All We Imagine as Light:
Göremediğimiz bütün ışıklar
“Otuz yıl sonra Cannes’ın ana yarışmasında yer alan ilk Hint filmi olmasıyla dikkat çeken All We Imagine as Light, farklı yaşta üç kadını aynı hikâyede buluşturarak üç neslin değişmeyen yazgısını da gösteriyor.”

All We Imagine as Light (Payal Kapadia, 2024)
Işık tanrısı Mithra beyaz atların çektiği, parlak tekerlekleri olan bir araba sürer. Zerdüşt’ün ortaya çıkışından asırlar önce İran ve Hindistan’da etkisini sürdüren Mithra kimi kaynaklarda gümüş mızrak, yay, altın renkli parlak ok ve hançerle tasvir edilir. Doğruluğun, arkadaşlığın, sözleşmelerin de tanrısı olan Mithra aynı zamanda mevsimlerin geçişini yönetir ve her şeyi aydınlık içinde görerek insanları eşit şekilde yargılar. Bir gün haberci kuzgun Mithra’ya beyaz bir boğayı kurban etmesi gerektiğini haber verir. Mithra üzüntüyle Güneş Tanrısı’nın isteğini yerine getirirken, beyaz boğa Ay’a dönüşüverir; Mithra’nın peleriniyse ışıklı gezegenlerin ve yıldızların kubbesine. Boğanın kuyruğundan başaklar ve üzümler fışkırır. Gündüz ve gece, ışık ve karanlık birbirini takip eder, mevsimler dans eder ve zaman belirir. O anda iyinin ve kötünün mücadelesi de başlar.[1]
Payal Kapadia, Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan All We Imagine as Light (“Aydınlık Hayallerimiz”, 2024) filminde, Mumbai’de ışığı arayan üç kadının hikâyesine odaklanıyor. Kalabalık kavşakları, dinmeyen muson yağmurları, yapay led ışıkları, dolup boşalan metroları, kalabalık pazar ve çarşılarıyla Mumbai adeta bir girdap. Akla hemen İstanbul’u getiriyor. Filmin başında anonim üst seslerin de dile getirdiği gibi, bu şehir bir illüzyon; ya kendini kaptırır uyum sağlarsın ya da kaybolursun. Filmdeki üç kadın bir yerel hastanede çalışıyor. Başrolümüz Prabha, Almanya’ya çalışmaya giden kocasından neredeyse bir yıldır haber almamış. Hayatına duygusal olarak devam edemediği gibi, bu belirsizlik hepten içine kapanmasına yol açıyor. Bir gün eve isimsiz bir koli geliyor ve içinden pilav pişirme makinesi çıkıyor. Kayıp kocası sanki bir pilav pişirme makinesi olarak geri gelmiş gibi. Prabha bu makineyi görmeye dahi tahammül edemiyor.
Prabha’nın ev arkadaşı hemşire Anu, ailesinin onaylamayacağını bildiği Müslüman bir erkekle ilişki yaşıyor. Hint-Müslüman ilişkisine toplumun bakış açısını, görücü usulü evliliği ve toplumsal baskıyı bu hikâye üzerinden takip ediyoruz. Anu diğer iki kadının aksine isyan ve aşk dolu. Yağmurdan kaçıp bir an önce eve sığınmak isteyen, kontrolü bırakamayan Prabha’nın aksine, yağmurda düşünmeden ıslanan biri. Üçüncü karakterimiz Parvaty ise hastanenin kantininde aşçılık yapan dul bir kadın ve yirmi yıldır oturduğu evini, lüks binalar inşa edilecek diye emlakçılara kaptırmak üzere. Ölen kocasından kendisine herhangi bir belge kalmadığı ve tapusu olmadığı için evde yaşadığını bir türlü kanıtlayamıyor.
Dünyanın en kalabalık şehirlerinden birinde yaşayan karakterler yalnızlıklarıyla ön plana çıkıyor. Filmdeki erkekler, varolmaya çalışan kadınların aksine, ya yoklar ya da yok olmak üzereler. Evli olduğunu bile bile Prabha’ya ilgi duyan ve ona şiirler yazan iyi kalpli doktor Manoj bile görev süresi dolunca şehri terk edecek. Öyle ki, hastaneye gelen yaşlı bir kadın, ölen kocasının hayaletinin kendisini rahatsız etmesinden şikâyetçi. Filmde kendi hayatlarını kontrol altında tutmaya ve gücü eline almaya çalışan kadınları birbirlerine destek olurken görüyoruz.
Otuz yıl sonra Cannes’ın ana yarışmasında yer alan ilk Hint filmi olmasıyla dikkat çeken All We Imagine as Light, farklı yaşta üç kadını aynı hikâyede buluşturarak üç neslin değişmeyen yazgısını da gösteriyor. Üçü de kırsaldan büyük şehre gelen bu kadınlar, aşkı arayan kocaman kalpleri ve cesaretleriyle parlıyorlar. Wong-Kar Wai’ın Hong-Kong’la, Yasusiro Ozu’nun Tokyo’yla, Satyajit Ray’ın Kalküta’yla kurduğu türden bir bağı Mumbai ile kuruyor Payal Kapadia. Görüntüde yakaladığı şiirsel çizgiyi müzik ve renk paletinde de sürdürüyor; yağmurun sesini bile tıpkı piyano gibi dövücü, tekrarlayan bir unsur olarak kullanıyor.
Payal Kapadia’nın rüyaları kurgu ve fantezilerle buluşturduğu ödüllü belgeseli A Night of Knowing Nothing (“Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece”, 2021), farklı kaynaklardan alınan buluntu görüntüleri ortak bir dokuda buluşturuyordu. Sınıf farkını ve Hindistan’ın eğitim politikalarını yakından ve toplumun içinden takip eden belgesel, şiirsel olduğu kadar gerçekçiydi. Karanlık bir salonda, bir projeksiyonun önündeki bedenlerle başlıyordu. Yine inançlarından ötürü kavuşamayan iki âşığa yer veren A Night of Knowing Nothing, koca bir karanlıkta yollarını aydınlatacak ışığı bulmak için mücadele veren insanları anlatıyordu. Yönetmenin belgeselci gözünü, ilk uzun metrajlı kurmacası All We Imagine as Light’ta ise Mumbai’nin sokaklarını üst sesler eşliğinde gösteren açılış sekansıyla ya da karakterlerin hayatına dahil olan gezgin kamerasıyla hissediyoruz.
All We Imagine as Light toplumsal önyargıyı, inanç farkını, görücü usulü evliliği, dul kadınların mahrum kaldığı hakları karakterlerin kapalı hayatlarında eritiyor. Dinmeyen muson yağmurlarıyla Mumbai, akşam olunca apartman dairelerine dönen kadınların adeta ışığını emiyor. Filmin ilk yarısında telefonlarının ekranlarından, sinema perdesinden, toplu taşımanın ledlerinden, havai fişeklerden karakterlerin yüzüne yansıyan ışıklar var. Gökyüzündeki yıldızlar ve güneş ise çok uzakta.
Film ilerledikçe gün ışığına hasret kalıyoruz. Emlakçılardan bıkan Parvaty’nin köyüne dönmeye karar vermesiyle, üç kadın için dünya bir anda aydınlanıyor. Hindistan kırsalındaki Ratnagiri’nin okyanus kenarında bulunan bir köyüne gitmeleriyle, biz de ilk defa gün ışığına doyuyoruz. Mumbai’den uzaklaşmak ferahlık ve dinginliği beraberinde getiriyor ki, bu özgürleşme karakterlerin hayatlarına dair kararlar alabilmelerine ve daha mutlu olmalarına da yol açıyor. Parvaty yeni hayatını inşa ederken, Anu sevgilisiyle bir mağarada sonsuz aşkı keşfediyor. Prabha’nın pilav pişirme makinesi olarak geri gelen kayıp kocası ise bu defa masalla gerçek arası bir olayla, denizden gelen bir adama dönüşüyor. Bu adam Prabha’nın yolunu bulabilmesi ve hayatına devam edebilmesi için de bir haberci sanki. Hayatının orta yerine oturmuş bir boğa var ve nihayet yok olursa Ay’a dönüşecek. Derken filmin final sekansı geliyor. Okyanus kenarındaki küçük bir çay bahçesinin rengârenk ışıklarının içindeler ve yüzleri gülüyor. Payal Kapadia şiirini sanki şöyle bitiriyor; ışığı görebilmek için kendi içimize bakmamız gerekiyor.
[1] “Mithraism”, Britannica.
Önceki Yazı

Ceyhan Usanmaz'ın öyküleri:
Kaplan! Kaplan!
“Usanmaz’ın öyküleri hayalet-yazarların, hayalet-gazetecilerin yanı sıra hayalet-hikâyelerin varlığından haberdar ediyor bizi. Şunu rahatlıkla söyleyebileceğimizi düşünüyorum: Bir hayalet-hikâye dolaşıyor Kâğıttan Kaplan’daki öykülerin semalarında.”