Wells Tower’ın öyküleri:
“Bunların bir kısmını kendin de yaptın.”
“Wells Tower bize öykü kişilerini genellikle başkalarıyla girdikleri çekişmelerin, çatışmaların da tam ortasındalarken tanıtıyor, bazen de az öncesinde, başladığının henüz sezilmediği, su yüzüne çıkmadığı zamanlarda.”
Wells Tower
Amerikan edebiyatının öyküleri önemli seçkilerde yer almış, yeni kuşak öykücülerinden Wells Tower’ın 2009’da otuz altı yaşındayken yayımlanan ilk öykü kitabı Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış’taki[1] öykü kişileri çoğunlukla iki arada bir derede kalmış denebilecek haldeler. Ne ki, içine düştükleri bocalamalar belirli bir anda, belirli bir seçim yapmak ya da yapmamak konusunda değil, daha süreğen, daha derinlerde; onları bu hale sokan çoktandır açık ya da örtük yaşanan kararsızlıklar, debelenmeler. Biz onları gündelik hayatlarındaki anlık seçimleri sırasında tanıyor olsak da bu hallerin sürekliliğini seziyoruz. İyi olmak, toplumsal normlara uygun bir hayat sürmek konusunda olumlu seçimler yapmış da olsalar, kâh kendilerinden kâh koşullardan kaynaklanan arızalar nedeniyle bu seçimlerini hayata geçirmekte büsbütün başarılı olabildikleri söylenemez. Kabahati vaktiyle yaptıkları seçimlerde bulmasalar bile, bir noktadan sonra eskisi gibi sürdürmenin giderek imkânsızlaştığını görmüş durumdalar, ancak eski seçimlerinden topyekûn kopmaları da o denli rahat yaşanmıyor, kolay olmuyor. Ahlaki bir ikilem mi? Belki, ama bir o kadar da yeniden başlamanın, sıfır noktasına dönmenin, yeni bir kişilik kuşanmanın zorluğu, imkânsızlığı. Dolayısıyla sözünü ettiğim çekişmeler onlar için kaçınılmaz. “Sığınak” öyküsünden örnek vermek uygun olacaktır zannediyorum:
Stephen’ı, kendimi ve şu âna kadar yapamadığımız çocukları düşündüm, bu azalan olasılık kapsamında genetik mirasımı aktaracak birini nasıl bulacağımı, bizim ufaklık ayakkabısını bağlama yaşına geldiğinde babasının al yanaklı, hastalıklı, elli yaşında, çölden çıkmış birisi bulduğu portakala nasıl oburca saldırırsa çocuğuna öyle saldırarak masumiyetini ve neşesini emen biri olacağını düşündüm. (s. 52)
Bu cümleler iki kardeşin (anlatıcı ile Stephen’ın) çocukluklarından yetişkinliklerine devam eden çatışmalı gerilimlerinin aktarıldığı bir öyküden. Anlatıcının kardeşiyle arasındaki gerginlikten önce kendi içinde bir çekememezlik yaşadığı açık değil mi? Stephen’la arasının geçen yıllara rağmen (öykünün şimdiki zamanında biri otuz dokuz, öbürü kırk iki yaşındadır) bir türlü düzelmemiş olması, her ikisinde de benzer ama farklı tonlarda mevcut olduğu anlaşılan, kendilerinden hoşlanmama, yenilmişlik, hayatın kıymetli yıllarının beyhude geçtiği gerçeğiyle yüzleşmenin yarattığı sıkıntı ve öz nefret duygularından ötürü – birbirlerine hiç farkında olmadan ayna tutmaktalar. Üstelik anlatıcı sözümona başarılı bir işadamıyken Stephen hiç öyle değil. Tower’ın öykü kişilerinin kendilerine dönük farkındalıkları düşük olmamakla birlikte, gözden kaçırdıkları da az değil. Bu öykünün anlatıcısı mesela, hayatını sorgularken eksiler üzerine abardığında artılardan (artı gibi görünenlerden) faydalanmayı akıl edebiliyor.
Gece geç vakit hırsımın beni hayatın geleneksel ödüllerinin bazılarından (uzun süren yakınlıklar, çoluk çocuk, dikili ağaçlar gibi) yoksun bırakmış olabileceği konusunda kaygılandığımda ve nefesim daraldığında, yıllar içerisinde elimden geçen yüzlerce mülkü düşünürüm. Gerçek değerini ilk kez benim gördüğüm bu mülklerde yaşayan ve bunlardan getiri elde eden küçük ama minnettar topluluğu düşününce bu korkum geçer. (s. 34)
Korku belki o anda geçiyordur, ama bu geçici bir çözüm, bir başka gece yeniden depreşmeyeceğinin güvencesi yok. Başarı hanesine yazılı olanları sürekli hatırlama mecburiyeti bile derinlerdeki sıkıntıların işareti, ancak kardeşinin eksikleriyle meşgul olmak gibi bir kaçış imkânı var – kaçış denebilirse. Aslında bir kapan.
Wells Tower bize bu öykü kişilerini genellikle başkalarıyla girdikleri çekişmelerin, çatışmaların da tam ortasındalarken tanıtıyor, bazen de az öncesinde, başladığının henüz sezilmediği, su yüzüne çıkmadığı zamanlarda. Bu başkalarının yakın kişiler (“Sığınak”taki gibi kardeş, ya da ebeveyn, kuzen, eski eş, vb.) olması da, tahmin edilebileceği üzere, yeni düğümlere, bocalamalara neden oluyor. Kişinin kendisiyle giriştiği debelenmeyi andıran bir hal – bir zamanlar araları iyiyken zamanla açılan mesafeler, değişen huylar, üzeri örtülmüş çekememezliklerin, kıskançlıkların artık saklanamaması ya da açıktan yaşanıp birikmiş, tortular bırakmış çatışmaların artık istiap hadlerinin dolduğu bir noktaya varması sonucunda parlamaların, alev almaların kaçınılmazlaşması. Katmerli, iç içe geçmiş gerilimler. Beri yandan bu gerilimler öyle devasa ölçeklerde sorunlar da değil çoğunlukla, gündelik hayattan ufak tefek sıkıntılar, biraz sabırla, geçmişin hatırına verilecek tavizlerle pekâlâ aşılabilecek şeyler, ama dedim ya, kişilerin kendi içlerindeki gerilimler nedeniyle sabır taşları çatladı çatlayacak halde, verecekleri tavizler olduklarından çok daha büyük ölçeklerde hissediliyor, meseleler ufak tefek olmasına rağmen onlara kişilikleri büsbütün yok sayılıyormuş gibi geliyor ya da öyle bile olsa, yani kişiliklerine doğrudan ya da dolaylı bir saldırı olduğu düşünülse bile, bunu dünyanın sonuymuş gibi algılıyorlar. Hareketsiz kalmaları mümkün değil bu yüzden, gelgelelim yapıp edeceklerinin umdukları sonuçları doğuracağı da şüpheli, hatta kimi zaman sonucunu düşünmeleri bile imkânsız, hareket bir seçim bile değil onlar için, içeriden gelen bir zorunluluk, taşma! Şu da eklenmeli: Öykülerde anlatılan olaylar genellikle arızi buluşmalar aslında, dolayısıyla kalıcı etkileri olması beklenecek durumlardan söz etmiyoruz; birkaç gün, birkaç saat diş sıkmakla atlatılabilecek gerilimler, ama andığım nedenlerden ötürü bu kısa zaman aralıklarının öykü kişilerindeki karşılığı hiç böyle değil. Hissedilen süre neredeyse sonsuz!
Wells Tower’ın Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış’ta yer alan öyküleri, anlatılan olayların inişli çıkışlı ilerleyişiyle de dikkat çekiyor. Bu iniş çıkışlar, ters ya da yolunda giden işler, karşılaşmalar, beklenmedik ertelemeler yahut umulandan çok erken çıkıp gelenler; öykü kişilerinin iç dünyalarındaki gerilimlerin birer tezahürünü andırırcasına hafif ölçekte yeni gerilimler yaratıyor; mesela olan bitenlerin ardından bir şeyler yoluna girecekmiş umudu yeşeriyorsa bile bu umut mevcut gerilimleri büsbütün bastıracak, asude bir iklim yaratmaya yetmiyor; aksine her şeyin yeniden eski haline belki daha beterine döneceği hissinden kurtulmak pek mümkün olmuyor. Bununla birlikte, olaylar tam da beklendikleri yerlerden patlak vermiyor, ancak önceden yaratılmış beklentiler bizi bir şeylerin yolunda gitmeyeceğine hazırlamış olduğu için başka bir yerden, alakasız bir meseleden ötürü yaşanacak olanları yadırgamıyoruz. Şöyle de denebilir: Büyük, sürprizli şaşırtıcı gelişmelerden güç almıyor Wells’in olay örgüleri, ama hareket beklediğimiz yerlerden de gelmiyor. “O iyimser beklentiye, öykü kişisiyle birlikte biz de nasıl kapıldık ki zaten!” demiyoruz da, “Bunlara kapılır gibiyken huylanmamış mıydık zaten!” diyoruz.
Gündelik hayattaki küçük kötülükler ve bunlardan alınan hazlar da az değil Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış’taki öykülerde. “Leopar” ve “Fuarda” öykülerinde çocukların, “Vahşi Amerika” öyküsünde ergen bir genç kızın bu gibi hallerine tanık oluyoruz; keza yazının başında değindiğim “Sığınak” öyküsünün geçmişin hatırlandığı kısımlarında her iki kardeşin sekiz-on yaşlarındaki halleri de bu doğrultuda anılabilir. Aslında kötülük diye andıklarım daha ziyade kendini koruma stratejileri. Kendini kurma, bulma yaşlarında dışarıdan gelen belirgin ya da müphem tehditler karşısında alınmış önlemler. Önlem diyorum, strateji diye anıyorum ama her zaman eylem, davranış değil, bazen söz düzeyinde kalan sataşmalar, ya da içeride hissedilip dışa vurması imkânsız hınçlar, arzular, öbür kişinin düştüğü halden duyulan zevkler. Dış dünyadan gelen saldırılar ya da saldırı olasılıkları karşısında kendi iç dünyalarından başka saklanacakları, sığınacakları yer ya da kişiler yok bu yalnız çocuklar, gençler için. Bu saldırılarla ilgili olarak, Tower’ın iki öyküsünde bir koşutluk var. Bu iki öyküde gündelik hayattan küçük ölçekli ve üzerinde çok zaman durulmadan geçilecek (ama çocuk ya da genç için yaşanırken felaket gibi algılanacak) saldırılarla çok daha ciddi saldırılar olasılığı birlikte beliriyor. Büyük ölçekli saldırı için hazırlıklı değiller; bunun bir olasılık olduğunu, yaklaştığını görmüyor, göremiyorlar. Belki öbür “küçük” saldırı ve ona karşı geliştirdikleri stratejinin onlar için o anda daha önemli olmasından. Bu nispeten önemsiz saldırıyı bertaraf etmek için kendi karşı-saldırılarının onlarda kör nokta yarattığı da düşünülebilir – ya da halihazırda bir kör noktaları var, yetişkinlerin dünyasını tanımaya başlamış olmak, onların silahlarını az da olsa görüp öğrenmiş olmak ve bunları kuşanma çabasına fazlasıyla odaklanmaları. Her durumda Tower kör noktalarındaki saldırı tehdidini onlara değilse de bize göstererek öykülerin gerilimini yükseltiyor.
Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış’taki öykülerin biri dışında tamamı Amerika’nın taşrası denebilecek yerlerde geçiyor; “büyükşehir bölgesi” olarak anılsa bile genç bir kadında “taşra yavanlığı” duygusu bırakan yerler de var aralarında, dağ başındaki ya da göl kıyısındaki yerleşimler de. Bu taşra yavanlığı içinde bir nebze farklı yaşantıları olan kişilerin yeğlendiği de eklenmeli. Bir meditasyon öğretmeni, bir fuarda, daha çok panayır denebilecek bir fuar alanında gösteriler yapanlar, yarışmalara katılanlar; kapısında sürekli birilerinin görüldüğü yalnız bir kadın; sokak satrancı oynayan yarı bunamış bir ihtiyar; kır hayatına çekilmiş, tutkularını artlarında bırakmış görünen, ama görünen orta yaşlılar… Bunlar daha çok yan karakterler, ama öykülerin dramatik yapılarını ve mekân duygusunu, bir anlamda öykülerin atmosferini pekiştiren kişiler. Tower’ın kimi ilginç benzetmeleri var öykülerinde kullandığı; ilginç, çarpıcı belki, ama işlevsiz değiller, bunlar da öykülerin atmosferine, metne hâkim duygu durumuna derinden katkıda bulunuyor. İki örnek: “Evim, insanın metresine ucuz bir motelde geçirecekleri hafta sonunda giymesi için alacağı bir şeye benzemeye başlamıştı.” “Yuvasından çalınmış yavru bir güvercin […] Günün birinde fahişe olmayı hayal eden yarı pişmiş bir silgiye benziyordu.”
Bir öykü dışında, dedim yukarıdaki paragrafta, o istisnai öykü, kitapla aynı ismi taşıyan: “Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış.” Kuzey denizlerinde bir yerde, tam olarak sezdirilmeyen bir zaman diliminde geçiyor. Öbür öykülerle ortak bir teması var bunun da; küçük saldırılar deyip durdum ya, bu öyküde saldırıların amansız, ölümcül olanlarıyla karşılaşıyoruz. Amansız saldırganların da saldırıya açık yanları olduğunun öyküsü anlatılan.
Pila ile benim ikizlerimiz dünyaya gelip de bir aile olduğumuzda sevginin ne berbat bir şey olabileceğini anladım. Bu insanlardan, karından ve çocuklarından keşke nefret etseydim diyorsun, çünkü dünyanın onlara yapacaklarını biliyorsun, çünkü bunlardan bir kısmını sen kendin de yaptın. İnsan kafayı sıyırıyor, yine de onlara tutunuyorsun ve geri kalan her şeyinle onlara tutunuyorsun ve geri kalan her şeye gözünü kapatıyorsun. (s. 216)
“Bunların bir kısmını kendin de yaptın.” Wells Tower’ın öykülerinin anahtar cümlesi bu olabilir. Ölçek meselesini paranteze almak kaydıyla. Dünyanın aldığı halin bize neler yapabileceğine dair öyküler, bizim ne hal aldığımızı da ihmal etmeyen.
[1] Wells Tower, Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış, çev. Ertuğrul Pek, Holden Kitap, 2023, 216 s.
Önceki Yazı
Vigdis Hjorth ile röportaj:
“Annelerin tahtlarından inmeye razı gelmeleri lazım”
“Vigdis Hjorth nasıl biri acaba? Bir kurgu olduğunu çok kez vurgulamasına rağmen başta kendi ailesinin bile otobiyografik olduğunu iddia ettiği o kitabı yazan, çocukluğu boyunca babası tarafından istismar edilme hikâyesini sahiden deneyimlemiş olabilecek bir kadına neyi, nasıl sorabilirim? Karşımda soğuk, mesafeli, belki hüzünlü bir kadın bulmayı bekliyorum – kendisiyle tanışınca hayatın ne kadar neşeli sürprizlere gebe olduğunu anlayacağım...”
Sonraki Yazı
İTALİK ÖNERİLER-11:
Frankfurt Kitap Fuarı yaklaşırken...
Sach Lexion des Buches / Bucherstellung / Die Geschichte der Anderen Bibliothek in Gesprachen / Kitap Nesnesi Nesne Olarak Kitap / İslam Klasiklerini Yeniden Keşfetmek / Cağaloğlu’nda Bir Yayıncı Portresi: Ebubekir Erdem / Genç Editör ve Eleştirmenin Not Defteri