Yüzü Kelebeklerle Örtülü üstüne Nilay Özer’le söyleşi:
“Bu coğrafyada büyük çoğunluğumuz üzüntünün şeklini almış durumdayız”
“Aklımı, vicdanımı, özgürlüğümü okuryazarlıkla geliştirdikçe şiirimin de açıldığını, biçimsel olarak rahatladığını, kendi potansiyelini köşeye sıkıştıran engellerden kurtulduğunu fark ediyorum. Tematik olanın geri plana çekildiğini görüyorum.”

Nilay Özer
Korkuluklara Giysi Yardımı yeni çıktığında Edebiyatta Üç Nokta dergisinde (2015) ortak bir söyleşi yapmıştık. Zaman çok hızlı akıyor! İtiraf etmeliyim ki, nicedir bir kitabın ismi beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Bir sosyal medya platformunda kapağını gördüğümde, bu isim bir şimşek hızıyla bana Stanley Kubrick’in Gözleri Tamamen Kapalı filmini hatırlattı. Aslında ‘kelebek’ sözcüğünü tek başına düşündüğümde şiirsel metinler için klişe bile sayabilirim. Ancak kitabın ismindeki diğer iki sözcükle öyle bir simya yakalamış ki, gerçekten anlatması güç. Yüzü Kelebeklerle Örtülü, kitaptaki bir şiirin de ismi aynı zamanda. Bu açıdan başlık olarak seçmek doğal sayılabilir. Fakat onlarca imgenin arasından bu üçlüyü seçmekte nasıl bir duyarlık etkili oldu, anlatabilir misiniz?
Kitabın ismi “gerçekleşen bir şiir”den geliyor. Yazılmamış/yayımlanmamış ama deneyimlenmiş şiirler vardır. Bir anda olup biter. Zihinde bir düğümün çözülmesi gibi. O ânın “aura”sının zorunlu kıldığı bir ruh halinde, mırıldanarak kesintisiz ve her şeyiyle tam bir şiir okurum; bazen de aynı anda şiirden taşan bir atmosferin, bir oyunun içine çekilirim. Mırıldandığım şiiri kâğıt kalem bulunca ya da telefona not etmek istediğimde çoğu zaman aynı sözcük istifiyle, aynı ritimle hatırlayamam. Sesin ve sentaksın kaybı şiirin de kaybedilmesi demek. Bu şiirler bir kez ve tek başıma deneyimlediğim bir fenomen olarak gerçekleşir. Yürüyordum. Toprak bir yol, sonbahar, yakındaki gecekondu mahallesinden yükselip bulunduğum çukura çöken ağır bir kömür kokusu vardı. Yapışkan, kötü bir an. Gözlerimi kapattım, bozkırdaydım. Dünyaya fırlatılmış, kimliksiz, çıplak, henüz dil bahşedilmemiş bir hayvan-insan. Sadece görüntülerini, kanat çırpışlarını, uçuşlarından doğan esintiyi duyusal bağlamda yaşayarak bir kelebek sürüsü çağırıyordum. Sonra üstüme doğru uçan bir kelebek sürüsünün içinde yok oldum. O ânın içinde mırıldandığım şiirin eksik ve yanlış bir halidir kitaba ismini veren. Halüsinasyon ya da gündüz düşü değil anlattığım. İnsan zihninin böyle kaçışları, sızıntıları ya da tasarımları var. Çoğu zaman yok oluyorum bu tür şiirler gerçekleşirken. Otlar tarafından yutuluyorum, siste çözünüyorum ya da güvemsi, toprak rengi kelebek sürüsü tarafından örtülüyorum. Sanırım doğayla birlikte titreşme arzusuyla, döngüde gezinme isteğiyle ilgili. Şeylerin dışında kalmak ve sınırlarının olması değil de, varlığın içinden geçme ve onlarla bir olma ihtiyacı.

Yüzü Kelebeklerle Örtülü
Everest Yayınları
Eylül 2024
80 s.
Kitabı belirleyen asıl kavram “yüz” olduğu için kitabın adı bu olsun istedim. Yüz, bendeki anlamıyla yaşamın yüzü. Öteki insanların yüzleri, nesnelerin yüzleri ve yüzeyleri, kendi yüzüm, kendi içimin yüzleri, öyle ya da böyle deneyimlenmiş anlardan bende kalan yüz(ey)ler. Epizotlar, fragmanlar, kesitler, duyularla algılanabilir sınırlı bir dünya… Anların içinden geçerken muhatap olabildiğim yüzeylerin azlığı, hep bir şeyleri kaçırıyor olmak, deneyimin kendisinin ele avuca sığmazlığı, bir yanılgının ya da simülasyonun güvensizliği… Hayatın ağrısının, derdinin, yanlışının yüzleri, yüzeyleri doğru okursam görünür olacağı ve herkese görünür olacağı umudu. Herkesin yüzü, her şeyin yüzeyi, belli bir yaşam kesitinin bütün yüzeyleri sonsuz göstergeyle dolu. Kelebekler o göstergelerin uçucu doğası, anlamın sabitlenemezliği, her şeyin çevresinin bir titreşimle, oluş halinde bir belirsizlikle örtülü olması gibi anksiyete yaratan bir halle ilgili. Yüzlerde ve yüzeylerde gördüğüm, okuduğum şeyler duygusal karşılıklar yaratıyor ve hiçbir şey sabit, yerleşik ve güvenilir değilken bu duygular güvenilir geliyor bana. Yüzler ve yüzeylerle duyularım ve duygularım arasındaki etkileşim beni ve kendi deneyiminde bu etkileşimi önemseyen herkesi daha derinlikli bir idrak ve etik seviyesine taşıyabilir diye düşünüyorum. Edith Wharton’ın “Yanlış düşünebilir, yanlış anlayabilir veya yanlış yapabilirsin ama yanlış hissedemezsin” derken ifade etmeye çalıştığına yakın bir şey söylemeye çalışıyorum. Son on yılda duyular, duygular, duyu sosyolojisi, duygu sosyolojisi, imajlar, deneyimler, fragmanlar, yüzeyler hakkında çok okuyup düşündüm.

Descartes’ın duyu verileri aracılığıyla dünya hakkında bilgilenen özne tasarımından diyalektik materyalizmde duyuların önemine, bir “bilimlerin bilimi” oluşturmaya çalışan Aleksandr Bogdonav’un insan duyularının geliştirilmesine atfettiği değere kadar çeşitli iddialar ve görüşler… Nesneyi, doğayı, insanı, hayvanı, toplumsal travmayı, savaşı, yoksulluğu kavrayışımızdaki ve tepkimizdeki yetersizliği giderecek bir yöntem arayışı. Sınıfsal farklılıkların sebep olduğu “ayrım”ı aşacak bir şey. Yüzü Kelebeklerle Örtülü bende böyle bir bariyerin, bu bariyeri yıkacak bir arayışın da adı.
İlk bölümde iki uzun anlatı şiir yer alıyor. Geçtiğimiz sene Yusuf Koşal ile yaptığınız söyleşide “‘bir elbise bazen anıları taşırır’ diyor İlya” şiirinde gerçekte var olan bir kuyu ustasından bahsettiğinizi söylemiştiniz. “1980’de bir masanın örtüsünü seriyor / 1955’te bir masadan kalkan elim…” Şiirdeki özne bu dizeleri söylüyor şiirin bir yerinde. Toplumsal hafızada acıyan sayfaları işaret ederek… Bunları ele alarak düşündüğümüzde, iki şiirin de “ödünç yüz” başlığında yer almaları bir temsil fikrini, başka bir kimliğin ontik varlığıyla dünyayı algılama ve onun adına da söz almak için konuştuğu bir şiiri mi anlatmalı bizlere?
İlya Çarligis ilk kitabım Zamana Dağılan Nar’da “Manolya” başlıklı şiiri ithaf ettiğim kişilerden biriydi. 1989’dan beri Çengelköy’de yaşıyorum. 19. yüzyıl ortasına kadar nüfusunun tamamı Rum olan Çengelköy’de benim çocukluğumda 15 hane kadar kalmıştı Rumlar. Hep onlarla yakın olmak, kaynaşmak arzusu içindeydim ama son derece kapalılardı. Evlerine girip sohbet edebildiğim, gönlümce bir emek ve dostluk ilişkisi kurabildiğim sadece İlya Amca ve eşi Anna oldu. İlya bir tesisatçı ve bir kuyu ustası, evet. Bir süre madende de çalışmış. “İstanbul’un en yoksul Rumları biz olabiliriz” derdi. Madene girmeden bir fotoğraf çektirip göndermiş Anna’ya. Altında siyah bir pantolon ve ayağında çizmeler var. Belden üstü çıplak. Kaslarını şişirerek gülümsemiş. Bir “iyi ve güçlü olma hali” yakalayıp göndermek istemiş aslında karısına; oysa o fotoğrafa bakarken yüzünün aldığı çileli hali unutamam. Çok fazla hikâye kaldı ondan; tabii bunlar kişiye özel şeyler. Ben şiirleri isimlerini kullandığım kişilerin yaşamlarını şiirleştirerek kurmadım. Bir kurmaca dünya yarattım daha çok. Bu kurmaca dünyaya olabildiğince az şey almaya çalıştım dinlediklerimden. Burada bir etik mesele devreye giriyor çünkü. “ödünç yüz” başlığı tam olarak anladığınız gibi. Bir temsil niyetiyle kullanıldı o başlık. Başkasının yüzünün arkasındaki deneyimi söyleyebilmek. O yüzü giyinmek ve o yüzden dinleyebileceklerimizi anlatmak. Bu şiirlerde Marikula da, İlya da bir anlatıcı konumunda. Dramatik monolog diyebileceğimiz bir teknikle anlatıyorlar. Aslında bir çeşit sosyolojik şiir yazmak istedim. Kuzguncuk’taki kilisenin papazının İlya’ya hediye ettiği çini soba tek başına bir şiirdi. Anna’nın genç kızken bir şapkacı dükkanında çalışması falan… Okumalar yaptım. İnsanlarla konuşmaya çalıştım. Elinde kâğıt kalemle koğuşları dolaşıp insan hikâyeleri toplayan Nâzım Hikmet’in yöntemini kullanmaya da çalıştım. Maalesef kapılar kapalıydı. Hem 6-7 Eylül olaylarında hem 1980 darbesinde çok yara almış insanların iyileşmemiş korkusunu gördüm. Mesela albümlere bakma, ‘60’ların ‘80’lerin fotoğrafları hakkında konuşma teklifime kimse olumlu yaklaşmadı. Gözlemlerimde beni en fazla sarsansa, bu insanların üst üste serilmiş iki yaşam yüzeyini bir arada görüyor olmalarıydı. Şimdiki zamanda bir apartmana, bir bahçe duvarına bakarken bir zamanlar orada bulunan Rum evini, o evin insanlarını görüyor ve anlatıyorlar. Dahası, artık ben de görüyorum onları.
İkinci bölümde sanki biraz daha benin tarihine giriyoruz. Tanıklıklar, deneyimler üzerinden bir okuma yapılmış gibi. “üzüntünün şeklini almış bir köpek / beni öylesine değiştirdi ki / yaşayamıyorum eski yüzümle…” Biraz bağlamı dışına taşırarak soracağım ama bir şair olarak, bu ülkede yaşayan bir paydaş olarak yeni bir yüz nasıl kazanılabilir?

Yüzü ve yüzün göstergelerini değiştirmek çok içeriden gerçekleşen bir şey kanımca. Bir insan yüzünün bize ne anlattığı, belli bir yaşa geldiyseniz, toplumdaki profillerin, halkların, grupların ekonomik ve sosyal koşulları, kökenleri, kimlik ve aidiyetleri, nelere karşı hayatta kalma savaşı verdikleri, psikolojileri konusunda temel düzeyde bilgi sahibiyseniz size yavaş yavaş aşikâr olur. Çaresizliğin yüzü, yoksulluğun ve yoksunluğun yüzü, bu bir madunun yüzü, doğduğundan beri asla sevgi görmemiş, açlık ve şiddetle bükülmüş hayvanların yüzleri, sosyal refah göstergelerinden yoksun, kötü ve eşitliksiz yönetilmiş bir şehrin yüzeyleri… Hepsi çok okunaklı yüzler değil mi? Ataerkil ve feodal kodlarla işlenmiş hegemonik bir erkeğin yüzü mesela. O yüzün mimikleri, anlatımı, kaş çatması, ağız kilitlemesi, göz kısması… Bunları değiştirmek için bilgi, birikim, dünya görüşü, politika, felsefe değişikliğinin içselleştirilmesi ve kişiliğin performe edilişinin değişmesi gerekiyor. Judith Butler’ın cinsiyetin performatif olduğunu söylemesi gibi bir şey bu. Bir bireyselliği tekrarlayan performanslar halinde deneyimlerken dışarıya yansıyan yüzümüzün ya da bütün bedenimizin kendini anlatışı, elimizi kolumuzu nasıl hareket ettirdiğimiz, duruşumuz, oturuşumuz, bir talebimizi dile getirirken kaşımızın gözümüzün rahatlığı ya da tedirginliği elbette hem oluş halimize etki eden hem de o oluş halinin tekrar tekrar performe edilmesini gerektiren ekonomik, psikolojik koşullar, hiyerarşiler, ayrımlar tarafından belirleniyor. Bir acıyı, yenilgiyi, itaat edişi, bir ölüme yatışı insan ve hayvan yüzlerinden, evlerin cephelerinden, sokakların bakımsızlığından okuyabiliyoruz ve hiçbiri kolay kolay değişmiyor.

Cansever
Edip Cansever, “Dipsiz Testi” şiirinde “Zengin de olsan yoksulluğun gitmez” derken, göze görünen bu tür bileşenlerinden söz ediyordu belki kişinin. Barınaktan alınmış bir köpeğin aylarca bir kez olsun mutlu ve huzurlu görünmemesi gibi. Sonsuz ve süresiz bir şekilde bakım, sevgi, güven bulduktan sonra yüzleri de, hareketleri de değişiyor. “Üzüntünün şeklini almış bir köpek / beni öylesine değiştirdi ki” dizeleri kişisel tarihimde büyük bir kırılma ânının yansıması. Çünkü hayvanların sömürülme tarihine, hayvan özgürlüğü meselesinin politik boyutlarına dair daha üst düzeyden bir kavrayış yakaladım. Hayvan hakları, vegan ve vejetaryen teori ya da feminist-vejetaryen teori yeni yollar açtı zihnimde. Bu coğrafyada büyük çoğunluğumuz üzüntünün şeklini almış durumdayız. Değişmek ve değiştirmek için her canlının sürdürülebilir “değerli olma hali”ni mümkün kılmamız gerekiyor. Büyük bir savaşımla mümkün bu. Bütün otoriteler, kültür, yasa, siyaset ne kadar değersiz olduğumuzu haykırırken, insan hakları kültürünün, hayvan hakları kültürünün zerresinin olmadığı bu yerde bütün dış dünya her canlıya ne kadar değersiz olduğunu aynalarken, çok kişi bunları düşünecek bir aşamaya bile gelmeden göçüp gidiyor. Yeni bir yüz kazanmak pek çok cephede kazanmakla ilgili.
“çevrimiçi müze gezisi ve uzayan üzüntünün şarkısı” adlı şiiriniz önce izlenimci bir şiir gibi başlıyor, fakat dijital çağın içerisinde hakikat ve yanılsama gibi kavramlara göz kırpan bir tavırla serimleniyor. Şiirde mükerrer şekilde yer eden ‘saykodelik’, ‘fraktal’ gibi ifadelerle beraber ele aldığımızda, bu şiirde nasıl hesaplaşmaya girişiliyor?
Bu kitabın oluşma süreci içinde Covid 19 pandemisi yaşandı. Bazı müzeler çevrimiçi gezi için olanaklar yaratıyordu, hatırlarsınız. Ben de hepsini gezmeye çalışıyordum ekrandan. Tuhaf bir deneyimdi. Frida Kahlo müzesi canlı canlı da görmediğim bir müze. Uzak bir hedef zaten, gidip görmesi çok kolay değil. Bahçesi, renkleri falan çok etkileyiciydi. Birkaç kez tıkladım o linklere, Frida’nın izlerini taşıyan o mekânın duygusunu yaşamak için.
Onlardan birinde, 2018’de New York Metropolitan Müzesi’ni gezerken aldığım notları hatırladım ve defterimi arayıp buldum. Sahiden müzenin salonlarını, koridorlarını adım adım katederken düşündüklerimi, bazı yapıtların verdiği esinle zihnimde oluşan şiir uçlarını yazmışım dağınık bir şekilde. Sonra Metropolitan’ı bir de çevrimiçi turladım. Salonu, heykeli, resmi ekranda büyütmek, detaylara bakmak, açıklamaları okumak falan bambaşka bir tecrübe. Müzede yer alan tarihsel nesneler ya da sanat yapıtları zaten hikâyesinden, mekânından kopmuş, bir kurgu içinde sunulmuş, bir metinle/bilgiyle tamamlanma ihtiyacı duyan şeyler olarak görünür gözüme ama bu durumda müzede bile değilsin. Mekânın ikinci kez, bütün duyularıyla kaybedilmesi var. Benjamin’in “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” başlıklı yazısındaki savlarını düşündüm ister istemez. Sanat yapıtının çoğaltma teknolojileriyle birlikte biricikliğinden gelen ve izleyicisiyle baş başa kaldığı andaki aurasını yitirmesi meselesi. Bazı görseller açılırken ekran piksellerine ayrılıyor, bağlantı zayıflıyor, heykelin etrafında bulanık bir görüntü oluşuyor falan. Ekrandan erişmeye çalıştığın şeyin de yüzü örtülü.
-1763063991.jpg)
Fotoğraf: Kadir İncesu
İlk aldığım notlarla başladı şiir. “Uzayan Üzüntünün Şarkısı” müzede gördüğüm bir resme verdiğim bir isimdi. Belki bütün müze fikrinin, müze gezmelerim sırasında hissettiğim duygunun ismi. Orada da aristokrasinin, burjuvazinin zaferi gibi sizi karşılayan bir sanat tarihi vardır çünkü. Bazı sütunlara, altın kaplama İsa’lara falan bakarken belli bir yerdeki burjuva sınıfının yatırımını da görürsün. Ya da kölelerin o taşları nasıl taşıdığını hayal edersin. Sanayi Devrimi’nin içinden geçersin falan. Ben de bunlara dair dizeler yazmışım. O dizeler bir kurgu etrafında toplanmaya başladılar giderek.
Müzelerin uzun koridorları boyunca birbirine benzeyen İncil sahneleri, Meryem ve bebek İsa resimleri vardır, malum. Bu tekrarlayan figürler bir süre sonra bana bazı uyuşturucuların etkisinde yapılmış psikodelik dediğimiz resimleri, fraktaller halindeki geometrik desenleri hatırlatmaya başladı. Pandemi öncesi “post-truth” kavramı ve hakikatin önemsizleşmesi zaten çok konuşuluyordu. Pandemi ise ekranla ilişkimizi katbekat artırdı. Müzede gördüklerim psikodelik sanat örnekleri değildi, fraktallerle kurulmuş da değillerdi ama ekranla olan ilişkim yüzünden işin içine algoritmalar, matematik, mekânın kaybı, pandemide olup bitenlerin yarattığı kaos falan eklenince, baktığım her şeyi aşırı aydınlık, çok parlak, tekrar eden, kaotik bir ortam içinde düzen kurmaya çalışan aklımın yansıması gibi okuyordum. Yalan haberlere, fotomontajlara, algı operasyonlarına boğulduğumuz, nefret konuşmalarıyla kutuplaştığımız bir dönemdi. Salgın bütün yüzleri maskeli hale getirdi. Hakikatin önemsizleşmesine mekânın kaybı eklendi ve pandemisiz bir dünyanın bütün eşitsizlikleri karantina koşullarında daha ağır bir şekilde tekrar etti. Herkes can korkusuyla evine kapanırken işçilerin fabrikaya gitmeye devam etmesi gibi. Değişen zamanlar ve koşullar içinde tekrar eden yapılara kafayı taktığınızda her yerde fraktaller görebiliyorsunuz.
Zamana Dağılan Nar’dan Yüzü Kelebeklerle Örtülü’ye çeyrek asırlık bir süre geçmiş. Bu süre zarfında biraz dışarıdan kendinize bakmaya çalışırsanız, şiirinizde en başat ne gibi değişimler, dönüşümler yaşanmış diyebilirsiniz?
Zamana Dağılan Nar 17-23 yaşlarımdan şiirler içeriyor. Her şairin ilk kitabı başlangıç noktasını gösterir ve ömrü boyunca yazdıklarının da anahtarı niteliğindedir. Ben büyük bir kültürel sermayeyle başlamadım. Aklımı, vicdanımı, özgürlüğümü okuryazarlıkla geliştirdikçe şiirimin de açıldığını, biçimsel olarak rahatladığını, düzlem atan, kendi potansiyelini köşeye sıkıştıran engellerden kurtulduğunu fark ediyorum öncelikle. Tematik olanın geri plana çekildiğini görüyorum. Değişen şeylerin yanı sıra devam edenler de var. Anlatı şiirin, türler arasılığın olanaklarına sahip çıkıyorum. Şairin kendisi hakkında bir beyanatı olarak nitelendirilebilecek lirik şiirle, personaların konuştuğu, kurmacanın unsurlarından ve anlatım tekniklerinden yararlanan anlatı şiir hatlarını bir arada sürdürüyorum. İlk kitabımdan bu yana birkaç kez tekrar eden imgeler olmuş örneğin. Her şairde bulguladığım bir şey bu. Marguerite Yourcenar’ın Rüya ve Kader kitabında yapmaya çalıştığı şey, tekrar eden rüyalarından yola çıkarak kaderini ortaya çıkarmaktır. Şiirlerde tekrar eden izlekler, dönüp dolaşan yeniden gelen imgeler, farklı biçimlerde ortaya çıkan sorunsallar da şairin kaderini örüyor diye düşünüyorum.
Şairlerin kendi şiirlerini seslendirmede çok başarılı oldukları söylenemez. Lakin bu konuda bazı istisnalar da oluyor. Naçizane sizin de böyle bir hitabet gücünü taşıdığınıza inanıyorum. Bütün yapıtlarınızı sıralı olarak böyle kayıt altına almanız okurlarınızı mutlu eder kanımca. Bu fikre nasıl bakarsınız?
Teşekkür ederim. Ben de şairlerin şiirlerini okudukları kasetlerle büyüdüm. Nasıl heyecan verici ve bağlayıcı olduklarını iyi bilirim. Sözcüklerin, dizelerin tonlama ve vurgusunu yakalamak, şairin niyetine yaklaşmak için de çok özel bir yoldur. Heyecanla kabul ederdim böyle bir teklifi.
Son olarak Nilay Özer’in şiiri gelecekte nereye doğru yol alacak. Gelecekle ilgili bir yol haritanız var mı?
Yaş ilerledikçe ne yapmak, nereye doğru yol almak istediğinizi daha iyi biliyorsunuz. Birkaç şiir dosyası var elimde. Önce “Meditasyonlar, Marazlar” altbaşlıklı dosyayı tamamlamak istiyorum. Bitmemiş, henüz yayımlanmamış dosyalar hakkında çok konuşmak istemem ama uğraştığım dosyalar artık bütünsellik içeren, pek çok açıdan planlanmış kitaplar olacak. Resimlenmiş, nesnelerle desteklenmiş, deneysel yanları olan, performansla etkileşimli, otobiyografik kitaplar gelecek. Eskiden de bu tür kitaplar hayal ederdim ama bunları gerçekleştirmek için kendi yaratıcılığınızı maddi/manevi destekleyecek bir olgunluğa ermeniz gerekiyor. Ayrıca şiirin uzun tarihi boyunca şiir yazmak, okumak ve şiiri incelemek üzerine yazılmış kitapların oluşturduğu birikimden yola çıkarak ben de kendi deneyimimden doğmuş bir deneme yazmak istiyorum. Mayakovski’nin Şiir Nasıl Yazılır?, Borges’in Şu Şiir İşçiliği, Jay Parini’nin Şiir Neden Önemlidir?, Jean Pierre Siméon’un Şiire Kısa Övgü kitapları gibi. Benim kuşağımın artık bu tarz kitaplar bağlamında da üretken olmaları gereken bir dönem. Kendimi anlatmama olanak veren sorularınız için kalbî teşekkürle…
Önceki Yazı

Bugünleri anlamak için de…
“İki ayrı suçtan tutuklanıp bunlardan birinden tutuklandıktan yaklaşık iki yıl sonra mahkeme kararıyla tahliye edilen; dört ay sonra da ikinci suçtan beraatine karar verilen sanığın tam tahliye edilmek üzereyken dört ay önce mahkemenin re’sen verdiği kararla tahliye edildiği birinci suçlamadan yeniden tutuklanmasını; bunun bir ay sonrasında bu kez üçüncü bir suç nedeniyle tutuklanmasına karar verilmesini ve mahkemenin daha önce re’sen tahliye kararı verip sonra da yeniden tutuklama kararı verdiği suçla ilgili tutuklama kararını ikinci kez kaldırmasını; bundan iki yıl sonra da sanığın daha önce beraat ettiği suçtan mahkûm olmasını, ama iki yıl cezaevinde kalmasına neden olan üçüncü suçtan beraat etmesini hukuki mevzuat dahilinde tartışmak mümkün mü?”
Sonraki Yazı

2024 yılında şiire dair
“Nilay Özer’in Yüzü Kelebeklerle Örtülü (2024) adlı yeni şiir kitabında ilk dikkati çeken öğe, daha önceki kitaplarında olmayan bir biçimde dilde ortaya çıkıyor. Türkçenin tınısı, dinginliği ve sakinliği pürüzsüz bir biçimde, ayırıcı bir özellik olarak mevcut bu şiirlerde.”