“Yaşamayacağım, gitmesin”
“Ahdım Var daha ilk öyküsünden itibaren beni heyecanlandırdı; ilerledikçe bu hızlı tesirin sebepleri belirgin hale gelmeye başladı. Metnin kalbimi sıkıştıran ve ferahlatan bazı anlarına yeniden bakmak, onları birilerine anlatmak isteği, kitabı ilk okuduğum zamandan, yani birkaç sene evvelden beri içimde...”
Hür Yumer
Felski
İnsanın bir kitapta kendini bulması, tanıması ne anlama gelir? Aynı anda hem düpedüz sıradan hem de gene eşsiz gizemde bir deneyim gibidir. Sayfaları çevirirken kuvvetli bir betimlemenin, bir olaylar kümesinin, karakterler arasında geçen bir konuşmanın, bir iç monoloğun etkisine kapılırım. Metinle okur arasındaki boşluk birdenbire, habersizce, şimşek gibi bir anda çakıveren bir bağlantıyla aşılır; bir yakınlık ya da uyuma ışık vurur. Sözcüklerin belli bir birleşiminin barındırdığı önsezi karşısında şaşıp kalmış olan ben ya böyle bir ânın gelmesini bekliyor ya da böyle bir anla tesadüfen karşılaşıyorumdur. Her iki durumda da bana hitap edildiğini, çağrıldığımı, davet edildiğimi hissederim: Okuduğum sayfalarda kendi izlerimi bulmaktan alamam kendimi. Bir şeylerin değiştiği su götürmez; perspektifim başka bir yöne kaymıştır; daha önce görmediğim bir şeyi görüyorumdur.[1]
Ahdım Var’ı duydunuz mu? Yazarlığından çok Marguerite Yourcenar’ın çevirmeni olarak bilinen Hür Yumer’ın tek öykü kitabı (yayım tarihi 1995, 1994’teki ölümünden sonra). Tesadüfen haberdar olduğum bu kitap daha ilk öyküsünden itibaren beni heyecanlandırdı; ilerledikçe bu hızlı tesirin sebepleri belirgin hale gelmeye başladı. Metnin kalbimi sıkıştıran ve ferahlatan bazı anlarına yeniden bakmak, onları birilerine anlatmak isteği, kitabı ilk okuduğum zamandan, yani birkaç sene evvelden beri içimde. Aşağıda anlatıcıyı da yanıma alarak üzerine konuşmak istediğim öykünün ismi ise “İlhan Ekler”.
Ahdım Var
Metis Yayınları
1995
2. baskı Ekim 2015
208 s.
“Öyleyse bir masal gibi geçmiş günlerim” diye başlıyor bu oldukça uzun öykü (44 sayfa). Bir cevapla başlıyor. “Öyleyse.” Bu cümlenin sahibi, hikâyenin anlatıcısı bir kadın. Herkesin masalara, denize karşı oturmasının âdet olduğu bir pansiyonda olduğunu hemen söylüyor bize. Pansiyon sahibi bu denize karşı oturma isteğine cevap verebilmek için garsonları sandalyeleri dizmek üzere sürekli işe koşuyor; bu sırada anlatıcı kitabını okumaya çalışıyor ama “okuduğu paragrafa hiçbir şey anlamadan dördüncü kez tekrardan göz gezdirmeyi başarınca” etrafına bakmaya başlıyor. Yalnız öyle “sıradan” bir bakışla değil: “Dudaklarımı omzuma bastırıp, defalarca görülmüş bir şeye apayrı anlam vermek isteyen, önemliliğin bilincinde, gözlemi sağlam bir aydın gibi bir kere daha bakıyorum.”
Bu kendini (ve belki okuyucuyu da) bir anda açıkta bırakan benzetme hem korkutucu hem de muzip. Anlaşılıyor ki hesaplaşmalar göreceğiz, hem de çok.
Öykü boyunca anlatıcı etrafa (ve kendine) bakma işini oldukça ciddiye alıyor; insanları, hayvanları, bitkileri ve mekânları görüyor, değerlendiriyor ve birbirine bağlıyor.[2] Ama bu uğraşında yalnız değil. Öyküye ismini veren İlhan Ekler de ona eşlik ediyor: “İlhan Bey, hele siz şu tulumbanın isim babalığını bırakıp azıcık bana kulak verin…” Anlatıcının (ve bazen metindeki diğer herkesin) zaman zaman arkadaşı (erkek olduğu çok belli) ya da babası (belki de en çok) olabilen İlhan Bey su tulumbalığını da tamamen bırakmıyor. Fakat tipik babalık işlevlerini layıkıyla yerine getiriyor; yani zaman zaman kınıyor, yargılıyor, öğüt veriyor ve yol gösteriyor:
Sen de hep keşfediyorsun be kızım. Sanki gördüklerinden ve duyduklarından iki adım gerideymiş gibi yaşıyorsun, olmaz ki! Ne yapayım?.. Keşfettiriyorlar insana. (s. 119)
Eksiklikten isyana
Hesaplaşmaların öznesi metnin başlarında herkesten çok anlatıcının kendisi oluyor. Yapamayışları hızlıca kendi üstüne almaya niyetleniyor. Bir yandan da yavaş yavaş karşı çıkışlar; toplumun, babanın, ailenin “yaptırmadıkları” ve buralardan özgürleşme ihtimalleri ortaya çıkıyor. Ama bu ihtimallerden önce anlatıcının kendine atadığı “eksiklikler” tüm yoğunluğuyla çarpıyor:
“‘Size tüm bu acıları tattırdık hanımefendi, olmuyor, bir şey ortaya koyamadınız, beceremediniz! Üstelik durup dururken kalkıp tatile geldiniz’ demezler mi insana! İlhan Bey, şu sarmaşık gülünün yapraklarını yolarken görüyorum ben hep kendimi. Elimde değil: Sürekli beyaz sarmaşık gülleri yoluyorum. Yediverenler.” (s. 115)
Suçluluk, kararsızlık ve yıkıma rağmen yeniden kurmaya da yeltenen (yediverenler) bu serzenişi İlhan Bey anlamıyor – ya da işine gelmiyor:
Kendini bilen insan eline hiç fırça almadan, kimsenin ruhu duymadan karıştırır renklerini, kotarır resmini… Ben sizin gibi ortalıkta oynamam bunları. Çengi değilsiniz siz. Parmaklarınız gül yaprağı kokuyorsa sevineceksiniz, siz yetinmeyi bilmiyorsunuz. Yetineceksiniz… (s. 115)
Her temasta erkekliğin çeşitli hallerine rahatça bürünebilen İlhan Ekler, gerekli olduğunda insan olmanın suçluluğundan da tulumba olmak marifetiyle sıyrılıyor. Bir anda doğanın belirleyiciliğini (ama daha çok “insan doğasının”, çünkü ne de olsa insan eliyle yapılmış bir tulumba o) öne çıkarmaya başlıyor, hatta bazen Tanrı’ya dönüşmeye yelteniyor. Metnin ortalarında bir yerde “gerçekten kör bir kuyu olduğundan” bahsediyor ve nedenini (belki de metnin en karanlık yeri) anlatmaya başlıyor:
Burası eskiden pansiyon değil, evdi. Evin sahibi tam on iki metre kazdırdı toprağı, su bulma ümidiyle, 50 santim daha kazdırsaydı belki bulacaktı. Ama sonradan korkunç bir şey geldi başına; üç yaşındaki oğlu bahçede oynarken kuyuya yuvarlandı ve ölüsü yukarı çıkarıldığında ayakları balçığa bulanmıştı. Küçücük ayakları evet. Su bulunmuştu; ben hiç o kadar kara bir balçık görmedim. Fakat baba kuyuyu kullanmazlık etmedi. Çünkü tarlasını sulaması gerekiyordu. Ayrıca bir oğlu bir kızı daha vardı. Hepsi zehirlendi. Bana sormayın nedenini, bilmiyorum. Tatlı olduğunu sandığım gür bir suyum vardı benim. Suçu kendimde aradım, bulamadım. Hâlâ inanamıyorum. Meğer zehirlenmişim, nereden bileyim? (s. 116)
Su tulumbasının bu anlatısı bir yandan onun kırılganlığını ve şaşkınlığını, öte yandan sorumluluktan kaçan, suçu doğaya ya da bilinmeyene atan bir eril pozisyonu (anlatıdaki baba ile birlikte) görünür kılıyor. Anlatıcının sesi, İlhan Bey’in sorumluluktan kaçtığı, kendi suçsuzluğunu dayattığı ve bilirkişi halini bırakmadığı anlara vereceği cevapları da biriktirerek yükselmeye başlıyor. En başta kırılganlığı ve suçluluğu ön planda olan dil, bu iktidarla karşılaştıkça (onu hatırladıkça) giderek daha fazla isyana ve sınıra dönüşüyor:
İlhan Bey, lütfen kendinizi ciddiye almayın, düşman değilken düşmanmış gibi davranmak zorunda kalmayalım. Dediğiniz gibi evladınız, kızınız falan değilim. Ben babamı on sekiz yaşımda, ilk sevgilimden onun zoruyla ayrıldıktan sonra intihar etmeyi düşünürken beni bakkala zorla ekmek almaya gönderdiği bir pazar günü kaybettim. Sevgilime ne olduğunu söyleyemem, ben iki tokat yedim. Zorla berbere götürüldüm, saçım kesildi. Evlatlık gibi. Ama kendince beni sevmiştir babam, ben de onu sevdim. Acı çekenleri bekleyen sus payıdır bu. Ekmek alınıp eve dönülür İlhan Bey. Kimsenin gıkı çıkmaz. Sen kimsin! Ben bir soru olarak aldım bunu: Ben kimim?.. Geçin bunları, boş verin. Evet buradayım ama, beni yok bilin. (s. 123)
Yüzük ve ima ettikleri
Metnin en güçlü yanlarından biri, anlatıcının sesiyle birlikte karakterlerin duygularının, yargılarının ve kendilerine bakışlarının doğallıkla değişebilmesi. Onlar zamanın ve olayların üstünden atlayarak sohbet ederken (ve dönüşürken) süreklilik hissi okuyucu için devam ediyor. Karşılıklı konuşmalar, değerlendirmeler ve imalarla süren akışta öne çıkan bazı kelimeler ve nesneler var. Bunlardan biri henüz tatil yerine varmadan kaybolan yüzük. Anlatıcı bu üstünde çatlağı olan mavi taşlı yüzüğü yolda bulmuş ve yine yolda kaybediyor:
Diyorum ki: ben arınacağım şeyleri meğer baştan kaybetmişim. İnsan kocasının verdiği yüzüğü değil de yolda bulduğu bir yüzüğü takıyorsa parmağına, baştan kaybetmiş demektir. Olumsuzluklarla yaşamaya fazla alıştırmışsın kendini. Uzun sevgisizlik yılları bunlar. Yüzüğü sevmiş miydin bari? Evet, bir koruyucu olarak, bir tılsım gibi… Hiçbir şey koruyucu olduğu için sevilmez. Ama sevgi bir tılsımdır. Hayır, ne tılsımı! Sevgi kendisidir, tanıma ihtiyacı olmayan şey… İlhan Bey şu an bana bir yüz çizecek olsanız nasıl bir yüz çizerdiniz? İnce bir yüz, kocaman şaşkın gözler. Tam bir yitiklik. Ağzını çizemiyorum. Çünkü tensel bir şey çağrıştırmadığın halde korkunç bir çekicilik var sende. Neden saçını topladın? Toplamadım ki. (s. 100)
Yüzük metnin içinde birkaç kere daha beliriyor. Bu yeni yüzük, kimse tarafından verilmemiş ve alınmamış olsa bile yokluğu, önceki yüzüğü ve onun tanık olduğu yaşantıları çağırabilecek güce sahip oluyor; talibin çıkmadığına dair söylentiler, şiddet içeren bir evlilik, yapılamayan çocuklar, bakılması gereken anneler…
Çocuğum olmadı. Yapamadım. Boşandım. Annemin evine taşındım. Hastaydı. Ona baktım. Bol buharlı kış pencerelerine dayadım yüzümü. Cam yüzde korkunç izler bırakıyor. Ama iyileştim İlhan Bey, artık iyileştim; bakın buraya, tatile geldim, iyiyim… (s. 102)
S. Nur, “Yüzüksüzlük Şoku”, Feminist dergisi, Sayı: 1, 8 Mart 1987.
Anlatıcının kayıp yüzüğü ve ona hatırlattıkları bana başka bir kadının kayıp yüzüğünü anımsatıyor: S. Nur’un Bodrum’da kaybettiği alyansı. Feminist dergisinde yayımlanmış “Yüzüksüzlük Şoku” yazısında S. Nur,[3] yüzüğünü kaybetmenin ardından kafasına üşüşen düşüncelerin ve duyguların peşinden gidiyor. Yüzüğü taktığı zaman boyunca feminist bağlamda toplumsal anlamını sorgulasa da, kendi evlilik yüzüğünün “köleliği” değil, “sadece manevi değerleri” simgelediği konusunda oldukça ikna olarak senelerce parmağında taşıyor onu, fakat kaybolduktan sonra işler değişiyor. Zaten yavaş yavaş çıkarmaya meylettiği yüzüğü birdenbire Bodrum’da (!) kaybedince, toplumun “yüzüksüz bir kadına” yükleyebileceği tüm suçluluk hisleriyle baş etmeye çalışırken buluyor kendini. “Yeri, yurdu, mekânı, adı ve ne yapacağı belli ve belirlenmiş bir kadın” olmaktan –ve bunun getirebileceği “imtiyazlardan” (rahatsız edici erkek bakışlarından parmağını sallayarak kurtulmak ya da bu yaşta alyanssız olan bir elin sahibesine atılacak küçümseyen bakışlardan sıyrılmak gibi)– mahrum kaldığını fark ediyor. “Sanki insanların bakışları değişmişti. Sanki zırhımı yitirmiştim. O incecik alyans, meğerse nelere kadirmiş de, farkında olmadan için için hissederek taşımışım onca yıl.” Şok ânı geçince, yazar “düşüncelerini yüzüğü taşıyarak sindirmenin olanaksızlığını” daha iyi kavrıyor –“Onun verdiği rahatlık ve rehavet içinde uyuyan kanıksanmışlıkları uyandırabilmenin zorluğunu keşfettim”– ve yüzüksüz yaşamın getireceği “anlama” imkânlarına dair merakına yöneliyor. Her iki anlatıcı da yüzük aracılığıyla sevgiye, korunmaya ve aidiyete dair düşüncelerini gözden geçiyorlar. Birisi tatile giderken bulduğu yüzüğü kaybetmiş, diğeri de tatilde senelerdir taşıdığı yüzüğünü kaybediyor. İkisinin de kaybolan yüzükleriyle aralarındaki mesafe toplumsal sınırları yeniden yoklamaya kapı aralıyor.
Metinde yalnızca evlilik yoluyla kurulan aile değil, atanmış aile de hesaplaşmalardan nasibini alıyor. Anlatıcıyla aynı pansiyonda kalan “geniş” aile örneğin (adını ailenin bir üyesi olan köpekten alan Cimcimeler), bu hesaplaşmanın tam ortasında duruyor.
“Ailedeki babaanne, ailenin sevgi açığını aşırı sevecenliğiyle dışa vuran Cimcime’den, Cimcime de babaannedeki sevgisizliğin öteki yüzünü oluşturan, bu arada bir ucu da kendisine dokunan hastalıklı çocuk düşkünlüğünden utanıyorlar gibi” diyor anlatıcı, bir süre bu aileyi etraflıca izledikten sonra. Ailenin her gün kayıkla gidip geldiği kıyı, bu pansiyonun dışında “kurtarılmış” bir bölge gibi; hem merak uyandırıyor hem de kendi varlığını çelişkilerden azade biçimde sürdürmek isteyen her ailenin gidebileceği bir yer gibi görünüyor. Anlatıcı bu aileyle uzaktan uzağa sürdürdüğü konuşmaların arasında doğduğu aileye dönüp baktığındaysa kaçılacak bir yer göremiyor. Aile, “kurnaz bir yaratık” olarak, “bir işyeri gibi” davranmaya teşne olsa da, anlatıcı borçluluk ve sevgisizlikle örülü bu ahlakı kabul etmediğini söylüyor:
Ben her çeşit aileye varım. Değişmeyen özünü olanca çılgınlığıyla önüme sersin. Değişen bir şey varmış gibi yapmasın. Tek yenilik, ölümlü varlığımıza anlam veren sevgidir. Aile çok kurnaz bir yaratık. Beni doyurdular. Üst baş yaptılar, okuttular diye ailemi bir işyeri olarak göremem. Çünkü insandan çalıştığı yer hakkında bütün gerçeği söylemesini bekleyemezsiniz. Bu bir ahlaksa eğer, ben bu ahlaka karşıyım. Günün birinde insanlar pijamalarıyla geceliklerini bir daha hiç çıkarmamak üzere giyip oturuyorlar; korkunç bir sevgisizlik biriktiriyorlar. Kimsenin ölümü beklemeye hakkı yoktur. Kötü örnek olmak istemem Sadık Beylere. Bozulan bağlılıklar, sil baştan tutsaklıklar… nerede dürüstlük? (s. 118)
Anlatıcı, İlhan Bey’i de işin içine katarak toplumsallığın çeşitli aktörleriyle hesaplaşır, kendi tarihine dönerken, hem geçmişte hem de çevresinde olan bitenleri hayalle gerçek arasında katetmeyi durmadan sürdürüyor. Sadece insanlar değil, bitkiler de bu izleğin taşıyıcısı olmaya devam ediyor. Mesela aileye dair tüm bu hatırlamaların içinde sezilen ama her zaman görünür olmayan şiddetin ortaya çıktığı yerlerde, ilişki kurulan bitkiler ve mekânlar da değişiyor. Kendiliğinden kötü addedilmeyen ama “bir başkası işin içine girdiğinde” korkutucu hale gelen mezarlıklar, ısırganotları, zehirli toprak devreye giriyor:
“Bundan sonrası zehirli bir toprakta kimsenin işine yaramayacak bir bitki olmaktır kızım. Biliyorum. Biliyorum. Aslında bunu istiyorum. Mezarlıkları, ısırgan otlarını sevdiğimi söylüyorum. Bunları düşündükçe korkuyorum; korkunca iki misli düşünüyorum, bir başkası giriyor işin içine. Dudaklarımı boyayıp çıkıyorum karşısına. Sil o boyayı kaltak diyor. Eli havada, vuracak! Sahici şey istiyor. (Vuruyor, çekip gidiyorum. O kalıyor ama. Ben kaba güce ayarlıyım.)” (s. 122)
“Yanıyorum, yanıyorum… ateşi körükle”
Ölümle yaşam, sevgiyle şiddet arasında gidip gelen, iç içe geçmiş diyaloglarda zaman zaman “ayartma/ayartılma” kelimelerini fark ediyoruz.[4] Bu iki sözcük, metnin henüz başlarında, anlatıcının okuduğu bir kitaptan alıntıladığı şu cümleye takılmasıyla ortaya çıkıyor: “Bu dünyadan yaradılışı kaldırın, geriye bir şey kalmadığını göreceksiniz…” Anlatıcı buradaki “yaradılış” kelimesi yerine neden “ayartma” ya da “ayartılma” sözcüğünün kullanılmadığını merak ediyor. Bu sorgulama, anlatıcıyla İlhan Bey arasındaki diyaloglarda kendine yer buluyor ve İlhan Bey, “İnsanları esas olarak yaşamaya ayartan nedir biliyor musunuz?” diye sorduğunda, cevabı yine kendisi veriyor: “Ölümün paylaşılamayan ama sevginin paylaşılabilen bir şey olması. Ama unutmayın, biri mutlak, öbürü değildir. İnsan aldanabilir. En önemlisi gerçekle kurulan bağdır.”
Yumer
Ancak İlhan Bey’in “yaşamın hakikatine” dair metnin çeşitli yerlerinde görünür olan bu hızlı çıkarımları ve kesinliği, artık hesaplaşma ihtimallerinin yönünü kendinden dışarıya, topluma çevirebilen anlatıcının direnciyle karşılaşıyor. İlhan Bey, “Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler. Her an yaşayabilirim diyorsun. Ne duruyorsun peki? Boz şu bağı. Yaşa gitsin” diyerek bir an önce harekete geçmesini öğütlüyor. Bu bir yandan cesaretlendirme gibi görünse de, İlhan Bey’in “dayatmacı” tavrına daha yakın bir ses olarak duyuluyor ve cevap şöyle geliyor: “Sizin tarzınız durduruyor beni. Yaşa gitsin sözü durduruyor. Yaşamayacağım, gitmesin.” (s. 135) Bu isyankâr cevap, anlatıcının metin boyunca katettiği içsel yolculuğu daha da anlaşılır hale getiriyor. “Yaşa gitsin”deki o acelecilik ve belki umursamazlık, anlatıcının geçmişle olan hesaplaşmasını hafife almak ihtimalini taşıyor. Anlatıcı için “yaşamak” geçmişle yüzleşmek, kendi acılarına (ve başka ezilenlere) bakmak, gerekiyorsa benliğini yıkıp yeniden kurmaksa, bu öneri onun ihtiyacını karşılayamıyor.
Metin sona yaklaşırken artık o kadar yakınlaşmış hissediyorum ki anlatıcıyla, ona anlatıcı demek tuhaf geliyor, bir ad vermek geliyor içimden. Belki bir okur olarak daha fazlasını bilmeye dair ihtiyacım ağır basıyor. İlhan Bey de metnin sonuna doğru bir anda soruyor: “Sevgi miydi adın?” Oysa anlatıcı daha metnin başından itibaren sabitlenmeye direniyor. Aşağıdaki öneriye ve “kendine bir benlik seçmezse başkalarının ona istediği benliği seçmekte özgür olacağı” tehdidine rağmen anlatı boyunca kendi sesini, yerini ve yönünü kendisi kurmaya talip oluyor. En sonunda, hesaplaşmaya imkân verecek bir araftalık halini, toprağıyla, kuyusuyla, üzerinde yetişen bitkilerle taşıyan pansiyondan çıkıp evine girecek cesareti buluyor (kapıdan girmeden, kendi eliyle diktiği sardunyadan kulağının arkasına iliştiriyor). “Öyleyse” ben de bitirirken, bu yolculukta hem kalbimi sıkıştıran hem de ferahlatan sebeplerin içinden geçerek en baştaki tirada dönebilirim:
Arınmış kimseyi bulamayacağını bilerek yaşa. Elimizden kayıp gidenleri düşün. Hayat budur. Gönlünü ferah tut. Herkes kadar sen de örselenmişsindir ama örselenme ölçüsünde sevemezsin. Tanrı değiliz. Kimseye ait olmayan hortlak bir sevginin o gözü dönmüş şatafatı yok bizde; bir mucizenin dölü değiliz; pişmanlık yok diyorsun, belki de çok iyi gizlenmiş acıların, bir iç patlamanın dölüsün, nereden biliyorsun? Bak kendini ne kadar anlamsız bir yoklukla yüceltmişsin, ne kadar özensiz, ne kadar aylak, ne kadar hain, ne kadar saf, ne kadar güzelsin. İlhan Bey, hem görmüyorsunuz, hem tutmuş bana olmadık bir benlik seçiyorsunuz. Sen bana benlik seçmedikçe ben sana istediğim benliği seçmekte özgür olmaya devam edeceğim. Artık beğenirsin, beğenmezsin orası sana kalmış. (s. 114)
NOTLAR
[1] Rita Felski, Edebiyat ne işe yarar? çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul, 2010.
[2] Ezgi Hamzaçebi Aytan, doktora tezinde (Ezgi Hamzaçebi, Promises of monsters: Those haunting Turkish feminist speculative fiction, doctoral dissertation, Boğaziçi University, Institute for Graduate Studies in Social Sciences, 2022) incelediği metinlerde tereddüt, belirsizlik ve kararsızlık gibi haller üzerinden normatif bilgi ve varoluş biçimlerini sorguladığını söylüyor. Sabit kimliklere ve kategorilere direnen figürlerin, farklı varoluş biçimlerini ve alternatif yoldaşlıkları ön plana çıkarabildiğinden bahsediyor. Bu yaklaşımın apolitik bir kararsızlık değil, dışlanan varlıklarla birlikte yaşamanın etiğini araştıran politik bir duruş olduğunu vurguluyor. İlişkilere dair bu öneri yazı boyunca bana kerteriz oldu.
[3] S. Nur, Feminist, 1. Sayı, 8 Mart 1987.
[4] “Yanıyorum, yanıyorum… ateşi körükle” tiradı, Rembetiko (1983) filmindeki Marika’nın hikâyesinde geçer. Bu dize, yakın dönemde Deliler Teknesi grubu tarafından şarkılaştırılmış ve parçanın açıklamasında şu ifadeye yer verilmiştir: “Yanıyorum’a esin kaynağı olan Rembetiko filmindeki Marika’nın hikâyesi devam ediyor. Ve ne acı bir tesadüftür ki, bu şarkıyı yazdığımız Ayvalık’ta, kıyıya vuran göçmen teknelerinin sessizliğinde sürüyor. Yeryüzünün lanetlilerinin sesinden türüyoruz.”