135 yıl sonra Ahmet Mithat’ın izinden (IV):
Seine’de bulunan bedenler,
kurbağa bacağı ve Lady Diana
“Hakkını vermek gerek ki, Ahmet Mithat müthiş bir gazeteci. Gezmeye gittiği şehrin morgunu ziyaret etmek –bilhassa o dönemde– ondan başka kimin aklına gelirdi, bilmiyorum.”

Solda: 1889 Paris Dünya Fuarı'nın afişlerinden biri. Sağda: Alma Köprüsü’nden sarkan “aşk kilitleri”, 2024. (Fotoğraf: Zeynep Rade)
Bu yazımla, izini sürdüğüm Ahmet Mithat’ın Paris gezi notlarının sonuna geldik. On iki gün süren notların hepsine tek tek değinmek imkânsızdı. Amacım okurları sıkmamak, tadımlık bilgiler vermekti. Böylece sonuncu bölümde dört konu üzerine yoğunlaştım.
Bunlardan ilki morg ziyareti oldu. Evet, Ahmet Mithat morg adı verilen, ancak amacı daha ziyade kayıpları bulmak olan bu mekânı atlamamış.

Hakkını vermek gerek ki, Ahmet Mithat müthiş bir gazeteci. Gezmeye gittiği şehrin morgunu ziyaret etmek –bilhassa o dönemde– ondan başka kimin aklına gelirdi, bilmiyorum. Mithat gezmeye başlamadan önce altlık bâbında biraz ön bilgi veriyor. Biraz dediysem, yeri geliyor on sayfa sürüyor bu bilgi. Birkaç gün sonra da bahsettiği yeri geziyor ve anlatıyor. Zaten Avrupa’da Bir Cevelan kitabının bin küsur sayfa tutmasının başlıca nedeni de bu; çift dikiş yazmak. Morg 1923’te Cité Adası dediği (Île de la Cité) yerden alınıp 16. Bölge’deki Adli Tıp binasına taşınıyor.
Paris’te gerek Seine Nehri’nde gerek sair mahallerde kazaen helak olan ve kimin nesi olduğu tanınmayan kadın erkek kazazedeler akraba veyahut ahbabı tarafından görülüp tanınmak üzere bu mahale getirilip teşhir olunur. […] Morg derununda gayet kuvvetli buz makineleri bulunduğundan evvel oraya gelen naaşları bu makinelerle incimad [donuk] hâline koyarlar. Naaşları dondurmak için tahte’s-sıfr on beş derece kadar soğuk hâsıl ederlermiş ki bürudetin [soğukluğun] bu derecesiyle naaşların kazık kesilecekleri derkârdır. [...] Bu hâlde morga getirilip teşhir edilen meyyitler ilk getirildikleri zamanki hâl ve suretlerini asla tağyir etmeksizin üç ay müddet dayanabilirlermiş. (s. 599)
Bugün olsaydı Ahmet Mithat elbette morgu ziyaret etmek istemez, istese de giremezdi. The Bourne Identity filminde geçen Paris morg sahnesini hatırlayalım. Hafızası silinmiş Bourne’un kendi kimliğini aradığı serinin ilkinde John Michael Kane’in cansız bedenine ulaşmak için morga yüz dolar gibi bir rüşvet vererek girer. Ama naaş yerinde yoktur ve para boşa gider. Yönetmen 16. Bölge’deki gerçek morg binası yerine Fransa’nın en prestijli eğitim kurumlarından biri olan ve Fransız Devrimi günlerinde kurulan Conservatoire National des Arts et Métiers’in (Sanat ve El Sanatları Devlet Konservatuarı) gösterişli binasını kullanır.
İkinci konu, Ahmet Mithat’ın mutfağıyla dünya tarihine damga vuran Fransız yemeklerine ait hiçbir lakırdı etmemesiydi. Ne bir yemeğin adını paylaştı ne de lokantanın. Nihayet Paris cevelanının sonlarına doğru bir sahne buldum! Ahmet Mithat, kafasında kırmızı fes, Paris’in eğri büğrü ara sokaklarından yürüye yürüye Mektepler Sokağı’nda kendini bulur. Çok acıkmış... Gerisini kendi satırlarından okuyalım:
[…] talebe takımından beşer yedişer onar on beşer kişilik fırkaların gülüşerek, bağrışarak, itişerek, şakalaşarak ve ekserisi açlıklarının derecatından bahisle şikâyetler ederek Rue des École cihetindeki kahve ve lokantalara doğru koştuklarını görünce bende sabır ve takat mi kalır? Artık elimde tutmakta bulunduğum çifte dürbünü kılıfına ve planımı dürüp büküp cebime sokarak şu gençler güruhunun arkasına katıldım. Onların gittikleri tarafa doğru ben de gittim. Bazı fırkalar birtakım lokantalara girdilerse de o yerleri gözüme kestiremediğimden kat’-ı nazar önümdeki fırkaların daha nerelere kadar gideceklerini ve hangi yerlere gireceklerini görmek merakı beni takipte devama mecbur eyliyordu. [...] Lokanta içinde derhâl peyda olan gürültüyü patırtıyı hiç sormayınız. Her ağızdan bir kumanda çıkıyor. Fakat oranın müdürleri, uşakları böyle patırtılara alışkın olduğundan asla papuç bırakmıyorlar. [...]
“Şarap mı içersiniz, bira mı?”
“Bir kadeh birayla bir şişe de maden suyu bana kifayet eder.”
“Anladım mösyö!” (s. 673-674)
[...] Bizim babayiğit dediğimiz uşak evvel-be-evvel önümüze koskocaman bir makarna dayadı. Fakat zannetmeyiniz ki yenilmek liyakatinden ârî bir şey! Bilakis bol peynirli mis gibi bir makarna. Çatalı işletmeye başladım. Müteakıben papuç kadar bir de omlet geldi. Biz ona da hücumda kusur etmiyoruz. Fakat meşrubat hususunda uşağa söylediğimiz sözde yalancı çıktık. Maden suyuna güvenerek bir kadeh biranın kifayetine kail olduğumuz hâlde onunla yalnız makarnayı ıslatabilerek omlet için ikincisine muhtaç olduğumuzdan maada omlet daha bitmeksizin üçüncüsünü bile emreyledik. (s. 674)
Ahmet Mithat üçüncü tabak olarak rozbif söylüyor:
Biz rozbife çatal bıçak çekmeye başladığımız zaman diğer sofralarda dahi neşeler pertev almaya başlamıştı… (s. 675)
Yukardaki alıntılardan birkaç çıkarım yapmak mümkün.
Ahmet Mithat iştahı yerinde bir adam. Yemek seçmiyor. İçki içiyor. Ve argoyu seviyor: Makarnaya çatal işletmek, omlete hücum etmek, rozbife çatal bıçak çekmek… Yemek değil, sanki meydan muharebesi... Mithat kendinden o dönemin jargonu, birinci çoğul bahsediyor. Bu durumu şimdilerde olsa olsa racon kesmeye çalışan zayıf senaryolu Türk dizilerindeki kötü (!) karakterlerde görüyoruz.
Ahmet Mithat bugün Rue des Ecoles’e gitseydi, karşısına yine öğrencilerin hücum ettiği, önünde kuyruklar oluşturduğu kafeleri görecekti. Fakat… Artık kafelerde fiks menü tarifesi var. Yani ekonomik oluşunun yanı sıra uzun uzun menüdekileri saymak, seçmek gibi işlemleri de kısaltan bu uygulama antre + ana yemek, ana yemek + tatlı veya üçü bir arada şeklinde 10 euro ile 15 euro arasında değişiyor. Lokanta ve kafeler bunu kara tahtalarına yazmak suretiyle yaz kış dükkânlarının dışında sergiliyorlar. Yemekler doyurucu ve kaliteli. Fransa’da dışarda yediğim hiçbir gıdadan değil zehirlenmek, midemin bozulduğunu dahi hatırlamıyorum.
Gelelim neler yiyebileceğine… Antre olarak salyangozu dener miydi, emin değilim. Geleneksel yapısıyla salyangoz veya kurbağa bacağı (ki kurbağa bacağına ancak çok pahalı braserilerde rastlamak mümkün) yerine bezelye çorbası (velouté de petits pois) veya beş sebzeli çorba (soupe aux 5 legumes), ana yemek için soslu ördek göğsü (magret de canard) veya biftek-patates kızartması (steak-frites), tatlı için çikolatalı sufle (fondant au chocolat) siparişi verir, şarabı da hesaba katarsak 20 euroya mükellef bir ziyafet çekerdi.
Üçüncü olarak Fransa'nın parmak ısırtan fuar hazırlıklarından bahsetmek isterim. Dünya fuarı için konkur açıldığını, Eyfel Kulesi’nin bu yarışmayı kazanarak iki yıl önceden temelinin atıldığını, Champs de Mars’ın vaktinde bir bataklık olduğunu düşünürsek, sadece kuleyi dikebilmek için zemin iyileştirmesinin aylar sürdüğünü, Paris bölgesindeki otel, restoran, kuaför, gar, vs. gibi hizmetlerin de en iyi kapasitede hizmet vermesi için atılan adımların, evlerdeki bahar temizliği misali, şehri indirip kaldırdığını söylemek az olmaz. Ulaşım ve konaklama her şeydir böyle bir organizasyon için.
2024 Olimpiyatları’nın Paris’te oluşu da yazı dizimin oturduğu ayaklardan biriydi. 2024’te Paris Olimpiyatları için şehir tıpkı 1889 Fuarı gibi çok önceden ayaklandı. 2023 yılını biz Parizyenler toz toprak içinde geçirdik. Çok sayıda metro istasyonuna yürüyen merdiven, tuvalet, ek platform inşa ettiler. Kimi kaldırımlar baştan sonra –insanların kafasına yukarıdan inşaat malzemesi düşmesine önlem olarak– kapatıldı. Hilti sesleri çektik sabahtan akşama. Sokağı çınlatan seslerden kurtuluşumuz yoktu. Her taraf toz içindeydi. Bilhassa 2023 yazı, kuru sıcaklarla birlikte kir içinde geçti. İşe gidiş gelişlerde platformlar kapatıldığı için metro ve tren kuyrukları uzadı, haftanın belli günleri kimi metrolar işlemedi. Örneğin 14 numaralı insansız metro hattı neredeyse iki yıla yakın, haftanın belli günleri kapatıldı. Yol işaretleri ve tabelalar… Paris’in turizm açısından elbette ekstra tanıtıma ihtiyacı yok. Yine de ziyaretçiler yönünü kolay bulabilsin, haritaya bakarak zaman kaybetmesin diye belli başlı turistik mekânlar olimpiyat rengi olan pembe renkle beraber öne çıkarıldı. İçişleri Emniyet Müdürlüğü’nün yani polisin aldığı önlemlerin haddi hesabı yok. Ben bir tane örnek vereyim yine de.
Sanırım mayıs ayıydı. Metrodayım. Her şey yolunda, her şey olması gerektiği gibi. Kulağımda kulaklıklar, müzik dinliyorum. Bir anda kulakları yırtan acılıkta siren sesi başladı. Her 10 Kasım sabahı 9’u 5 geçe vapur düdüklerinin bir ağızdan öttüğü gibi, ancak çok daha şiddetli (çünkü ses iç mekâna ve kulaklık takanlarda doğrudan kulağın içine veriyordu sesi) bir alarm duyduk. Ben savaş çıktı sandım. Hava saldırısı oluyor, herkes sığınaklara ya da metroları yeraltına çekiyoruz gibi bir şey bekliyorum ardından. Çünkü Seine Nehri’ni aşan metrolar köprü üstünden geçiyor, yani açıktan. Yolcular, herkes dondu; yüzümüz bembeyaz, birbirimize bakıyoruz. Birkaç saniye içinde tüm bunları düşünürken cep telefonlarımıza, ama herkesin telefonuna SMS geldi. “Bu ülke genelinde bir denemedir. Acil durumlar için (olası terör saldırısı veya doğal afet sırasında insanları bilgilendirmek amacıyla) gönderilmiştir. Şayet bu mesajı görüntüleyebiliyorsanız her şey yolunda!” diyen bir mesaj.
Bu alarm diğer zamanlarda haftada bir duyulan itfaiye sireni değildi. O yüzden donmuştuk. Savaşı ve istilayı yaşayan (filmlerde izlediğimiz) insanların neler hissettiğini anlamaya yetmezdi ama bir saniye de olsa kapana kısılmışlığı, yok olma korkusunu kenarından duyumsamıştık.

Dördüncü olarak, Ahmet Mithat’ın notlarında Alma Köprüsü ile ilgili bir anı yok. Üzerinden yürümüşse de bahse konu etmemiş. Ne var ki, bugün olsaydı, cevelan günlerinde şafaktan önce kalkmayı âdet edinmiş kahramanımız otel odasındaki (ispirto lambası yerine) kahve makinesinden yaptığı köpüklü bir espresso eşliğinde Paris planını önüne yaydığı bir sabah, şehir planına o gün tavaf edeceği mekânlara Alma Köprüsü’nü de eklerdi. Çünkü Lady Diana’nın can verdiği alt geçit ve anısına isminin verildiği meydan tam da oradaydı.

Alma Köprüsü 1889’da kendi halinde bir köprüyken, kuzey ucundaki ufak alana New York Caddesi (Avenue de New York) adı veriliyor. Seine Nehri’ne paralel caddeye New York adı verilmesinin sebebi cadde sonunda tam Alma Köprüsü köşesine dikili Flamme de la Liberté (Özgürlük Meşalesi veya Ateşi). Heykelin sponsoru Herald Tribune gazetesi. Bu uğurda epeyce bağış topladıklarını belirtmek gerek. Üzerindeki plakayı yakından okuyalım:
“Özgürlük Ateşi. Dünyanın dört bir yanından bağışçılar tarafından Fransız-Amerikan dostluğunun bir sembolü olarak Fransız halkına sunulan Özgürlük Heykeli alevinin birebir kopyası. International Herald Tribune’un yüzüncü yıldönümü münasebetiyle. Paris 1887-1987.”

1997’de Lady Diana’nın içinde bulunduğu aracın yaptığı kaza da tam işte bu heykelin arkasında görülen alt geçitte meydana geldi. Kazanın ertesi gününden itibaren halkın orayı bir çiçek bahçesine döndürmesi üzerine belediye Özgürlük Ateşi’nin bulunduğu noktaya Diana Meydanı (Place Diana) adını verdi. Burası oldukça ufak, Kadıköy boğa heykeli meydanı kadar bir yer.
Ahmet Mithat kadınları görmezden gelmeyen bir adam. Onlara karşı duygulu ve müşfik. Bu hassasiyeti onu 36 yaşında hayata gözlerini yummuş genç ve güzel prensesin canını verdiği noktaya götürecekti, eminim. Elindeki çiçek buketini prensesin fotoğraflarının altında bulunan vazolardan birine yerleştirdikten sonra ruhuna dua edecekti. Ardından sağda Eyfel Kulesi, âşıkların aşklarını kilitlediği Alma Köprüsü’nden yürüyecek, birkaç yüz metre sonra direnişiyle meşhur Amerikan Kütüphanesi’nin kapısından girecek, girişte kimlik soran suratsız kadını atlatırsa, hemen sol taraftaki masada kayıt alan genç adamdan kütüphaneyle ilgili malumat edinecekti.
Ahmet Mithat’ın Paris cevelanı, Madam Gülnar’ın kontes annesinin ve oğlunun onlara katılmasıyla yavaşlıyor. Paris’in akla gelebilecek her yerini geziyor. Hatta Sorbonne Üniversitesi’ni, rasathaneyi, darphaneyi ve elbette Versaille Şatosu’nu dahi listesine almış. O şatoyu da diğerleri gibi neredeyse ada, pafta, parsel ve inşa planı vererek anlatan kahramanımızla Madam Gülnar’ın yolları 11. gün ayrılıyor. Madam oğlunu doktor tavsiyesiyle güney Fransa’ya deniz ve güneş tatiline götürecektir. Ahmet Mithat da doktor arkadaşıyla Cenevre trenine binerek İsviçre’ye doğru yola çıkar.
Ahmet Mithat’la birlikte Paris’i dolaşmak beni de heyecanlandıran bir cevelan oldu. Ona tuttuğu detaylı notlar için teşekkür ederken size küçük bir sır vereyim: Ahmet Mithat söylediğine göre dört farklı otelde kalıyor. Ancak ikinci ve dördüncü oteller Paris tarihinde yok. Yani o isimde otel yok. Olsa da söylediği yerde yok. Kim bilir, belki notlarının arasına isim yazmayı önemsemediği için sonradan eklemiştir. Eh, Paris’te bir Türk kitabında, Paris’i görmeden Paris’i yazabilecek yetenekte bir yazar için otel ismi üretmekten kolay ne var?
ÖNCEKİ BÖLÜM:
Önceki Yazı

“Daima tarihselleştir!”:
Paris’teki Amerikalıları bile…
“Gerçeğe yaklaşabilmemiz için 'Daima tarihselleştir!' diyen Marksist düşünür Fredric Jameson, ta seksenlerde kültür sanayisinin bugünlerini öngörmüştü. Netflix ve gündemdeki temcit pilavı dizileri üzerine yazmayı düşünürken onu kaybedince, yazı farklı bir hale büründü...”
Sonraki Yazı

Ayfer Tunç ile söyleşi:
“Bir Türkiye panoraması”
“Politik roman kelimesine karşıyım. Bence her şey politiktir. Yani politika dediğimiz şeyin özünde iktidar ilişkisi varsa, bir aşk romanı da politiktir. Dil politikanın ta kendisidir. Hangi dille yazdığınız bir politika ortaya koyar.”