Ayfer Tunç ile söyleşi:
“Bir Türkiye panoraması”
“Politik roman kelimesine karşıyım. Bence her şey politiktir. Yani politika dediğimiz şeyin özünde iktidar ilişkisi varsa, bir aşk romanı da politiktir. Dil politikanın ta kendisidir. Hangi dille yazdığınız bir politika ortaya koyar.”

Ayfer Tunç. Kitap kapağından ayrıntı. (kolaj)
Şule Karataş: Edebiyatta 25. yılınız vesilesiyle 2014 yılında Nayat Karaköse’ye verdiğiniz röportajda yazmasanız eksik kalacağınız kitabınızın Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi olduğunu söylüyorsunuz. Bu röportajın üzerinden on yıl geçti. Bu süreçte Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Osman ve Kuru Kız’ı yazdınız. Aynı soruyu tekrar sorsam, yine ilk sırayı Bir Deliler Evi alır mı?
Ayfer Tunç: Evet, alır. Gene Bir Deliler Evi olur, çünkü o başka bir format, başka bir bakış açısı, başka bir algılama biçimi. Osman üçlemenin üçüncü kitabı zaten. Kuru Kız ile yeni bir dil ve yeni bir bakış açısı formatına geçmek istedim. Okurun benden beklediğinin tersine, sinemasal anlatının dışında, böyle bir görsel dünyanın dışında, kelimelerin gücüne yaslanan, daha sakin, sade bir hikâye anlatmak istedim. Ama Bir Deliler Evi benim ülkemle meselemin özünü oluşturuyor aslında. Bütün kitaplarım bir şekilde Deliler Evi’ne eklenebilir.
Bir Deliler Evi’ni yazarken “Yazma maceramın en zevkli dönemiydi diyebilirim, yazmaya doyamıyordum” ifadelerini kullanıyorsunuz. Burada işlediğiniz konular aslında sizin edebiyatınızın temel izlekleri. Bunları her kitabınızda farklılaştırarak işliyorsunuz. Bir Deliler Evi’ni yazma sürecini zevkli kılan şeyler nelerdi?
Kitabın yapısı gereği büyük bir özgürlük içindeydim. Aklıma esen karakteri, formatına ya da amacıma uygun olmak kaydıyla kullanabilme şansım vardı, bu birincisi. İkincisi, küçük parçalar halinde yazdığım için, yani romana karakterler girip çıkabildiği için her yeni ve ilginç karakteri bulmak bende çok büyük bir haz duygusu uyandırıyordu. Mesela Menderes Bakış konserve kutusuna basıyor, tetanos olup ölüyor. Böyle sıradışılıkları bulmak beni heyecanlandırıyordu. Bir de şunu unutmamak gerekiyor, bu benim mizah içeren tek kitabım. Kitapta kara mizah ve ironik bir bakış açısı var. İronik bakış açısı da yazma sürecimde beni mutlu etti. Bütün bunlar yazma sürecini çok zevkli hale getirdi. Kitabın yapısı gereği her yeni karakteri eklemleyebilme özgürlüğü yazarken insana büyük bir haz ve imkân tanıyor. Bu da yazma sürecini zevkli kılıyor.
Bir Deliler Evi’nin –Türkçede nadiren rastlanan– belirgin bir özelliği, çok sayıda hikâyenin iç içe geçirilmesine rağmen metnin kurgusunun “düz” ilerleyebilmesi. Romanda fragmanter yapı bütünlük hissi kaybolmadan var olabiliyor. Kitabın sonundaki kişiler dizini de “memleketimden insan manzaraları”nın ne denli kalabalık olduğunu görmeye imkân sağlıyor. Metni kurgularken bu parçalı yapıyı bütünün içinde eritebilme yöntemini nasıl geliştirdiniz?

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi
Can Yayınları
2009
32. baskı, Eylül 2024
536 s.
Bunlar büyük planlar gerektiren işler değil. Daha doğrusu şöyle diyelim. Bütün ayrıntıları planlamanıza imkân yok. Ama sürekli yolu takip edip yolun kimle, nerede kesiştiğini kontrol etmek gerekiyor. Ben bu hikâyeye başladığımda temel birkaç karakterle ilgili yol haritam vardı. Hemen her karakterin hayatını neredeyse yıl yıl yazarak hangi yıl doğmuşlar, nerede okumuşlar, hangi karakterlerle hangi şartlarda karşılaşabilirler, vs. diye çok defter tuttum. Birileri “Excel tablosu mu yaptınız?” diye sormuştu. Excel’i öyle kullanmayı bilmiyorum, belki daha kolay olurdu ama ben defter tutmayı tercih ettim. Tuttuğum defterlere karakter analizlerini yazdım. Benim için asıl önemli olan, karakterlerin temsil edecekleri toplumsal durumdu. Hangi karakter hangi etnik kökeni, hangi toplumsal meseleyi ne şekilde temsil edecek, önemli olan buydu. Bununla ilgili geniş bir döküm yaptım. Bu kolay olmadı tabii ama sürekli kontrol ederek ilerlediğim için zorluğunu asgari düzeye indirdim. Romana başladığımda finalini bilmiyordum. Finale doğru bir yazar aydınlanması yaşanıyor. Ben de finale yakın öyle bir aydınlanma yaşadım. Orada bütün karakterleri toplayıp hikâyeyi Kara Çarşamba anlatısıyla finalize ederek bir bütünlük oluşturdum.
Bir Deliler Evi’ni “bir Türkiye panoraması” olarak değerlendirmek gerektiğini sıklıkla vurguluyorsunuz. Sizi Türkiye panoraması yazmaya iten koşullardan biraz bahsedebilir misiniz?
Ben başta bir panorama çıkarayım diye başlamadım aslında. Bu romanın hikâyesi, Murat Gülsoy ve Yekta Kopan ile Feyyaz Kayacan’ın öyküsünden bir metin oluşturalım diye başladığımız bir çalışmaydı. Onlar başka nedenlerden dolayı çalışmadı. Ben çalıştım. Böyle bir çalışmaya başlayayım diye araştırdığımda Samsun Akıl Hastanesi’nin tarihi karşıma çıktı. Bir paragraftan oluşan ve Osmanlı dönemine dayanan bir tarihti. Ben orada aslında Türkiye’nin panoramasını gördüm. Yani hastanenin bugüne uzanan tarihi bana Türkiye’nin panoramasını vermişti zaten. Amacım orada bir panoramaya ulaşmak değildi, hastanenin tarihine ulaşmaktı ama yazarken bir anda böyle bir panoramik bir hal aldı. Ben de oturup enini boyunu, boyutlarını, tavrını, tarzını oluşturmak için bir çabaya giriştim. Metnin ellide biri ortaya çıkınca bir panorama olacağını hissettirdi ve onun üzerinden yeniden kurgusal bir yapı çalıştım. Oradan da bir Türkiye panoramasına vardım.
Bir Deliler Evi’nde anlatı zamanı Abdülaziz’in katledilmesiyle başlıyor. Romanın ilerleyen kısımlarında da yaşanan her değişim darbelerin, katliamların gölgesinde gerçekleşiyor. Edebiyatın travmatik, trajik olayların tanıklığını yaparken yüklendiği sorumluluğu nasıl tanımlıyorsunuz?
Şimdi burada iki temel mesele var. Birincisi travmatik olay bize özgü bir şey değil. Bütün toplumların tarihi travmatik olaylardan oluşur. Çünkü hayat travmatik bir şeydir. Hayatta travmatik olmayan bir şey yoktur. Hiç kimse benim hayatımda bir travma yok diyemez. Doğmak bir travmadır zaten. Bizim gibi büyük bir imparatorluktan bir ulus-devlete geçen, bir anlamda bakiye toplumlarda travma çok daha büyüktür. Yok oluşun travmasıyla başlarız. Üç kıtaya yayılan haritadan bir kısrak başı gibi uzanan bir Anadolu coğrafyasına sıkışmak zaten travmanın en büyüğü. Dolayısıyla biz bu büyük travmayı aşmanın yollarını da tıpkı travmaya uğrayan kişilerin sağa sola saldırması, çeşitli yanlışlarla hayatlarını devam etmesi gibi yürütürüz. Ben insanların hayatıyla toplumların hayatının çok benzer olduğunu düşünüyorum. Yani süreçler hemen hemen aynı yaşanıyor. İnkârdan kabule, yüzleşmeden devama kadar süreçler aynı yaşanıyor. Toplumsal travmalarla kişisel travmaların süreçleri aynı. Biz yazar olarak bu konuları ele aldığımızda özellikle günümüzde çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Bu travmaları ele alırken benim kişisel olarak kaynağım edebiyat ve inandırıcı tarih. Ama bu inandırıcı tarih resmî tarih değil, gayri resmî tarih değil. Toplumsal bilinçaltında oluşan ve benim açımdan inandırıcı bulacağım ve resmî tarihin ya da gayri resmî tarihin inkâr unsurlarının dışına çıkmış bir tarih. Bu ne demek? Bu şu demek: Tarih aslında bir uydurmadır. Tarih sürekli geçmişi düzeltme çabasıdır. Bugün bir tarih yazılır, dünü düzeltmek amacındadır. Yarın bir tarih yazılacak, bugünü düzeltme amacında olacak. Dolayısıyla biz yazar olarak bu tarihin doğru noktalarını, kerteriz noktalarını edebiyatta bulmak zorundayız. Neden bulmak zorundayız? Çünkü edebiyat çağının tanığıdır ve olanı biteni, yaşananı, o gün doğru ya da yanlış bakış açısıyla anlatır ama ortaya bir oluş koyar. Biz de bundan hareket ederiz. Dolayısıyla edebiyatçının kendince bir ideolojiyi, bir doğruyu ispat etme yükümlülüğü olmadığı gibi, bu yükümlülükle yazmaya başlarsa en büyük yanlışı yapmış olur. Edebiyatçı tarihi ve travmatik dönemleri bir süzgeçten geçirmeli. Tarihî dönemler inkâr üzerine kuruludur. Resmî tarih kendi yaşattığı travmaları inkâr ederek, yok sayarak ilerlemeye çalışır. Cumhuriyet tarihinin başından itibaren tarih böyle yazılmış. Ondan önce Osmanlı tarihi de böyle yazılmıştır. Vakanüvisler onun için değerliydi, çünkü o gün yazarlardı. O gün olanları yazarlardı. O günü yazdığımızda gene çarpıtma tehlikesi vardır ama bugüne göre, yani düne bakıp yeniden yazmaya göre daha az çarpıtılır.

Bugün biz post-truth çağında yaşıyoruz. Yalnız tarih değil, yaşadığımız an bile çarpıtılabilir durumda. Bugünün araçları, bugünün iletişim araçları, bugün kullandığımız her türlü malzeme, yapay zekâ, iletişim kaynakları, sosyal medya dünü değil bugünü, hatta yarını bile çarpıtmaya müsait. Onun için doğruyla yanlışın iç içe geçtiği ve bizim yürüyeceğimiz alanı kaybettiğimiz bir dönemdeyiz. O nedenle çok daha dikkatli olmamız gerekiyor ve edebiyata bugün çok daha fazla iş düşüyor. Edebiyatçılar, sosyal bilimciler olarak bugün gerçekten de çok riskli bir alanda çalışıyoruz. Post-truth çağı aslında yalanın egemenliğini ilan ettiği bir çağ. Hangisi doğru, hangisi yalan, bilemiyoruz. Özellikle yapay zekânın yapabileceklerini dikkate aldığımızda gerçek denen şey külliyen yalan olabilir. Hepimiz en son gördük, Zeki Müren “Parla Marşı”nı söylüyor. Ya bu gerçek olabilir mi? Zeki Müren öldü gitti. O marş bugün bestelendi ama yapay zekâ bunu yapabiliyor. Dolayısıyla gerçeğin tahrifi konusunda ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Onun için bugün gerek bakış açılarımız gerek doğrunun nerede olduğu düne göre çok daha fazla önem kazanıyor. Bugün onun için edebiyatçıların sorumluluğu iki kat fazla.
Sıkça dile getirdiğiniz ve işlediğiniz konulardan biri de memleket meselesi. Bir Deliler Evi yayımlanalı on beş yıl oldu. Romanda Türkiye’nin darbeler, katliamlar ve ötekileştirme politikalarına hayli uzun bir tarihsel dönemden eleştirel bir bakış getiriyorsunuz. Bugün memleket duygunuz, fikriniz aynı mı? On beş yılın ardından bir yazar ve kadın olarak Türkiye’nin dönüşümüne nasıl bakıyorsunuz?
Şimdi bugünden baktığımda tabii ki ona eklemlenir tarih. 2009’dan 2024’e geldik. 2009 yılında yazdıklarımın yeterli olduğunu düşünüyorum. İlginç bir şey söyleyeceğim; bugün baktığımda bazı şeyleri yazamayabilirmişim diye düşünüyorum. O gün daha özgürmüşüz. 2009’da daha özgürce yazabiliyormuşum, daha özgürce eleştirebiliyormuşum, daha özgürce bakabiliyormuşum diye düşünüyorum bugünden baktığımda. Bu maalesef iyiye değil, kötüye gitmiş bir süreç.

7 Eylül günü İstiklal Caddesi, Narmanlı Han’ın önü yıkımdan, yağmadan sonra…
Fotoğraf: 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar - Belgeler Fahri Çoker Arşivi /Tarih Vakfı Yayınları
Bir Deliler Evi’nde Türk toplumunun uluslaşma politikalarına eleştirilerde bulunuyorsunuz ve bu eleştiriler ekonomik, toplumsal ve kültürel açıdan kapsamlı eleştiriler. Özellikle Varlık Vergisi’ni, Ermeni Tehciri’ni, 6-7 Eylül Olayları’nı anlatırken kurguyu oluşturmak sizi zorladı mı; yazma sürecinde bir oto-sansür mekanizması devrede miydi?
Hayır, açıkçası sansürlemedim ama çok tarttım. Yani kendimden emin olmak için çaba gösterdim. Bu da şu demek: Resmî tarihin dışına çıkmak ama mevcut tarihi de gözden geçirmek. Sürekli bir kıyaslama, bir doğruyu kendi el yordamımızla bulma çabası içinde olmak. Ben kendimi sansürlemedim. Dediğim gibi, üzerine çok çalıştım. Çalışarak, çok araştırarak giriştim bazı gerçekleri anlatmaya.
Türkiye’de özellikle 1970’lerde “politik roman” tartışmaları yoğun biçimde sürdürülürken romanın “kolektif olanı bireyselde” temsil etmesi gerektiği sıkça vurgulanıyordu. Bu tartışmalar bir süre sonra “tip” ve “karakter” tartışmasına evrildi. 1980’lerde ise politik roman gücünü kaybetti ve genel kabule göre “birey”in deneyimi öne çıktı. Her ne kadar Bir Deliler Evi’nin yayımlandığı tarihte “politik roman” tartışması sönümlenmiş gibi görünse de, demin söylediğim gibi, sizin romanınızın artalanında yoğun politik göndermeler, sizin deyişinizle “bir Türkiye panoraması” var. Bireysel hikâyeleri anlatırken kişilerin yaşantılarını Türkiye’nin tarihiyle doğrudan ilişkilendiriyorsunuz. Romandaki bu yoğun siyasi artalana işaret edilerek, Bir Deliler Evi’nin –yayımlandığı dönemin genel eğilimine aykırı biçimde– “politik roman” olduğu söylenebilir mi?
Ben politik roman kelimesine karşıyım. Bence her şey politiktir. Yani politika dediğimiz şeyin özünde iktidar ilişkisi varsa, bir aşk romanı da politiktir. Dil politikanın ta kendisidir. Hangi dille yazdığınız bir politika ortaya koyar. Dolayısıyla politik roman diye ayırmak, sınırlamak bana pek anlamlı gelmiyor. Politik roman yerine Deliler Evi’ne toplumsal açıdan duyarlığı yüksek bir roman diyebiliriz. Ben bunu sosyolojiyle açıklamayı tercih ediyorum. Politik bir romandansa sosyolojik bakış açısını kullanmayı tercih ediyorum. Diğer romanlarımda da sosyoloji ve psikoloji atbaşı gider. Roman sadece psikolojik bakış açısıyla değil, arka planıyla bir sosyolojik resim üzerine oturtularak anlatılır. Dolayısıyla sosyolojik roman ya da psikolojik roman diyebilirsiniz ama politik roman değil. Politik roman kavramından hazzetmediğim için kabul etmiyorum. Türkiye’nin panoramasını çıkarmak amacında olan ya da akıl hastanesinin başrolde olduğu bir roman dediğimiz zaman zaten politik bir görüntü ortaya çıkıyor. Politik roman bir taraflılık hissi ortaya koyuyor, yani yazarının bir taraftan baktığı bir roman kanısı uyandırıyor. O şekilde bir algılamaya neden oluyor. Ben solcuyum, dolayısıyla politik romanım sol bakış açısından olmalı fikri ortaya çıkıyor. Benim derdim bu değil. Evet, ben kendimi şahsına münhasır bir şekilde solcu olarak tanımlıyorum ama romanımın böyle tanımlanmasını istemem. Bu doğru değil. Çünkü romanda her tarafa eşit mesafedeyim. Kullandığım anlatıcının ironisi, kullandığım anlatıcının dilindeki sivrilik aslında bu amaçla kurguladığım bir şeydi. Anlatıcı düz bir Tanrı anlatıcı değil. Anlatıcı fikri olan, eleştirisi olan, tırmalayan, alay eden, ısıran bir anlatıcı. Dolayısıyla bütün politiklik orada. Anlatıcı bir karakter. Anlatıcı zaten kişileri anlatırken kullandığı sıfatlarla, alaycı diliyle bir politika ortaya koyuyor. Dolayısıyla burada toplumsal hassasiyeti yüksek ya da sosyolojik roman demek daha doğru geliyor.
Bir Deliler Evi’nde kişilerin hepsi bir noktada cinsellikle sınanıyor. Romanda toplumun farklı kesimlerini temsil eden Kalemkâri Köse Kasım Paşa, Tarkan ve Kız İsmet üzerinden eşcinselliği de ele alıyorsunuz. Bu karakterler eşcinselliğin bedelini yalnızlığa mahkûm edilerek, can alarak, can vererek ödüyor. Günümüzde eşcinsellerin giderek güçlenen dayanışma ağı, onur yürüyüşleri ise nispeten daha özgür bir geleceğe dair umut vaat ediyor. Bugün toplumsal normlarla çatışan bireylerin Türkiye’deki yaşama pratiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cinsellik sadece o karakterler üzerinden değil aslında. Bütün kadın erkek ilişkilerinde, erkek-erkek, kadın-kadın, her türlü cinsellik iması barındıran bütün ilişkiler için geçerli bu panoramada. Türkiye’de cinselliğin dinamosunu ya da Türk toplumunun cinsellikle sınavını görebilmek için Müge Anlı’yı seyretmek yeterli. Türkiye’de cinsellik, cinsellik olarak kalmayan bir şey. İkiyüzlülüğün dışında aile ilişkilerine sirayet eden, cinayete, tacize, tecavüze, öldürmeye, enseste varan bir ilişki bütünü ki, bir kısmını kullanmamış olduğumu görüyorum. Mesela ensest yok kitapta. Halbuki bugün biliyoruz ki, Türk toplumunda çok ciddi bir ensest sorunu var. Kardeşler, amca çocukları, kuzenler, babalar, kayınpederler, dedeler… Bunun kadını erkeği yok üstelik. Bu ülkenin cinsellikle sınavı, aynı kendi travmalarıyla olan sınavı gibi ağır. Bu çok ağır bir sınav ve daha da ağırlaşacak. Düşünün, bugün Müge Anlı denen bir kadın televizyon programı yapıyor ve orada kimin eli kimin cebinde, belli değil. Programdakiler toplumun alt kesimi; ilişkide olduğu adamı kesiyor, doğruyor, kıyma makinesinden geçiriyor. Bu durum benim kitabımın sınırlarını aşacak bir gerçeklik oluşturuyor. Bu gerçekliğin özünde yatan şey cinsellik. Cinsellik Türk toplumunda hiç de görüldüğü kadar ya da sanıldığı gibi değil. Tam tersine, o aile yapımıza aykırı perdesinin arkasında korkunç vahşi, akıl almaz bir cinsellik yatıyor. Bu toplumda enerji çok yüksek; cinsel enerji de çok yüksek. Bu cinsel enerjinin yüksek olma sebepleri nedir, bilmiyorum. Toplumsal günahlar olabilir, sıkışmışlık olabilir, insan ilişkilerinin dürüstçe yaşanmaması nedeniyle biriken potansiyelin cinsellik olarak dışavurumu olabilir. Buna başkaları cevap verse daha iyi olur. Ben yazar olarak sadece gözlemlediğimi söylüyorum. 2009’da yayımlanan Deliler Evi’nden çok daha şiddetli ve ağır bir cinsel panoramayla karşı karşıyayız. Dolayısıyla yunmuş yıkanmış sayılabilir Deliler Evi’ndeki cinselliğin tanımı. Bugün çok daha şiddetli ve çok daha ağır şeyler yaşanıyor.

Onur Yürüyüşü, İstiklal Caddesi, 2018.
Fotoğraf: Gözde Demirbilek
Eşcinselliğe baktığımızda, 2009 yılında eşcinselliğin daha özgürce algılandığını, toplum tarafından da bugünkü bakış açısıyla bakılmadığını düşünüyorum. Bu toplum hâlâ kendi kültüründe ve tarihinde olduğunu bildiği ve inkâr ettiği eşcinsellikle mücadele halinde. Eşcinselliğin bugün diğer toplumsal sorunları örtmek ve onları gözden kaçırmak için kullanılan bir araç olduğu hissindeyim. Eşcinsellik sanıldığından çok daha yaygın, eşcinselliğin aslında toplumsal kabulü, siyasi malzeme olarak kullanılışının çok daha ilerisinde. Toplumsal olarak eşcinsellik belli bir miktarda kabul görüyor ama siyasi anlayış, siyasi anlayışı temsil edenler bunu iki nedenle kullanıyorlar. Birincisi, bunu ortaya koyup siyasi mesele haline getirdiğiniz zaman başka sorunları gözden kaçırıyorsunuz. İkincisi, bir günah keçisi üretiyorsunuz toplumda. Sürekli elinizde bir günah keçisi oluyor. Tabii bu bir yandan da kadın cinayetlerini gözden kaçırmaya neden oluyor. Mesela Deliler Evi’ni bugün yazıyor olsam, çok ciddi bir kadın cinayetleri hattı koyardım. 2009’dan bugüne geldiğimizde aslında eşcinsellikteki hoşgörünün ya da toplumsal anlayışın sertleşmesinin altındaki siyasi nedenleri göstermek; ikincisi, kadın cinayetlerindeki artışı göstermek; bunlar kitaba eklenecek unsurlar olurdu. Bir üçüncüsü de paranın el değiştirmesi sonucu oluşan yeni zenginliğin yarattığı görgüsüzlüğün toplumsal hayatımıza nasıl yansıdığı olurdu. 2009’dan bu yana on beş yıl içerisinde gelişen ana hatlar bunlar olurdu.
Bir Deliler Evi’nin kişilerini düşündüğümüzde, “aklı başında” tek kişinin Türkân Hanım olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkân Hanım’ın Türkiye’nin ötekileştirme politikalarına karşı düşünceleri dikkat çekici. Türkân Hanım’la metinde neyi temsil etmek istemiştiniz?
Türkân Hanım, Cumhuriyet’in kurucu değerlerinden birini temsil ediyor. Doksanlı yaşlarında tarafsızca hayata bakıyor. Türkân Hanım’ın hâkim olması önemli bir şey. Hâkim yargılayan demek. Adaleti temsil ediyor. Türkân Hanım’ın altını sürekli çizdiği şey, Cumhuriyet’in kurucu değerleri meselesi. Türkân Hanım burada sağduyunun temsili; sağduyunun temsili oluşu Cumhuriyet değerlerinin temsili oluşunun kanıtı. Çünkü Cumhuriyet böyle bir sağduyuyla kurulmuş olmasaydı –ki pek çok kesim tarafından tartışılabilir bu söylediklerim ama bu benim inandığım şey elbette– bugüne gelemezdi. Dolayısıyla bugün her ne kadar yeni Türkiye iddiasında bulunulsa da, aslında biz eski Türkiye’nin temelleri üzerinde yürümeye devam ediyoruz. Sonuçta her zaman kazanacak bir sağduyu olduğunu düşünüyorum. Evet, Türkân Hanım Cumhuriyet’in temsili.

Bir Deliler Evi’nin yayımlanmasından on beş yıl sonra bugün romanınızı hem içerik açısından hem de özellikle teknik düzeyde nasıl değerlendiriyorsunuz? Yazdığınız yeni romanların ardından dönüp eski romanınıza baktığınızda yazarlık deneyiminizde bir değişim görüyor musunuz?
Ben her kitabımda farklı bir deneyime açıyorum kendimi. Belli bir yazma tarzım var, bütün kitaplarımı bu tarzda yazıyorum demiyorum. Öyle bir yazar değilim. Tüm romanlarım arasında üslup farklılığı, anlatı tarzı farklılığı görürsünüz. Suzan Defter daha deneysel bir yapı oluşturur. Aziz Bey Hadisesi tahkiyenin modern versiyonudur. Dünya Ağrısı üçüncü tekilin karakter zihninden bir yolculuk yaptığı anlatı tarzıdır. Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura birinci tekilden anlatılan ama karakterlerin zihniyle ilişki kuran ikili bir yapıya sahip romandır. Kuru Kızsadeleşmeyi arzu ettiğim ve tamamen sade bir anlatıya kavuştuğum bir anlatıdır. Osmantamamen farklı bir yapıda yazılmış romandır. Dolayısıyla ben her kitabımda zaten farklı bir üslup arıyorum. Her zaman buluyor muyum? Aramaya devam edeceğim. Şu şekilde yazmam, bu şekilde yazarım diye bir ısrarım da yok. Bakarsınız bir sonraki romanım tahkiyenin modern biçimi olur ya da sadeleşmenin yeni bir biçimi olur. Bilmiyorum ama Deliler Evi’ni tekrar etmeyi düşünmüyorum, çünkü o sürekli kullanılacak bir model değil. Yaptım ve beni de tatmin eden bir sonuçla benim tarihimde yerini aldı. Dolayısıyla oradan devam etmeyi düşünmüyorum.
Bir Deliler Evi’nin Nisan 2024’te 31. baskısı yapıldı. Baskı adetlerini bilmesek bile, böyle bir baskı sayısına Türkiye’de nadiren rastlanıyor. Okurun bu kitabı yoğun bir ilgiyle karşıladığı aşikâr. Siz kitabı yazarken böyle bir ilginin olacağını tahmin etmiş miydiniz? Okurlardan gelen tepkileri de değerlendirdiğinizde, sizce okur bu kitabı hangi açılardan, niçin sevdi?
Hiç tahmin etmedim. Zor bir kitap. Başlarken çok zor bir kitap. Kitabın dünyasına girebilmek için bir elli sayfa okumak gerekir ama Osman’dan sonra hepsi satmaya başladı zaten. Deliler Evi de Osman’dan sonra satmaya başladı. Osman’dan sonra bir keşfedildi diyebilirim, çünkü Osman çok sevildi. Osman’ın bir üçleme olduğu ortaya çıkınca Yeşil Peri Gecesi ve Kapak Kızı’na büyük bir ilgi oldu. Onlara ilgi olunca diğerleri de… Bu arada en çok satan kitap da Suzan Defter, onu da söyleyeyim.
Son olarak, metinlerarasılık bağlamında bakıldığında, “her metnin akrabaları vardır” önermesi ileri sürülebilir. Bir Deliler Evi’nin en açık akrabalarından biri Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları. Nâzım Hikmet iki trendeki yolcuların hikâyelerini tek tek anlatarak 1908 ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki Türkiye’nin panoramasını çıkarıyordu. Siz Türk ve dünya edebiyatından Bir Deliler Evi’nin “akrabası” olarak hangi metinleri görüyorsunuz?
Türk edebiyatında ben göstermesem de arkadaşların gösterdiği Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları. Deliler Evi bu kitapla akraba bir kitap ama yapısal olarak, öyküden öyküye bağlanmasıyla Binbir Gece Masalları’yla da akraba olduğunu düşünüyorum – gerçi onlar bağımsız öyküler, birleşmiyor ama… Binbir Gece Masalları beni çok etkilemiş bir kitaptır. Öyküleme mantığı açısından ona da benziyor.
NOT:
Bu söyleşi MSGSÜ Türk Dili ve Edebiyatı yüksek lisans programında Özge Şahin danışmanlığında Şule Karataş tarafından hazırlanan “Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi Romanında Türkiye’nin Siyasi ve Toplumsal Dönüşümleri” başlıklı tezin tamamlayıcı parçası olarak 9 Haziran 2024 tarihinde Ayfer Tunç’la online yapılmıştır.
Önceki Yazı

135 yıl sonra Ahmet Mithat’ın izinden (IV):
Seine’de bulunan bedenler,
kurbağa bacağı ve Lady Diana
“Hakkını vermek gerek ki, Ahmet Mithat müthiş bir gazeteci. Gezmeye gittiği şehrin morgunu ziyaret etmek –bilhassa o dönemde– ondan başka kimin aklına gelirdi, bilmiyorum.”
Sonraki Yazı

Adaletin Gerektirdiği Hukuk vesilesiyle
İoanna Kuçuradi
“İoanna Kuçuradi’yi bizdeki diğer felsefecilerden ayıran temel özelliklerden biri, felsefi çalışmayı kollektifleştirmesidir. Meselesini büyütür, toplumsallaştırır, başkalarını dahil eder, tartışmayı toplumsal bir etkinlik haline getirir.”