• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Yücel Kayıran ile söyleşi (I):

“Toplumsal barış, şiirimin ütopyasıdır.”

“Türkiye’deki entelektüel solun son yıllarda çok hovarda olduğu kanısındayım. Neredeyse kendi klasiklerini terk etmiş bir görüntü veriyor. Sömürü ilişkilerini analiz etmeyi bıraktı, neredeyse olup bitenin sadece seküler olup olmadığıyla ilgilenir durumda. 'Teorileri kullan at' politikası izliyor sanki. Entelektüel solun kendi teorik azmini yeniden tanımlaması gerekiyor.”

MESUT VARLIK

@e-posta

SÖYLEŞİ

2 Mart 2023

PAYLAŞ

Yücel Kayıran, Türkçe şiirin en ayrıksı şairlerinden biri. Yazılarıyla eleştiri literatürümüzü genişlettiği gibi, şiirleriyle de farklı bir yeri işgal ediyor. Yeni şiir kitabı Stasis bir yanıyla şimdiye kadarki şiir patikasının bir devamı niteliğinde, bir yanıyla da, kendi deyişiyle bu yolun sonunu işaret ediyor.

Stasis’ten yola çıkarak şairle kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. İki parça halinde yayınlanacak söyleşimizin ilk bölümünde Kayıran’ın şiir dünyasına daha genel bir bakış sergilerken, ikinci bölümde Stasis’in dizeleri ve anlamları arasında bir yol kurmaya çalışacağız.

 
 
 

“Stasis” Yunancanın yaman, içinden çıkılması kolay olmayan sözcüklerinden, kavramlarından biri. Hem ayaklanma hem bozulma anlamlarına gelebiliyor. Bir dizede belirttiğiniz gibi, “toplumsal uyumun testi” olarak mı okumalıyız bu kitabınızı?

Eğer kitabıma ilişkin bir sorunsal belirlenecek ise, bu sorunsal sanırım iç savaş ideasıdır. Hem ruhani olarak, tekil olanın iç dünyasında meydana gelen iç savaş hem içinde yaşanan birliktelikteki iç savaş. Ama bu kadar değil, hem içinden gelinen aile içinde yaşanan iç savaş hem de toplumda ve siyasi bütünde yaşanan iç savaş. Belki de daha önemlisi, kitabımın odağı bakımından, bu iç savaşın hep devam eden, tekrar eden bir şey olduğunun da gösterilmesidir. Söylediğiniz gibi stasis yaman bir kelimedir; kelimenin “ayaklanma” gibi bir anlamı da var ama “ayağa kaldırma”, “sabitleştirme”, “ötekileştirme”, “durağanlık” anlamları daha önemli. Karşıt tarafları ayağa kaldırma, ötekileştirerek sabit ve durağan hale getirme... Sözgelimi ötekileştirmenin amacı nedir, neden yapılır? Stasis kelimesi bunlar üzerinde düşünmemiz gerektiğini söyler bize.

Yücel Kayıran
Stasis
Everest Yayınları
Kasım 2022
224 s.

Ötekileştirmek, bir uyuşmazlık yaratmak demektir. Ötekileştirmenin amacı, öteki olarak görülenle arasında bir uyuşmazlık yaratarak onun sabitleştirilmesi, durağan hale getirilmesi, yani gelişmesinin engellenmesi durumudur. Böylece kendi taraftarlarınızın önünü açarsınız. Stasis, kavramsal bakımdan, bölünmenin eşiğine kadar karşıtlaştırma, iç savaşın eşiğine kadar ayrıştırma anlamına gelir. Stasis’in bu anlamı çok önemli ve yaşanan bir durumdur. Platon’un terimiyle söylersem, stasis bir tür iç savaş ideası anlamına gelir.

Stasis, eunomia kelimesinin, yani toplumsal uyum durumunun, siyasal birlik durumunun karşıt durumunu oluşturur. Toplumsal uyum, yani barış, benim şiirimin belki de ütopyasıdır. Nasıl bir barış? Sadece siyasal bir barış değil, aynı zamanda tinsel ve manevi bir barış... Şimdi Stasis ile birlikte benim ilk şiir kitabım Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu da yayımlandı. 25 yıldır baskısı yoktu. Geriye dönüp baktığımda, ilk şiirlerimin temel problematiğinin de stasis durumu olduğunu, bir barış hayali olduğunu görüyorum. Hem tekil düzlemde, yani bireyin iç dünyasında, maneviyatında yaşanan bir iç savaş ve barış özlemi hem toplumsal, siyasal ve tarihsel düzlemde yaşanan iç savaş ve barış ütopyası. Albert Camus bir yerde baskıya direnmeyen yazarın soylu bir yazar olmadığını söyler. Bunu her şeyden önce şair için düşünmemiz gerekir.

“ŞİİRDE SÖZ KONUSU OLAN DÜŞÜNCENİN KENDİSİ DEĞİL, HAREKETİDİR”

Felsefi metinler kaleme almak yerine felsefi şiir yazmak nedendir? Nedir şiiri metinden daha tercih edilir hale getiren sizin için?

Çok güzel ve zor bir soru, teşekkür ederim. Felsefi şiirden dolayı sorulan bir soru ya da ben öyle algılamak eğilimindeyim. Felsefi şiirin derdi, düşünce veya onu taşıyan kavram değil, düşüncenin benim zihnimde nasıl hareket ettiğidir. Felsefi metin orada değişmeden durur, sonsuza kadar... Sözgelimi Aristoteles’in metni, değişmeden sonsuza kadar orada duracaktır. Ama o metnin zihindeki yeri metindeki gibi statik değildir. Şiirde söz konusu olan düşüncenin kendisi değil, düşüncenin hareketidir, düşüncenin insana ne yaptığıdır. Şiirdeki düşünce, hareket halindeki düşüncedir. Biz bir eylemi gerçekleştirirken o eylem halinde yalın değiliz ki; bize bir düşünce eşlik eder, o düşünce bizi yönetir. Başka bir deyişle, şiiri sadece duyu verilerine indirgeyemeyiz. Şiir sadece deneyimi dile getirmez; deneyimle birlikte, bizi o deneyime götüren ya da alıkoyan düşüncenin bizdeki biçimini de içerir. Duyu verisi bize ulaştığı andan itibaren düşünmeye başlarız. Kuşkusuz saf düşünme değildir bu. Bin yıllardır oluşmuş kanıların, yargıların ağırlığı… Duyu verisi karşısında a priori işlev görür. Kant bize bu konuda yardımcı olabilir, çünkü bu meselenin başlangıcında o var. Bizde son yıllarda moda olan bir kelime var, “deneyim”... “Sizin için nasıl bir deneyim oldu?” deniyor ya.. Deneyim kelimesi Aristoteles’ten beri var ama Kant onu modern bir bağlam içine oturtur. Bir tür karşıtlığı dile getirir bu bağlam. “A posteriori” der Kant, deneyden gelen bilgi... Ve “a priori” der, deneyden gelmeyen bilgi... Deneyden gelmeyen, yani aklın ya da anlığın ürettiği bilgi.

Biraz serbest düşünmek istiyorum. Matematiksel bilgi gibi, kimi kanaatler, dinî kavramlar, itikat edilen değerler de burada yer alır. A priori olan ile a posteriori olan sürekli bir temas, bir mücadele halindedir. Biraz önce iç savaştan söz ettim. Sözünü ettiğim temelde a priori ile a posteriori arasındaki savaştır. O âna kadar bildiklerimizle, deney yaşantısından gelen arasındaki mücadele, savaş... Ama bütün bunlar, sizin ikinci sorunuza bir cevap değil.

Şiiri felsefi metinden daha tercih edilebilir hale getiren şey nedir? Bu belki de bütünden vazgeçemeyiş... Felsefe böler, ayırır, netleştirir ve sizi taraf kılar. Sanırım şiirin ayırıcı özelliği burada. Şairlik, karşıtların oluşturduğu bütünden vazgeçememe halidir. Bu nedenle siyasetin de üstünde yer alır. Bütünü görmek, bütünden dünyaya bakmak vazgeçilmezdir. Belki karşıtları karşıt görmemek bir yanılsama. Zaten vazgeçilmez olan bu yanılsama içinde hakikati görmek. Şiir tercih edilen bir şey midir? Daha çok o sizi tercih ediyor.

“ŞAİRLİK, KARŞITLARIN OLUŞTURDUĞU BÜTÜNDEN VAZGEÇEMEME HALİDİR.”

Felsefi Şiir kitap olarak 2007 yılında yayımlandı ama oradaki yazılar 2000’lerin ilk yıllarında dergilerde çıkmıştı, yani yirmi yıl oldu. Felsefi Şiir bir poetika olarak o yıllarda, şiirimizin problemlerinden hareketle, bu problemlerin aşılması amacıyla yazılmıştı. Bu anlayış o yıllarda, “ideoloji ve dünya görüşüne dayalı şiire karşı felsefi şiir” şiarıyla ortaya çıkmıştı. O yıllarda herkes şiir, ideoloji ve dünya görüşüne dayalı olarak yazılır, felsefeye göre yazılamaz diyordu. Bunlardan bazıları bu konferansları vermeye devam ediyorlar. Ama artık nedense “şiir ideoloji ve dünya görüşüne dayalı olarak yazılır” tezini dile getirmiyorlar. O günlerde bir ideoloji gidiyordu ve bir ideoloji de geliyordu. Bugün İslami çevreden bir grup ideolojik şiir yazıyor. Şiirin varlığı bakımından ideolojiyi ben sele benzetirim; şiir ise sel gidince geriye kalan kumdur. Gençlerin çoğu felsefe okuyor ve bence felsefi yazıyor ve böyle de anılmak istiyor. Bu bence çok önemli bir değişim. Bugün, “şiir, felsefeden çok ideolojiye yakındır” diyen kimse kalmadı.

Yine buradan hareketle, “ardâvîrâfhânem” şiirinizin son dizelerini alıntılamak isterim: “kim söyleyebilir sürdüğüm yaşamın yaşamaya değer olmadığını. ve kim / söyleyebilir bunun mutlu bir yaşam olduğunu”. Telifsizmişçesine Sokrates’e (“Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez”) atıfta bulunuyorsunuz ama bu yaşamanın mutlu olmayışının nedeni yaşamaya değer oluşundan mı, Yücel Kayıran’ın şahsi beceriksizliklerinden mi kaynaklanıyor?

Yücel Kayıran
Felsefi Şiir – Tinsel Poetika
YKY
Haziran 2007
3. baskı, Eylül 2019
532 s.

“Ardâvîrâfhânem” altı parçadan oluşan bir şiir. İlk üç parçasını 2013 yılında yazmıştım, diğer üç parçayı da 2021 yılında yazdım. Ardâvîrâfhâne, Zerdüşt dininden kalan çok önemli bir kitap. Sadece Zerdüştlük bakımından değil, genel dünya kültürü bakımından da önemli bir kitaptır. Neden önemli? Öbür dünyadan, özellikle cehennemden ilk söz eden ya da cehennemi icat eden bir metin. Ben de bu şiirde kendi ardâvîrâfhânemin bir kısmını yazdım; ileride devam eder miyim, bakalım. Bu şiirde, cehennem kavramının sorgulanması söz konusu gibi geliyor bana. Sartre bir oyununda böyle der, “cehennem başkalarıdır”. Şimdi bu tür metinleri okuduğunuzda, bu tür argümanlar sizde kalıyor. Bu argüman sizin hayatınızın doğasıyla, hayatınızın hakikatiyle uyuşmuyorsa, zamanla o argümana karşı, belki de farkında olmadan bir iç savaş başlıyor. Bu şiir o iç savaşın sonucu olsa gerek. Başkaları cehennem değil, cennettir, kurtuluştur; cehennem başkayı yitirince başlar.

Evet, Sokrates’e de atıf vardır, Sokrates’ten öğrenmenin sonu yoktur. Ondan öğrendiğim temel bilgilerden biri de, mutluluğun başkalarıyla birlikte yaşamak olduğunun temellendirilmiş olmasıdır. İdeolojinin olmadığı bir dünyaydı Sokrates’in yaşadığı dünya. İdeolojiler, ötekileştirmenin insaftan yoksun araç gerecini oluşturdular.

Evet, yaşam karşısında pek becerikli olduğum söylenemez. Belanın üzerime geldiğini hisseder, fark ederim, nasıl bir seyir içinde yaklaştığını izlerim ama ona karşı bir manevra yapamam. Becerikli olmak, yağdan kıl çeker gibi beladan kurtulmak anlamına gelir genelde.

“ŞAİR BÜYÜK GÖZALTI ALTINDA OLAN KİŞİDİR, HER ZAMAN REDDİN EŞİĞİNDE YAŞAR.”

Özellikle Antik Yunan’da şiir hem kutsanan hem de aşağılanan bir etkinlik. Şiir/dize yoluyla felsefe yapmak mümkün müdür? Yahut o yolla ortaya çıkan felsefenin, bildiğimiz felsefeden farkı var mıdır? Nelerdir?

Ben şiirin her zaman aşağılandığı kanısındayım. Şair, devletin ya da burjuvazinin koruması altında değilse, son nefesine kadar, “becerebilecek mi bakalım” diye bakan bir bakış tarzının gözaltında yaşar. Buna, Çetin Altan’ı anarak ve ondan ödünç alarak, “büyük gözaltı” diyelim. Şair büyük gözaltı altında olan kişidir, diğer tür öznelerinden farklı olarak. Ölümünden sonra da tartışılmaya devam eder. Bir yazarın yazarlığı genelde kabul görür, kitapları okunur veya okunmaz, sorun değildir. Ama şair reddin eşiğinde yaşar. Bunu göze alamayan ya da bu varlık durumu içinde olamayan şair olamaz zaten. Neden böyle? Çünkü benden de önce dile getirildiği gibi, şiirin tarihi yoktur da ondan. Çağının çağdaşı olan her şair, her çağın çağdaşıyla çağdaştır.

Antik Yunan, felsefenin olduğu kadar şiirin de başladığı yerdir ya da ben bu görüş içinde yer alırım. Kısaca Antik Yunan’cıyım. Şiir ya da dize yoluyla felsefe yapılabilir mi sorusuna gelirsek... Yeni kuşağın önemli bir kısmı, şiirini ideolojiye ya da dünya görüşüne göre değil, felsefi şiir tahayyülüne göre yazıyor. Bizim kuşaktan bazı arkadaşlar, kendilerinin de felsefi şiir içinde anılmasını istiyor. Felsefi şiir anlayışına ısrarla muhalefet eden şairlerimiz de var. Teşekkür ederim. Burada, felsefi şiir anlayışı, Felsefi Şiir adlı kitabımda dile getirdiğim tez ve sorunsallardan koparılarak, dahası benim görüşlerimin bilgisinden yoksun olarak, felsefe ile şiir ayrı şeylerdir mantığı üzerinden tartışılmakta. Kusura bakılmasın, ben bu cahillik rolüyle ya da cahillik zemini üzerinden yapılan muhalefeti ciddiye almak zorunda değilim. Kimseye bunu kabul edeceksiniz diye bir baskı da yapmıyorum. Bu benim yolum.

Tabii şiir ile felsefe ayrı türler kuşkusuz. Şiir veya dizeyle felsefe yapmak felsefenin tarihine aittir. İşte Parmenides sözgelimi böyle. Ama Hesiodos, Lukretius felsefeye ait değildir. Burada olup biten şiirin içinde, felsefenin değil. Deniyor ki, şiir ile felsefe başlangıçta iç içeydi ama sonra yolları ayrıldı ve tekrar bu yollar birleşemez, çünkü tarihleri farklı. Bu anlayış şiirin bir tarihi olduğunu varsayar. İşte şiirin başlangıcında şöyle bir durum vardı, sonra bu değişti, dediğiniz an bir tarihten söz ediyorsunuzdur. Oysa şiirin tarihi yoktur; her şair, her şiir başlangıç noktasındadır. Bir şiiri yazmış olmanızın tecrübesi, yeni bir şiiri de yazabileceğinizin garantisini vermez.

“...OYSA ŞİİRİN TARİHİ YOKTUR; HER ŞAİR, HER ŞİİR BAŞLANGIÇ NOKTASINDADIR.”

Evet, bir filozof aynı zamanda bir şair ise ve şiir yoluyla felsefe yapmaya çalışır ise, yapabilir. Sözgelimi 20. yüzyıl Fransız felsefesi, Althusser dışında, yazınsal söylemle neredeyse iç içe bir felsefedir. Ama şiirle değil tabii. Felsefi şiir anlayışını ben 2000’lerin başında, 23 yıl önce dile getirdim. Bu anlayış Fransa’da dile getirilseydi, burada birçok bayisi olurdu. Ben şöyle düşünüyorum: Felsefi şiir anlayışı, bütün dünyada ortaya çıkan bir değişimin algısıyla ilgilidir. Roman da bu değişim durumundan geçiyor. Bugün bir felsefi roman da söz konusu. Yeni kuşaktan Edouard Louis roman içinde felsefe yapıyor mesela.

Şiirin dize çatısında, eksiltmeli söylenişi ile felsefenin bütünlüklü yapısını kurabilmek mümkün müdür? Kutsal kitapların da dize çatısında yazıldığını düşünürsek, şiir felsefeden çok büyüye yakınsamış değil midir?

Büyü ifadesinden bir şey anlamadığımı söylemeliyim. Benim şiir yazmaya başladığım yıllarda bu konuda yazılmış iki temel kitap vardı. George Thompson’un, Marksizm ve Şiir’i ile Christopher Caudwell’in Yanılsama ve Gerçeklik’i. Marksizm ve Şiir’deki kısım, Thompson’un Tarih Öncesi Ege kitabında da yer alır, ama o kitabın en zayıf bölümünü oluşturur. Büyü teorisi bu kitapların temel tezi idi. Ama bu tezler şiirle ilgili olgusal verilere, mevcut şiirlerin analizine dayanmaz. Evrimci anlayıştan gelen anlatımcı tarih görüşünün poetik alana doğru bir uzantısıdır. Her ikisini de heyecanla okumuştum. Ama ben şiiri büyüye maruz kalmış bir halde yazmıyorum. Dahası, şiiri zihnim açıkken yazarım. Sadece şiirlerimi değil, yazılarımı da böyle ama son anda yazarım. Seher vaktinden öğleye kadar masada çalışma disiplini benim için bir yaşama biçimine dönüştü.

Tabii ki ben felsefi şiir derken, şiirin içinde felsefi bir tasarı kurulmasından söz etmiyorum. Ama şairin, ideolojik bakış tarzından bağımsızlaşarak, bir “felsefi göz” edinmesi gerektiğinden söz ediyorum. Şairin ideolojik göz yerine felsefi göz edinmesi gerekir. Yazılacak her ne ise, onu o yapan varlıksal bütünlüğü net olarak görmemiz gerekir ve gördüğümüz bütünlüğün bir kısmı ideolojimize ters olsa dahi onun dile getirilmesi gerektiğini vurguluyorum. Gerçekliğin, hakikatin herhangi bir tarafının gizlenmeden, bastırılmadan dile getirilmesinden söz ediyorum. Belki de bu nedenle ben şiirin ideolojilerin üstünde, onlara kuş bakışı bakan bir düzlemde olması gerektiğini düşünüyorum.

“STASİS İÇİN BİR TÜR MANZARALAR KİTABI DEMEK MÜMKÜN. AMA DOĞA MANZARASI DEĞİL, EZİLMİŞ, ÖTEKİLEŞTİRİLMİŞ, YOKSULLAŞTIRILMIŞ İNSANLARIN ISTIRAPLARININ MANZARASI.”

Stasis bir şiir kitabı değil, daha doğrusu 1 şiir kitabı değil. Birkaç şiir dosyasının birbirine selam ederek birleşimi, bireşimi gibi adeta. Neden iki veya belki üç şiir kitabı halinde değil de birlikte yayımlandılar? Pandemi verimi oldukları için mi?

Pandemi dönemiyle ilgili olduğu söylenebilir mi... “Sühreverdi el-Maktül” ile “Yukarı Fırat” bölümlerini pandemiden önce yazdım. Kitapta 2013 ve 2014 yılında yazdığım şiirler var; “Suyun Kırağında” ve dokuz parçadan oluşan “Madun” sözgelimi. Sadece “Terk-i Ukba Emareleri”nin bir kısmı pandemi döneminde yazıldı. Benim şiirimde şiir, günümüzü geçmişten takip eder. Stasis bir cüz değil, cüzlerden oluşan bir kitap. Bazı şairler kitaplarını cüz cüz yayınlarlar, ben öyle değilim. Bir defa bu çok lüks bir durum. Stasis’i başka şairlerin olanaklarına göre değil, daha önceki kitaplarıma göre değerlendirmeli. Bütünün oluşturduğu yapıya, bu yapının momentine bakmak lazım. Sanırım her bir bölümün odaklandığı konuların birbirinden farklılığı, bölümler arasında bir farklı kesinliği oluşturuyor. Konudan çok probleme, imgelere, temalara bakmak lazım. Kuşkusuz, kitabı basıma hazırlama süreci çeşitli olasılıkların gözden geçirilmesini de içerir. Burada önemli olan, benim bu bütünden vazgeçemeyişimdir, bütünü oluşturan organik geçişlerdir. Bu bakımdan bütüne bakıldığında, Stasisiçin bir tür manzaralar kitabı demek mümkün. Ama doğa manzarası değil, ezilmiş, ötekileştirilmiş, yoksullaştırılmış insanların ıstıraplarının manzarası.

Ancak şiirlerin yazılış tarihleri de birbirlerine çok yakın. Neredeyse hepsi aynı iki yıl içerisinde yazılmışlar. Yücel Kayıran nasıl şiir yazıyor? Yahut ona şiirler nasıl “geliyor”?

Birbirine yakın tarihli şiirler de var, evet... Sözgelimi kitabın tam ortasında duran iki şiir var, sorunsal olarak da birbirine yakındır bu iki şiir; “Kilis’te Depresyon” ve “Homeros Vadisi” söylediğiniz gibi iki yıl içinde yazıldı, hatta ikisi aynı yıl içinde. “Homeros Vadisi”ni 2021’in Ağustosu’nda, İzmir’de yazdım. Hatırlarsınız, o günlerde Manavgat yangını vardı. Manavgat yangından dolayı tahliye edilince, orada yaşayan kardeşim, İzmir’de yaşayan küçük kardeşimin evine geldi. Küçük kardeşim de o sıra Ankara’da idi ve hemen o akşam İzmir’e dönmek durumunda kaldı. Onu gece yalnız yollamak istemedim, ben de onunla birlikte gittim. Kardeşimin evinde üç aile bir hafta idare ettik. Sanırım sıkıldığımı, gerildiğimi çok belli ettim, birkaç gün sonra kardeşim işe giderken beni Homeros Vadisi diye bir yere götürdü, iş çıkışında da alacaktı. Bir açık hava kafesi, belki akşam bir meyhane, İzmir’e yukarıdan bakıyor. Homeros Vadisi şiirini o gün orada, sabahtan öğleden sonraya kadar bir sürede, bir defada yazdım. Doğal olarak daha sonra üzerinde biraz çalıştım ama yapıyı ve bütünü orada kurdum. Şimdi şiir bir yapı kurma meselesi ama aynı zamanda bir bakış tarzı oluşturma meselesidir de... Sözünü ettiğim bu iki şiirdeki sorunsalı, neredeyse yirmi yıldır yazmanın peşindeydim. “Kilis’te depresyon” şiiri de böyledir. Ancak yeni yazabildim.

Nasıl yazıyorum? Ben şiirin mimesis olduğuna inanırım; tinselin mimesisi. Yani şiir taklittir, bakarak yazarım. Nasıl bir taklit? Tinsel olanın taklidi. Bana yazacağım şiirin görüntüsü gelir ve ben o görüntüye bakarak yazarım. Şöyle de söylemek mümkün... Yazdığım her ne ise onun gerçekliğine, hakikatine oldukça yaklaşıp, ona bakarak yazmak... İlham ya da esin kelimesi, meseleyi anlamada şimdilik işimizi kolaylaştırır. Daha önceki kitaplarımda da vardır bu durum. Son Akşam Yemeği, 2014’ün Ekimi’nde çıktığında, bir arkadaşım, “ya Yücel, 24 Ağustos 2014 tarihli şiir var kitapta” demişti. “Böcek” şiiri. Şu an şiir geliyor ama Stasis’teki biçimde yazmıyorum. Bir süre daha yazmam. Notlar alıyorum ama şiir yazmıyorum. Aldığım notlar da aslında ölü notlardır, oradan bütüne varılmaz. Sonra yeni imgeler, yeni sorunsallar belirdiğinde, yeni bir yapı ve o yapıyı dile getirecek bakış tarzı üzerinde düşünmeye başlarım. Ama bilmiyorum, bundan sonra tekrar böyle bir şey olur mu, olabilir mi... Bekleyeceğim... Daima beklerim...

“babam Ulucanlar cezaevinde” bölümü düpedüz otobiyografik bir bölüm. Yücel Kayıran şiiri içinde pek alışkın olmadığımız, örneğine nadiren rastladığımız bir bölüm. Bir “aile rapsodisi” bölümü. Dayağın, ezilmenin, hakir görülmenin, dışlanmanın, zorlanmanın... Hırs ve/ya hınç pek karşımıza çıkmıyor, yerine “öfke ve sitemden arındığım bir dünya” özlemi görülüyor; bu, babadan devralınan “solcu” olmaktan mı, anneden devralınan “iç yolculuk”ların varıldığı yerden mi kaynaklanıyor?

Anne babaya karşı hınç olmaz, o evrenin aşılması gerekir. Anne ve babayla barışamayan kendisiyle de barışamaz. Benim şiirimde aile her zaman oldu. Psikanalitik nedenlerle değil, şiir anlayışı gereği. Felsefi Şiir kitabımda bu konuyla ilgili satırlar var. Şiir eğer insanın varlık durumunu dile getiren bir şiir olacak ise, aile bu varlık durumunun zeminini oluşturur. Birçok sorunu, nasıl bir insan olacağımızı veya olamayacağımızı, şu kişiye değil de neden bu kişiye âşık olduğumuz sorunu aileden gelir. Ve bunlar çoğu kez huzurlu bir şekilde gelmez... Benim şiirimde ailenin her zaman önemli bir yeri oldu ve olacak. İlk şiir kitabımda vardır. Bugünlerde yeni baskısı yapılacak olan ikinci şiir kitabım Beni Hiç Göremezsin’de bu aile mevzuu varlıksal bir sorun olarak ortaya çıkar. Son Akşam Yemeği’nde anneannemi de yazmıştım. Efsus’a Yolculuk’ta 45 yaşında, bekâr ölen amcamı da... Küçükken bir ara yanında kalmıştım, yalnız yaşardı. Beni yatırdıktan sonra su bardağına şarabını doldurur, pencereden karanlıktaki bahçeyi seyrederdi. Ne içiyor, nereye bakıyor diye merak ede ede uyurdum. Herkes uyuduktan sonra içki içme alışkanlığım oradan gelir. Efsus’ta böyle bir sahne vardır. Son AkşamYemeği’ndeki “İki Tek” şiiri babayla ilgilidir.

“ŞİİRİN MİMESİS OLDUĞUNA İNANIRIM; TİNSELİN MİMESİSİ. YANİ ŞİİR TAKLİTTİR, BAKARAK YAZARIM. NASIL BİR TAKLİT? TİNSEL OLANIN TAKLİDİ.”

Ölümünden sonra anneyi de yazmak istedim. Ama anneyi, babayı hesaba katmadan yazamadım. Baba solcuydu ama idealist bir adamdı ve onu o idealizmi üzerinden yazdım. Anne dindardı ama gerçekçi bir kadındı. Bir gün, sabahın erken vaktinde, evden kendini dışarı atar gibi çıkıp, dışarda gökyüzüne doğru “yeter artık, yeter” diye haykırdığını gördüm. Zenginlik gibi yoksulluğun da sınırı yoktur. Çok yoksulluk çekmişti. “babam Ulucanlar cezaevinde” şiirinde ben de bu yoksulluğun başladığı kader ânına yöneldim, annemin otuzlu yaşlarına. “Öfke ve sitemden arındığım bir dünya” özlemi babadan da geliyor olabilir, anneden de... Ama bunun nasıl gerçekleşeceği meselesi, annenin yolundan çok babanın yoluyla mümkün. Annenin yolu bir itidal, bir gözden geçirme anlamında “bir dakika” noktamdır.

“dna sarmalı” şiirinizde, sayısız faili meçhul tarihlerini “kod”luyorsunuz. “İbrahim de böyle atılır ateşe, egemen ilah olur iken / ama adı kazındı onun taş levhaya / kurban gibi algılanır, değil faili meçhul gibi // kim getirebilir bir araya bombayla parçalanmış bedeni / din gününde nasıl dönecek dünyadaki son haline” dizeleriyle son buluyor; faili meçhul cinayetleri dinin alanına, dinin alanından ölçü vererek soruyor şiir. “veda konuşması”ndaki “inandığım yıllar geride kalmış olsa da; / inanan insanla, inanç edimi üzerinden bağ kurulur..” dizelerine dayanarak şunu sormak isterim: Ölüm değilse de öldürmeler karşısındaki mücadelenin yolu “inançlıya inançtan giderek sormak” mıdır? Bir hesaplaşma talebi söz konusu değil sanırım. Oysa benzer sahneyle, “Sühreverdî el-Maktûl”ün 2. kısmında da karşılaşırız: “İbn Meymun’a yükselme fırsatı veren Selahaddin / köpeklere attırmış filozofumun etini” –din gününde nasıl dönecek? Ki Sühreverdi’nin söz aldığı “terk-i mâsivâ” şiirinizin sonunda şu dizeleri okuyoruz: “Selahaddin Eyyubî! vârisi Nurettin Zengi’nin / bana nasıl ödeyecek ömrümden aldığını / dağılan beden gelmez tekrar tekil vücuda”. İçine bakan Yücel Kayıran hesaplaşmasını dile getirmiş görünüyor. Sosyalist Yücel Kayıran’ın sesiyle bunu nasıl birlikte duymalıyız? “kralı olmayan kavimlerin yoktu tarihi” demeye devam mı edilecek?

Bu son dize, “Yukarı Fırat” bölümünde yer alıyor. Bu dize epik bağlamda okunmalı... Kendi ben’inin durumunu dile getiren lirik bağlamın dışında, epik bağlam ötekinin, belki de bana uymayan ama evrensel tarih bakımından geçerli olan gerçekliğini dile getirir. Epik, şimdide bir erime durumu olan lirik olana karşı, şimdinin geçmişe ve geleceğe doğru evrensel zamanını dile getirir. Bir kral özlemi içinde olmak başka bir şey, kralı olmayan kavimlerin tarihsizliğinden bahsetmek başka bir şey... İlki siyasetin konusudur. Burada siyasetin değil gerçeğin, tarihin altını çizmek daha önemli. Ama ben de epik bağlam içinde hissederim.

“Konuralp” şiirinde dile gelir: “devletin kendine dâhil ettiği hayatın dışına bıraktığı”. Bu dize, bugünün temel ötekileştirme biçimini dile getiriyor. Stasis’in temelinde sanırım Sartre’la kavga var. Onun özellikle “cehennem başkalarıdır” teziyle. Bu tezin siyasal bakımdan ötekileştirmeyi meşrulaştırdığı kanısındayım. Bir de şu mesele var. Soru benden, evet, akli tutarlılık istiyor. Haklısınız. Akli tutarlılık felsefenin kendi kendisini denetleme mekanizmasıdır. Aklın ilkelerine göre, özdeşlik ilkesine göre, çelişmezlik ilkesine göre, üçüncü durumun imkânsızlığı ilkesine göre çalışan bir organdır bu. Bu felsefenin yasasıdır ama şiirin yasası değil. Özdeşlik ya da çelişmezlik ilkesi ya da diğeri şiirde geçerli olan bir ilke değildir. Karşıtları aynı anda, aynı imgeyle dile getirmek şiir için bir başarıdır. “Peki, bu durumda felsefi şiir nasıl mümkün oluyor?” diyeceksiniz. Felsefe ile şiir aynı şey olsun demiyorum ki; ikisinin doğaları farklı... Ama şair bir felsefi göz edinmeli ve felsefi bir etiğe sahip olmalı.

“inanan insanla, inanç edimi üzerinden bağ kurulur..” dizesi, insani durumla ilgilidir ve post-hümanist bir dizedir.Felsefi Şiir kitabımda bu sorunlar tartışılmıştır. Şimdi bu dize barış durumuna ait bir dize... Soruda andığınız bazı dizeler savaş durumunu dile getiren dizeler. Yani aynı türden değil.

Yücel Kayıran.
Fotoğraf: Çerkes Karadağ

Bütün bu söylediklerim henüz sorunun yanıtı değil, şunları da söylemem gerek. Ben Türkiye’deki entelektüel solun son yıllarda çok hovarda olduğu kanısındayım. Neredeyse kendi klasiklerini terk etmiş bir görüntü veriyor. Sömürü ilişkilerini analiz etmeyi bıraktı, neredeyse olup bitenin sadece seküler olup olmadığıyla ilgilenir durumda. “Teorileri kullan at” politikası izliyor sanki. Rudolf Bahro’yu kullanıp attı. Althusser’i attı. Sol entelektüel dergilerin bir Althusser sayısı yapması gerekmez miydi? Entelektüel solun kendi teorik azmini yeniden tanımlaması gerekiyor. Benim böyle bir neticeyi bekleme zamanım yok. Bazı şairler şiirin sığasını yeniden kurarlar. Ben kendi poetik azmimin sınırlarını daima genişletmeyi, yeniden tanımlamayı hedefledim. Stasis bu çabanın verimidir ve kendini yeniden tanımlamamış bakış tarzlarıyla kavranabileceği kanısında değilim.

“Bingöl’ü kurmadan önce, -suyun kaynağını takip etmiş İskender” dizesiyle kapanan “Sühreverdî el-Maktûl” kısmının ardından “Yukarı Fırat” başlıyor ve yakın temayla yazan ama bu kez coğrafyaya, tarihsel mirasına kulağını veren bir şairle karşı karşıyayız. Kürdî/İranî bir coğrafyaya kulak vermek şairliğinize ve felsefeciliğinize nasıl etkiler sağlamıştır?

Yücel Kayıran
Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu
Everest Yayınları
Kasım 2022
(ilk baskı 1997)

Benim için çok değerli bir soru bu, özellikle teşekkür ederim. İlk şiir kitabım Hayaline Firara EdemeyenlerinAfsunu, “Suret” şiiriyle açılır. Şiirin adı burada önemli... “Kimlik” diyebilirdim ama “Suret” dedim. İlki bir eminlik durumunu, bir ayrımı dile getirir, ikincisi ise bir hal durumu gösteriyor. Bu şiir ‘90’ların başında yazıldı, Sovyetler ve reel sosyalist ülkeler henüz yıkılmamıştı... Sol 12 Eylül’e büyük bir direnç gösterdi. 12 Eylül ancak ‘80’lerin sonunda başarılı oldu. Bu şiirden önce, yine bu ilk kitabımda yer alan “Bir Firar Masalı” şiirimi yazmıştım. Bu şiir 12 Eylül’den sonra yurtdışına, Batıya gitmek üzere sınırdan firar etmek isteyen bir özneyi dile getirir; tam sınırın eşiğindedir ama öbür tarafa geçip geçmediğini bilemeyiz. Bu şiiri ‘80’lerin sonunda yazmıştım. “Suret” ondan sonra yazıldı. Bir dönem bitmiş, yeni başlayan ama ne olduğu belirmemiş bir dönemin eşiğini dile getirir. Üç parça olan bu şiirin ikinci parçası şu iki dizeyle açılır: “Sol kapalıydı hayallerime firar için / batıdan sağa döndüm.” Bu şiir, bu iki dize o yıllarda çok tartışılmıştır. İlk dizedeki “sol” ifadesi temelde yön anlamında kullanılmıştır ama mecazı da içerir. Ama asıl önemli olan ve yeni olan ikinci dizedir; yani “batıdan sağa döndüm” dizesi... Bu ne rastlantısal bir dize ne de rastlantısal bir keşfi dile getiren bir dize. Çünkü sonra bir şiir daha yazdım; bu dizeyi güçlendirmek ve bu dizenin rastlantısal olmadığını vurgulamak için. Bu şiirin adı da “batıdan sağa doğru”dur. Ve bu şiirden sonra gelen şiir “Bir Firar Masalı”dır.

Bende kitabı oluşturan şiirlerin sıralanışı da rastlantısal değildir. Şimdi bir şey daha söyleyeceğim. Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu, Ferideddin-i Attar’ın Mantık Al-Tayr’ında alınmış bir parçayı referans edinerek açılır. Bu ilk kitabımın 25 yıldır baskısı yoktu, şimdi ikinci baskısı yapıldı, oradan görülebilir yaptığım şey. Ama bu kadar değil, Attar’la ilgili bir de makalem var; inceleme değil, poetik bir metin. 2004 yılında, Edebiyatçılar Derneği’nin düzenlediği İran Edebiyatı Sempozyumu’nda sunulan bir bildiri metni. Felsefi Şiir (2007) kitabımda yer alan bu bildirinin başlığı, “Çalgın ve Divaneler Poetikası”dır. Çalgın (2006) bilindiği gibi üçüncü şiir kitabımın adıdır, o zaman henüz çıkmamıştı. Benim poetikam yolda düzülmemiştir. İlk kitabımla açtığım güzergâhta devam ediyorum.

Kürdî meseleye gelince... Bu konudaki siyasi görüşlerimi bütün arkadaşlarım bilir. Türk olanlar da, Kürt olanlar da... Böyle bir ayrım yapmak bana çok tuhaf geliyor, nereye geldik… Ben bütün arkadaşlarımla kardeşimle konuşur gibi konuşurum. Ama şiirimin bu coğrafyayı içermesinin nedeni benim bu konudaki siyasi görüşüm değildir. O zaman ideolojik bir şiir yazıyor olurdum. Oysa felsefi şiiri, ideoloji ve dünya görüşüne dayalı şiire karşı bir şiir olarak tanımladım. Ben o bölgede yaşadım, şiirimi Malatya’da kurdum, o bölge benim hayatımın bir parçasıdır. Sevdiğim insan o bölgedendi, orayı sevdim, orayı memleket edindim, oranın sorunları benim canımın sorunları oldu. Bu yaklaşım felsefeciliğimi etkilemedi ama kıta felsefesindeki değişimi, belki de yıkımı görmemi sağladı. Ben felsefede Antik Yunan’cıyımdır, kıta felsefesine hep sorgulu yaklaşırım, antik felsefeyle bağlantılı olanlar hariç. 2001’deki Kule saldırısını o zaman hayatta olan Avrupalı filozoflar açıklayamadılar. Doğunun ıstırabını ve azmini bilmiyorlardı. Bence Avrupa felsefesi o zaman sona erdi. Yeni filozof emareleri yok mu; var ama bunlar teorik güzergâhta gelişecek, bütün dünyaya yönelik bir ses olacak gibi gelmiyor bana.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • efsusa yolculuk
  • Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu
  • son akşam yemeği
  • stasis
  • yücel kayıran

Önceki Yazı

KRİTİK

Rodoreda'nın Kırık Ayna'sı (IV):

Durmadan boşalan ev

“Rodoreda’da 19. yüzyılın panoramik projesi, toplumsal bütünü genişlemesine yansıtma iddiası artık geride kalmıştır; birbirine kolayca bağlanamayan parçalarla, ışık geçirmez deneyim yoğunlaşmalarıyla uğraşmak zorunda olduğunu hisseden bir yazar vardır karşımızda. Bu yüzden Balzac, Zola ve Galdos tarzı roman dizilerine ihtiyaç duymaz. Ama evin hizmetçilerini işlemekteki ustalığıyla bu tek romanda bile Tolstoy’un da Galdos’un da tasavvur edemeyeceği bir yapısal dönüşüm getirir bu roman türüne.”

ORHAN KOÇAK

Sonraki Yazı

KRİTİK

Sardunyaların Kışı’ndan puslu manzaralar

“Sardunyaların Kışı’nda ağırlıklı olarak atmosfer öyküleri var, büsbütün olaysız, diyalogsuz değiller, ama en önce kendimizi birdenbire içinde buluverdiğimiz atmosfer çekiyor dikkati, dediğim gibi rüyaları andıran bir atmosfer bu – hem tanıdık hem aykırı.” 

BEHÇET ÇELİK
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist