşilerde de sık sık anlatmıştı:
“Bir not düşmüşüm ben, galiba bu biraz Mallarmé havasında falan demişim. Bilge Karasu ile sonra tanıştık ve beni köşeye sıkıştırdı. Mallarmé kim diye bir soru... Mallarmé deyince ben biraz kaçıyorum. O zamanki bilgi dağarcığım hafif. Öyle olduğunu hissediyor Bilge. Tamam diyor, Mallarmé’ye benzetmen hoş bir şey. Ve ahbap oluyoruz. Beni İstanbul’a davet ediyor.”[1]
Buluşmalarımızda çoğu zaman bu türde anıları tazelerdi, bense yaşamından bir öykünün adeta “o anda yazılışı”nı izliyordum. Anlattığı çoğu hayat hikâyesini kitaplarından biliyordum ama onun ses tonunu, vurgularını duymak, kimi yerde iç çekişine, kendisiyle alay edişine tanık olmak... Öykülerinin parantez içini açıyor, yeniden paranteze koyuyor, bazen derine dalıp kayboluyor, bir sessizlikten sonra toparlanıyor: “Nerde kalmıştık?” Kaldığı yeri hatırlattığımda, kurgusunda atlanmış bir yer varsa, “Hayır, ondan önce şunu anlatmalıyım” diyor, içindeki kurgucuya sadık olmaya çalışıyordu. Yazıyla anlıyordu dünyayı sanki ama “edebiyat”ı reddederek. Sık sık vurguladığı gibi, edebiyat onun için “yüce” bir şey değildi. Yazı cümlelerindeki boşlukları, daha önce başka edebiyatçıların uzun metinlerini bir “Occam usturası” işleviyle kurguladığı da olurdu. Rafael Alberti’nin “Ses” adlı uzun şiiri Vüs’at Bey’e kalsa şu üç dizeydi: “Sesim susarsa/ Beni kurşuna dizin/ Ses ne olursa.” Fazla sözcüğün amansız düşmanı. Yazılandan çok yazılmayan, yazılamadan kalan şeylerin gölgelere sığınmış haliydi asıl ilgilendiği. Başlangıçta yazdıklarına yönelik eleştirilerin çoğunluğu, “anlaşılamayan, zor bir yazar” olduğu yönündeydi. O da zaten edebiyatın savrukluğuna, “çalakalemliğine” karşı başlamış. Kendi yazdıklarına acımasızca yaklaşımından almıştı bu özgüveni. Kendi deyimiyle “paranoyak” bir acımasızlık. Onun sevdikleri Beckett, Kafka, Ionesco gibi “yazı ve aldanma” temalarını acımasızca didikleyen yazarlardı. Anlatının asıl malzemeleri olan bitenler üzerine; ama o olup bitenler üzerine bir iç konuşma, karmaşık bir düşün kolaya kaçmaksızın analizi gibi. Bir benlik, kendi kendisiyle konuşan bir benlik; iç bütünlüğünü bulmak için. Orhan Koçak onun edebi karakterlerini şöyle betimler:
“[Bener’in öznesinde] sürekli kendine yönelttiği saldırılarla, kendinde hiçleştirdiği şeylerin bıraktığı boşluklara açılıyordur iç mekân. (…) Yapıtlarının birinde ‘Ben, kendi kendimin İago’su’ diyecektir. İago: Otello’nun hasetle dolu, sinsi, niyetini ve kimliğini gizleyen, yok edici hizmetkârı ve düşmanı; ama aynı zamanda oyuna o Faust’vari enerjinin girmesini sağlayan öğe. Bener’in öznesi de kendi kendini kurgularken işin içine hep farklı niyetlerin, farklı özne konumlarının da katılması için çalışacaktır. Bener’in sonraki yapıtlarında daha da çatışıklaşan belirgin bir cümle yapısı da bu tutumun ifadesidir: Aynı cümle içinde birden fazla ahlaki ya da duygusal tutum belirir, her biri öncekini geçersizleştiren ya da göreceleştiren cümle parçaları birbirini izler.”
Onu en iyi anlayanların Orhan Koçak ile Nurdan Gürbilek olduğunu çok kez yinelemişti. Onun ısrarla takıldığı yerleri, edebi niyetini görebilen eleştirmenler.
Vüs’at Bey takıntılı mıydı? Evet, bence fazlasıyla... Ama asıl ölüme takıntılıydı her zaman.
Dokuz yıla yakın devam eden buluşmalarımızda ölüme takmadığı bir günü anımsamıyorum, hele son döneminde. Reddederek takılmak: Epiküros’un “Ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok” sözünü anıyordu sık sık ama buna rağmen takıntılı. O zorunlu hakikatin ezici üstünlüğü ruhuna hükmetmişti. Ölümün hükümranlığından yaşam için anlamlar çıkararak kaçma çabası; yangından kurtulması gerekenleri ayıklama çabası yazısının bir göreviydi adeta. Gergin, çelik gibi, tiz bir algısı vardı. Düşündüğü her şeyle çarpışmasının iç seslerine yoğunlaşmış bir anlatıcı. Hakkında bunları yazdığımı okusaydı benimle epey dalga geçerdi ama ben de ona Kapan’ı benim için imzalarken yazdıklarını hatırlatırdım sanırım: “Sevgili dost Temizyürek, Kapan’a kısılırsan kızmayacak, hoş göreceksin, olur mu? 8 Aralık 2001.” Buna karşılık hikâyesinin giriş cümlesini ben de ona hatırlatırdım: “Anlatabilmeliydim. Şimdi neye yarar…”
[1] Ankara Makine Mühendisleri Odası, Oğuz Atay’ı Anma Günü için Vüs’at Bey ile beni davet etmişti (14 Aralık 2001). Vüs’at Bey topluluk karşısında, ondan beklemediğim bir konuşkanlıkla, denetlemeye gerek duymadığı bir keyifle, Oğuz Atay’a ve edebiyat ortamına dair anılarını anlattı. Konuşmanın video kaydını kardeşim Ünal Temizyürek yapmıştı. Kayıttakilerin kısa bir bölümü Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum kitabında yayımlandı. (Yayına hazırlayan Handan İnci-Elif Türker, İletişim Yayınları, 2009.)
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 9
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Başkaldırı / “Ben Suat Derviş” / Duygulanım Kuramları / Enis Batur’a Mektuplar / Küresel Kapitalizm ve İnsanlığın Krizi / Ledoux’dan Le Corbusier’ye / Müzik Kendini Anlatır / Olağanüstü Sıradışı ve Mükemmel / Kayıp Hikâyenin Peşinde / Yıldızlara Değen Rüzgâr
Sonraki Yazı
Türkiye’de ‘kurulamayan müzelerin’ koşulları üstüne...
“Sorun daima modernlik çelişkisidir. Görsel sanatlar söz konusu olduğunda Cumhuriyet ve rejim bir devrim istememiştir. Çünkü resim bizatihi modern bir olgudur. Fakat rejim kendisine özgü bir modernlik anlayışını benimsediği için görselliğin de bu doğrultuda yeniden biçimlenmesinde diretmiştir.”