Yakınlıklar:
Eksiltmeler, adanmışlıklar, kadınlıklar
“Kuzey İrlandalı, bol ödüllü yazar Lucy Caldwell’in hikâye kitabı Yakınlıklar, sahip çıkabilmek için halen kıyasıya mücadele verdiğimiz kadın kimliğinin üstüne binen diğer eksiltmeleri, fazlalaştırmaları, yakınlaştırıp uzaklaştırmaları hassas, keskin, kocaman bir miyop gözlüğüyle önümüze seriyor. Sonuç, tarifi zor, incelikli bir umami.”

Lucy Caldwell
Yakınlıklar yer yer öyle dokunaklı ki, okurken insanın gözleri yaşarıyor:
“Bebek uyandı, ağlıyor şimdi, kocan da altını değiştirip şşş’lerle, şarkılarla, alt değiştirme matının üstündeki dönenceyi çevirerek onu sakinleştirmeye çalışıyor ama ağlayışının perdesi yükseliyor ve tek istediği sensin. Bu külfet, bu ayrıcalık. Onu yatağına götürüyorsun, memene yapışıp çaresizlik içinde emiyor ve sonunda gevşeyip ağzı açık halde uyuyakalıyor.” (s. 133)
“Bu külfet, bu ayrıcalık.” Kendi adıma her ikisini de ziyadesiyle yaşadım, yaşıyorum.
Kızım Eva yedi yaşındayken, hayatı karmaşık, görüşleri tartışmalı olsa da zamanının ve psikanaliz tarihinin en etkin kuramcılarından Melanie Klein’ı okumuş gibi çıkışmıştı bana bir gün:
“Ebeveynlik testinden şu anda sınıfta kaldın!”
“Neden?” diye sormuştum.
Ciddiyetle, “Bir çocuk öfkelendiğinde gelip ona sarılman gerekir” diye cevap vermişti.
“Evet ama,” demiştim, şaşkın ve utanmış, “baba gelip sarıldı ya?”
“Hayır, sensin o kişi. Gelmesi gereken kişi. Konu hep sensin!”
Melanie Klein, Haset ve Şükran isimli kitabında şöyle der (çevirenler Orhan Koçak ve Yavuz Erten, Metis Yayınları, 1999):
“Sevgi yetisinin çok önemli bir türevi de şükran duygusudur. Bu duygu, iyi nesneyle ilişkinin gelişmesinde vazgeçilmez bir etkendir ve aynı zamanda kişinin hem başkalarındaki hem de kendisindeki iyiliği görmesini sağlar. Şükranın kökeni bebekliğin ilk evlerinin duygu ve tavırlarında yatar; bu dönemde bebek için tek nesne annedir.” (s. 31)
Bebek ve hatta belli bir yaşa kadar çocuk için, sanırım; aynı çatının altında görevini hakkıyla yerine getiren bir baba olsa bile… Bir yandan da sonsuz bir vicdan azabı annelik, çünkü çocuğumuza da ancak kendimize yapabildiğimiz kadar annelik yapabiliyoruz, bir yanımız hep eksik kalıyor.
“Anneyi affet tatlım. Anne kızmak istemedi” diyor toplam on bir öykü barındıran Yakınlıklar’ın ilk öyküsü “İşte Öyle”nin genç annesi.
Bir kitap için de, bir öykü için de şiirsel bir girişle başlıyor zaten Yakınlıklar. İlk cümle, öykünün adlandırıldığı gibi: “İşte öyle.”
“Oğlan gözlerini kırpıştırarak sana bakıyor; senin her ruh halinin, her düşüncenin bu küçük barometresi bocalıyor, huzursuz, aniden akın eden çelişkili baskılar yüzünden rahatsız, kafası karışık. (s. 13)
Sadece altından akça pakça kalkılması neredeyse imkânsız bu role ait değil bu külfet, bu ayrıcalık. Zannediyorum genel olarak bu gezegende kadın olmaya ait.

Yakınlıklar
çev. Tülin Er
Siren Yayınları
Mart 2023
144 s.
Beş romanı, iki öykü derlemesi, çeşitli radyo ve sahne oyunlarıyla Rooney İrlanda Edebiyatı Ödülü, Dylan Thomas Ödülü, Imison Ödülü, Susan Smith Blackburn oyun yazarlığı ödülü gibi pek çok prestijli ödüle sahip Lucy Caldwell’in Yakınlıklar’ı biyolojik ve toplumsal cinsiyet bağlamlarında kadın olmak; anne olmak; kadın, anne kimliğinde veya doğulan veya göçülen yurtta yerini bulmak; din ve geniş anlamıyla inanç; sevmek; kaybetmek, unutmak; yeniden başlamak gibi ana temalar etrafında, neresinden başlarsanız başlayın, sonunda üstünüze yumuşakça giyebileceğiniz bir el yapımı kazak örer gibi adım adım, maharetle örülüyor. Tülin Er’in özenli, yaratıcı ve kitabın yoğun duygusal dünyasını hakkıyla yansıtan çevirisi ise bir başka şans.
1981 Belfast doğumlu Caldwell müthiş üretken bir yazar ve yaptığı her şeyi müthiş yapıyor; Cambridge Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nden birincilikle mezun olmuş, Londra Üniversitesi Goldsmiths College’da yaratıcı yazarlık, Royal Court Genç Yazarlar Programı’nda oyun yazarlığı eğitimi almış. 2012’de ulusal edebiyata katkıları dolayısıyla Kuzey İrlanda Sanat Konseyi’nin Önemli Sanatçı Ödülü’ne layık görülmüş yazarın bu kitapta da yer alan “Bütün İnsanlar Ahlaksız ve Kötüymüş” öyküsü, 2021 BBC Ulusal Öykü Ödülü’nü kucaklamış. 2018’de Kraliyet Edebiyat Derneği üyeliğine seçilmiş Caldwell, bunca kitap arasında Faber Akademisi’nde öykü yazarlığı derslerine de yetişiyor.

Yakınlıklar, birbirinden zamansal ve mekânsal açıdan uzak görünen konuları ustalıkla yakınlaştırıyor. 1808-1877 arasında, sadece varlıklı, beyaz erkeklerin cenneti Viktoryen bir İngiltere’de yaşamış, ona her türlü fiziksel ve psikolojik şiddeti uygulayan kocasını terk ettiği için çocuklarından hayat boyu ayrı kalmak zorunda kalmış, fakat öte yandan, “çocuk velayeti kanununda reform yapmak için verdiği mücadeleyle anneleri sonsuza dek değiştirmiş” yazar, şair ve kadın hakları savunucusu Caroline Norton’dan bahsedilen “Çocuklar” isimli hikâyenin kalbimizi delip geçen o acısını, Trump Amerikası’na, yasadışı yollarla giriş yapan Meksikalı göçmenlerin çocuklarının kendilerinden alınmasına bağlayıveriyor kaşla göz arasında mesela:
“Artık Caroline’ın mektuplarına dikkatimi veremez olduğumda onun yerine Twitter’a bakıyorum; kaydırıyor, tıklıyor, kaydırıyorum. ABD’de mültecilerin çocukları sınırda anne babalarından alınıyor. Sosyal medyada, bebekleri “küçük yaş” barınaklarına götürmek için içlerine sıra sıra kangurular yerleştirilmiş minibüslerin fotoğrafları var. Elle yapılmış titrek bir çekim var, bir de anonim tanıklık. Çocuklar banyo yaptırılmak için ailelerinden uzaklaştırılıyor, bir daha asla dönmüyorlar. Meme emen bebekler annelerin kollarından çekilip alınıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlayan küçükler ahtapot gibi yapışmış. Bir haber spikeri canlı televizyon yayınında gözyaşlarını tutamıyor, prompteri okuyamıyor.” (s. 92)
Dayanılacak gibi değil ve işin kötüsü, her ikisi de gerçek hayattan. Meksikalı annelerin, babaların kucaklarından koparılan çocuklar otobüslerle gözden uzaklaşırken, Norton’unkiler, biyografisinde yazdığına göre, zaman zaman fiziksel olarak yakın olsalar bile hep uzaktalar:
“Hıçkıra hıçkıra ağlayarak alt katta otururken onların küçük ayaklarının tepemde koşturduğunu işitebiliyordum, aramızda sadece bir tavan vardı ve ben onlara ulaşamıyordum!” (s. 87)
“Tarif Edecek Kelimeler” isimli hikâye ise iki genç kadının, büyürken damarlarına zikredilen ve bilinçlendikçe üstlerinden atmaya çalıştıkları ataerkillikle yüzleştiğimiz dönemeçlerden:
“On altı on yedi yaşlarındaydık ve olanların Monica Lewinsky’nin hatası olduğundan emindik. Lisenin ortak salonunda okuldaki arkadaşlarla bundan konuştuğumuzu hatırladım. Küçük aptal orospu, dedik onun için. Küçük aptal sürtük.” (s. 48)
İki kadın, “Clinton-Lewinsky Skandalı’nın” yaşandığı zaman Monica Lewinsky’nin sadece yirmi iki yaşında olduğunu ancak yıllar sonra algılıyor. Kadınlardan biri, üniversitedeki ilk haftasındaki “uygulamalı eleştiri” dersinde Starr Raporu’nu işledikleri zamanı hatırlıyor sonra:
“Haynes Cinsel İlişki El Kitabı’ndan fırlamış gibi, dedi hoca ve hepimiz yeniden güldük, gerçi Haynes El Kitabı nedir bilmiyordum ben.
Hadi o pasajı tekrar dinleyelim, dedi başka birisini seçip.
Sanırım bir telefona cevap verdi... sonra koridordan arka ofise geçtik... Elini pantolonumun içine sokup beni elle genital bölgemden uyardı.
Hâlâ anlayamadım, dedi. Bir kez daha.
(…) Dördüncü seferden sonra ya bize acıdı ya da sadece sıkıldı.
Eksiltmeler, dedi. Neden eksiltmeleri duymuyorum? Eksiltmeler en önemli kısmı.
Ardından abartılı tiz bir sesle kendisi okudu.
Sanırım bir telefona cevap verdi – nokta, nokta, nokta – sonra koridordan arka ofise geçtik – nokta, nokta, nokta, NOKTA. Nasıl da usturuplu, bocalamış, ağırbaşlı-olma-çabasında zavallı Monica, dedi. Yani, şu eksiltmelere BİR DAHA bakın – nokta, nokta, nokta – nokta, nokta, nokta, nokta. Bunların neler söylediklerini veya söylememeye çalıştıklarını düşünün.” (s. 60-61)
Düşünelim, çünkü kelimelerin işaret ettiği “şeyler” sadece söylenmeyince eksilmiyor. Farklı söylenince de eksiliyor: Komşuları, otuz bıçak darbesi alan kadının eşinin ona yoğun bir şekilde şiddet uyguladığını belirtti (kocası kadını sürekli, acımasızca, öldürene kadar dövüyordu ve nihayet bir gün onu bıçaklayarak öldürdü). On yaşında çocuğa cinsel saldırıda bulunuldu (on yaşında çocuğa tecavüz edildi). Duyduğumuza göre arkadaşları, okulda Arda’yla “yumuşak” diye dalga geçermiş (arkadaşları Arda kendilerine benzemediği için ona hayatı zindan edermiş). Gibi…

Genç bir annenin yirmi bir aylık kızıyla beraber, kuzeninin cenazesi için gittiği Toronto’dan Londra’ya gece uçuşuyla döndüğü, yandaki koltukta oturan kendinden büyük bir adamın seyahat boyunca ona yardım ettiği nefis öykü “Bütün İnsanlar Ahlaksız ve Kötüymüş”ün “modern hayatta” sağlamca var olabilmek adına dört koldan mücadele etmek zorunda bırakılan ve aslında kendisinden düpedüz bir masal kahramanı olması beklenen ana karakteriyle bilmiyorum ki kaç milyon kadın özdeşleştirir kendini:
“Kocan elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor yalnızca. Tilly doğduğundan ve sen çalışmayı bıraktığından beri çok kaygılı; geçiminizi sağlama konusunda, çalıştığı sektörün güvencesizliği, bir aile olmanın ne anlama geldiği konusunda. Elinden gelenin en iyisini yapıyor, sen de onu sevmeye devam etmek için elinden gelenin en iyisini yapmak zorunda olduğunu, sevginin ters gitmesinin ya da yoldan çıkmasının da bir tür sürgün olduğunu düşünüyorsun.” (s. 126-27)
Ki sürgün, iki hecelik kısacık adında bin katman, bin bir anlam barındırmaktadır:
“Tilly yeniden uyuduğu halde sen uyuyamıyorsun, adam da uyumuyor. İkiniz de dakikaları, küçük mavi uçak ikonunun Kuzey Atlantik Okyanusu’nun boşluğu üstünde gıdım gıdım ilerleyişini, Grönland’a ve Labrador Denizi’ne doğru kıvrıldıktan sonra yeniden İrlanda’ya doğru alçalmaya başlayıp ilerlemesini izliyorsunuz: Memleket, sonsuz, merhametsiz.” (s. 120)
On bir öykünün görünürde farklı on bir ana kahramanı birleşip tek kadın olsa ve o-hepsi-teki, koca yine iş seyahatindeyken evde iki küçük çocukla, gecenin tekinsizliğinde sevgiye sığınsa ve dünya tutup sadece buradan dönse:
“Balkon kapısını çekip kapatıyorsun, kolunu çeviriyorsun.
Ön kapıyı kontrol ediyorsun, ne olur ne olmaz diye bebek arabasını arkasına çekiyorsun.
Bebek şimdi sabrının sınırında bir ağlayış koparıyor. Oğlun uyanıyor ve o da sana sesleniyor. Küçücük, mahcup bir yanın, tek başına uyanık olmamaktan memnun.
Onlara gitmelisin. Oğlunu kucağına alıp yatağına getirmeli, bebeğin karnını doyurmalısın ve sonra hepiniz birlikte uzanmalısınız, yüzyıllardır ailelerin yaptığı gibi, hayvanların yaptığı gibi.” (s. 81)
Önceki Yazı

Yücel Kayıran’ın Beni Hiç Göremezsin’i
“Beni Hiç Göremezsin, felsefeden psikanalize genişleyebilen çok farklı okumalara açık bir kitap. Nitekim Kayıran, 2000’li yılların başında şiiri için anahtar bir sözcük olarak depresyon kavramını önermişti: Eleştirmen erbabı içinden bu öneriyi pek dikkate alan olmadı.”
Sonraki Yazı

Georgi Gospodinov:
“Kitaplarım tek bir türe sığmasın, yeni boyutlar arasın istiyorum.”
“Dil bizden çok daha eski ve daha akıllıdır. Kitap yazarken dile teslim olup bana rehberlik etmesinden hoşlanırım, o benden daha fazlasını bilir. O, zarifçe yönlendirilmesi gereken güçlü bir at gibidir, bazen de kendimi sadece onun coşkun akışına bırakırım.”