Ulysses üzerinden Homeros'a, oradan çevirilere ve Osmanlıca metinlere...
“İlyada'yı (İlias) yeniden Türkçeye çeviren Erman Gören'in kıymetli emeğini selamlayıp kabaca Homeros çevirileri bağlamında değerlendirirken, Osmanlı metin çevirilerinin hal-i pür-melaline dair de bir iki söz söylemek isterim...”

M.Ö. 540-530 arasına tarihlenen bir amfora üzerindeki, orijinali siyah beyaz olan resimde Akhilleus'un ölümü hikâye edilmiş.
2024’te Türkçede yeni bir İlyada (İlias) çevirisi yayımlandı. Hem de öyle sessiz sedasız değil, aynı zamanda kitabın da çevirmeni olan Erman Gören’in hazırladığı ve çeviriyi satır satır, hatta kimi zaman kelime kelime nasıl yaptığını açıkladığı bir podcast serisiyle geldi bu yeni tercüme. Her biri 90 dakikadan tam 65 bölüm. Daha rahat idrak edilsin diye şöyle ifade edeyim: Bu podcast serisi üniversitede bir seminer dersi olsaydı, tam beş dönem sürerdi! Gerçek bir filolog rüyası. Kutsal kitapları hariç tutarsak, bir kitabın çevirisine ait bu uzunlukta ve bu derinlikte bir konuşma serisi eminim nadirattandır. Türkçede eşdeğerini bilmiyorum; dünyada benzeri var mı, bilenlere sorula.
Ben de bu yazıyı bu kıymetli emeği selamlamak, kabaca Homeros çevirileri bağlamında değerlendirmek ve son olarak da Osmanlı metin çevirilerinin hal-i pür-melaline dair söz söylemeye fırsattır diye kaleme alıyorum.
Ulysses: Homeros’la ilk karşılaşma
Erman Gören’in “İlias’la ilk karşılaşma, hangi vesileyle olursa olsun, her okur için eşsiz bir tecrübedir” diye açılan metnine bir nazireyle, kendi “eşsiz” deneyimimin tarihçesini anlatarak başlamak istiyorum yazıma. Çünkü şüpheli okura daldan dala atlarmış gibi bir izlenim vermeye teşne başlığımdaki üç alanı nasıl birbirine teyellediğimi (rhapsōidos’lara selam olsun!) ancak böyle gösterebilirim.
Yaklaşık yirmi yıl önce, bir bayram ziyaretinde, evin bir köşesinde fısır fısır konuşan iki kuzenimden James Joyce isimli bir yazarın Ulysses diye bir romanı olduğunu, bunu Türkçeye çeviren kişinin yıllarca bu metinle boğuştuğunu ve bunun dünyada okunması en zor roman olduğunu duymuştum. Metnin her bölümü envai çeşit oyunla, başka metinlere göndermelerle doluymuş, her bölümün üslubu farklıymış ve bir insan organına denk geliyormuş, vs.’lerden koca bir çelenk. Hatta metni çeviren[1] öyle bilindik ehl-i kitap camiasından bir tercüman da değil, –biraz da efsaneleştirici bir tonla– satranç federasyonundan çıkmışmış...
Haliyle merakım galebe çaldı, ilk iş kitabı almaya gittim. O sırada İzmir’de, en azından benim aramaya başladığım Alsancak-Konak hattındaki ilk iki-üç kitapçıda Ulysses yoktu. Baskısı bitmişti. Ama son bir umut girdiğim kitapçıda –Kabile, Konak– girer girmez sorduğum soruya olumlu yanıt almıştım:
– Merhaba, Ulysses var mı?
– Var, şurada.
– Oh, sonunda bulmak nasip oldu!
– Bitirmek de nasip olur inşallah!
Son cümledeki kinayeyi kitabı aldıktan birkaç gün sonra anlayacaktım. Ulysses’in yaklaşık yüzde yirmisini okumuştum ama kitap benim gibi toy bir okura henüz zor geliyordu. Sıkılıyordum. Gitmiyordu. Nihayetinde elimden bıraktım. Birkaç ay sonra bir vira çekerek kitaba yeniden başladım. Dedalus’u çok seviyordum, Bloom’un olduğu sayfalar çok muzırdı ama giremiyordum kitaba. Velhasıl, yine bıraktım.
Ama yılmadım. Ulysses üzerine okumaya, literatür karıştırmaya başladım. Çünkü metin öyle kaskatlı bir yapının üstüne bina edilmişti ki, her bir katın çıkışı başka metinler aracılığıyla bulunuyordu. Ben de hiç değilse kabasını alayım diye Shakespeare, Ibsen, Shandy, Dante ve biraz da İrlanda tarihinin yanında ilk baştan başa Homeros okumamı yaptım.
Elbette çocukluğumdan biliyordum Homeros’u; evimizdeki ansiklopedilerden, antolojilerden parçalar okumuştum ama tamamını okumuşluğum yoktu. O dönemde en muteber çeviriler Azra Erhat ve A. Kadir olduğundan, yaz tatilinin bir kısmını onların dilinden İlyada ve Odysseia okuyarak geçirdim.
Ulysses’i okuyabilmek için başka şeyler okuduğum sıralarda Nevzat Erkmen’in hazırladığı Ulysses Okuma Sözlüğü karşıma çıkıverdi. Böylece yaz tatilinin devamında “evet dediydim evet isterim evet”i görünceye kadar yer yer zorlansam da, tarif edilmez bir keyifle Ulysses’i bitirdim.
Hülasa, Homeros ile ilk karşılaşmam modern bir klasik vesilesiyle, dolaylı yollardan olmuştu. Onu başka bir metni okuyabilmek için okumuştum. Homeros’un her iki metni de çok etkileyiciydi ama kolay değildi. Bazı bölümler su gibi akıp giderken, bazı bölümler için hem ben çok toydum hem de o zamanki mevcut çevirilerde okura yol gösteren, onun elini tutan açıklamalar yoktu. Özellikle İlyada’ya çok daha zor temas edebildiğimi hala hatırlarım.
Homeros literatüründen öğrendiklerimin kendi çalışma alanımla kesişeceğini kestirmem ilk başka mümkün değildi. Yaklaşık on bir, on iki yıl önce merhum Semih (Tezcan) Hoca’nın Bilkent’te kırk yılın birikimiyle verdiği Dede Korkut Seminerleri’ni aldığımda, önümde bir ucu Homeros’a varan bambaşka bir yol da açılmış oldu. Hoca seminerin bir haftasını Tepegöz-Kiklop meselesine ayırmış, metni ve literatürü didik didik ettirmişti. Serbest Homeros okurundan akademik Homeros okuruna geçişim bu yıllara tekabül eder.
İngilizcede Homeros çevirileri ve Emily Wilson
Farklı çevirileri ve devasa araştırma külliyatıyla Homeros literatürü çok zengin bir alan. Gılgamış ile birlikte ikisi de tarihî metinlerle boğuşanlar için ilham almak, teorik tartışmaları görmek ve değişen çeviri anlayışlarını yakından izlemek için son derece besleyici membalar. Kendi payıma, Osmanlıca metinlerle hakkıyla uğraşabilmek ve bugüne aktarabilmek için sık sık başvurduğum, örnek aldığım kaynaklar.
İşbu sebeplerle son yedi sekiz yıldır Homeros metinlerini ve Gılgamış’ın Türkçe, İngilizce ve Almancadaki çevirilerini takip etmeye çalışıyorum.[2] Joyce’a bir nevi altlık olsun diye okuduğum Homeros yıllar içinde benim için farklı çevirilerini ve çeviri anlayışlarını merak ettiğim ve okumayı bırakmadığım ayrı bir alan haline geldi.
Tabii olanca eskiliğine karşın Gılgamış, Homeros’a göre çok daha yeni tanıdığımız bir metin. Modern çağa Homeros gibi uzun bir çeviri ve yorum silsilesinin meyvesi olarak ulaşmamış. 19. asırda, deyim yerindeyse yokluktan bitmiş. Homeros çevirilerinin, tartışmalarının tarihiyse o kadar geriye gidiyor ki, onu bugünkü dillere çevirenler sırtlarını seleflerine yaslıyor; kuşaklar boyu süregelen, her kuşakta sürgün vermeye devam eden dallı budaklı bir silsileye eklemleniyor. Gıpta edilecek bir durum. Metinlerin sadece İngilizce çevirilerinin bile sayısını onlarla ifade etmek mümkün; ki uyarlamalarını, tiyatro-opera-sinema adaptasyonlarını, yeniden yazımlarını, dijital oyunlardan fışkırmasını, Avrupa şehirlerini dolduran heykellerini, vs. hiç saymıyorum bile. Bir metnin kanonik olması tam da budur.
Homeros çevirileri arasında 2024’e gelinceye kadar Azra Erhat ve A. Kadir dışında Emile Victor Rieu’nün kolay okunan ama yavan nesir çevirilerini, Robert Fagles’in tumturaklı ve son derece lirik bir üslupla yaptığı, kelimenin her anlamıyla “güpgüzel” ama semantik düzlemde ana metinden de biraz uzak tercümelerini okumuştum.
Arada Emily Wilson’ın Odysseus çevirisi çıkmıştı ama çevirmenin bir nevi pop-star gibi lanse edilmesine sebep ondan uzak durmuştum. Ama geçen yıl dayanamayıp Wilson’ın çevirilerine başladım ve bir anda müptelası oldum. Çevirileri hakkında verdiği röportajları okudum, konuşmaları dinledim, ilk başlarda pek alışamadığım, ancak zamanla sever hale geldiğim icralarını bile izledim. Anlaşılacağı üzere, çevirilerle yatıp kalktım. Anlatsam sabah olur, ki olmasın diye kısa tutmaya çalışacağım.
Wilson’ın çevirisi çok sade, okurun ağzına nektar çalan, ihtişamlı ama hızlı okunan, çevik bir dile sahip, ki Fagles gibilerin çevirilerine alışık olanlar için Wilson’ın eleştirildiği yer tam da burası. Homeros’u basitleştirmekle suçluyorlar onu. Oysa Wilson kendi çeviri anlayışı içerisinde gayet tutarlı.
Niyetim bu son çevirinin Homeros çeviri literatüründeki yerini biraz masaya yatırıp hem Erman Gören’in İlyada/İlias çevirisiyle hem de Osmanlı tarihî metin çevirileriyle bir bağlantı kurmak...
Wilson’ın çevirisi okuduklarım arasında okuru en önceleyen çeviri. Kitabın girişindeki Homeros dünyasını ve metinlerini tanıtıcı bölümler (özellikle xenia altbaşlığı) harikulade. Bu tanıtıcı bölümler sayesinde okur metnin tarihselliğine temas edebiliyor. Dilini, âdetlerini, toplumsal cinsiyet rollerinin metindeki konumlarını, coğrafyasını, vb. metnin tarihselliği içerisinde anlamlandırabiliyor. Tüm bu tanıtıcı metinler ve haliyle çevirinin kendisi Homeros araştırma literatürünün bugün geldiği son noktaya dayanıyor. Metnin sağlamlığı meşruiyetini buradan da alıyor diyebilirim.
Bunun yanı sıra çeviri gayet düzayak, içine giriliveren, apaçık bir dile sahip. Akıyor, okunuyor. Özellikle Illiad’daki kitabın üçte biri hacmindeki metin-içi açıklamalar o kadar zengin ve lüzumlu ki… Gerek donanımsız okuru donatacak tarihî-kültürel veriye, gerekse metindeki tutarsızlıklara, anlaşılmayan, vb. yerlere açıklamalar getirerek okuru metnin daha da içine alıyor. Tarihî metinler söz konusu olduğunda elzem, örnek alınması gereken noktalar.
Emily Wilson, Homeros’u çevirirken metnin ritmini ve akıcılığını, hızını, özetle sesi öncelediğini vurguluyor. İngilizcede sesli performe edilebilecek, çevik, sözle yaşam bulan bir metin kurmak istediğini söylüyor her iki kitabın da önsözünde. Homeros’un dilinin olanca yapaylığına[3] karşın yaşayan İngilizcenin kelime dağarcığıyla yapıyor bunu. Tabii yer yer tarihsel mesafeyi koruyarak, metnin groteskliğini, özellikle Illiad’ın kara tonunu doğrudan sunarak yapıyor bunu, ki çevirinin parladığı noktalar da zaten buralar.
Ayrıca Wilson sesi ve ritmi öncelediğinden, her iki çeviri de –bu çağda inanması güç ama– vezinli. İki kitapla birlikte toplamda aşağı yukarı otuz bin dizeden söz ediyorum. Saygı duruşu.
Tabii tüm bunlara rağmen iki metnin de aslında farklı bir dil üslubu (register manasına) taşıdığını görmek mümkün. Wilson’ın da belirttiği gibi, Odyssey daha esnek, gündelik, romana öykünen bir tona sahipken, Illiad’da gazabın, bedduanın ve savaş meydanlarının dağdağası adeta gürül gürül çağıldıyor. Wilson metnin tüm heybetini mübalağa olmadan karşısına çıkarıyor okurun, kudreti debdebesiz bir şekilde ama tüm azametiyle veriyor.
Wilson bunlar dışında karakterlerin farklı üsluplarına, konuştukları Yunancanın diyalektlerine de dikkat ediyor. Akhilleus ve Hektor asla aynı konuşmuyor örneğin. Benzer şekilde, farklı Yunan dünyasının farklı yerlerinden gelenler farklı diyalektleri kullanıyor, buna göre ses buluyor çeviride.
Tabii tüm bunlara ilaveten uzun çeviri silsilesinde Homeros’un ilk kez bir kadın tarafından çevrilmesinin getirdiği mühim bir tarafı da var işin. Wilson ana metnin testosteron dolu dilini ve önceki çevirilerin toplumsal cinsiyet hassasiyetlerine cevap üretmeyi geçtim, soru bile sormadığı yerleri büyük bir farkındalık ve nüansla tercüme ediyor. Bu konuda özellikle Odyssey çevirisinde eskilerin deyişiyle muşikâfane bir dikkat mevcut.

Wilson’ın tercümesi, arkasında upuzun bir çeviri ve araştırma geçmişi bulunan bir metin. Çevirmenin bunca farklı tasarrufta bulunabilmesinin ardında da işte bu zengin mazi ve Homeros’un haddizatında Batı kanonunun kurucu metinlerinden biri olması geliyor. Bununla ne demek istiyorum?
Şüphesiz her çeviri anlayışı, çevirmenin neyi öncelediği ve tercihlerini tutarlı uyguladığı ölçekte mübahtır. Yani Homeros’u, metnin tarihsel dokusunu dilde hissettirebilmek için Fagles gibi eskicil bir kelime kadrosuyla çevirebilirsiniz. Ya da olanca acayipliğine rağmen tüm filolojik hassasiyetleri önceleyerek, kullanılmayan, garip ama sentaksı tutarlı, grameri tam karşılayan, vb. öğelerle örülü bir çeviri de çatabilirsiniz. Ama Wilson’ın yaptığına benzer, dili modern dilin dağarcığıyla sarmalayan bir çeviri dünyada ancak öncül çevirilerin bulunmasının yarattığı lüksle sağlanabilirdi. Çünkü aksi halde tüm oklar sizi kaynak metni yansıtmamakla suçlayacaktır… Burada Wilson’ın ana metni yansıtmadığını ima etmiyorum, sadece onu kendi meşrebince daha fazla eğip bükebilme serbestisine sahip olduğunu vurguluyorum. Homeros’u İngilizceden okuyacaklar için bulunmaz nimet.
Özetle, çevirinin çevirileri zenginleştirdiği bir ortamdan söz ediyorum, Homeros’un İngilizcede onlarca çevirisinin olmasından. Bu da şüphesiz onun Batı kültür kanonunun merkezinde olmasından kaynaklanıyor.
Erman Gören ve Homeros’un Türkçe yeni çevirisi
Yukarıda biraz dilim döndüğünce çeviride Homeros’a giden farklı yollar olduğunu ve her tercihin tutarlı bir biçimde uygulandığı müddetçe mübah olduğunu anlatmaya çalıştım. Erman Gören’in tercümesi de bu bağlamda son derece başarılı.
Gören’in çevirisi vezinli bir düzen izlemiyor, bunun yerine dize düzenini koruyup metnin tarihselliğini, inşa edilmiş dilini ve epitetlerin kullanımlarını, mükerrer ifadelerin muhafazası gibi unsurları önceliyor.

İlyada / İlias
çev. Erman Gören
Everest Yayınları
Mayıs 2024
840 s.
Bu manada birkaç kelam etmek gerek. Birincisi, Gören’in çeviri dili alabildiğine zengin. Bu zenginliğin kaynağı da temelde Türkçenin farklı evrelerinin, ancak esas olarak 19. yüzyıl Osmanlıcasının devasa kelime dağarcığının dikkatli bir şekilde kullanımına dayanıyor. Tarihî Türkçeye sırtını böylesine yaslamak çevirmenin tercihleri doğrultusunda gayet tutarlı. Çünkü bu sayede hem Homeros’un yapıntı dilini hem de metnin tarihselliğini, Gören’in deyişiyle o “ürpertici garipliği” gerçekten hakkıyla karşılıyor.
O ürpertici garipliğin en çok ayyuka çıktığı yerlerden biri epitetler.[4] Osmanlı tarihî metinlerinin de ayrılmaz bir parçası olan bu unsurlar modern okura alabildiğine yadırgatıcı ve tekrar edip duran yapılarıyla usandırıcı gelecektir ama İlyada gibi bir metni okumanın da tarihî deneyimi budur. Ana metinde kahramanların, tanrıların, şehirlerin kendi başlarına ifade edilmedikleri, adlarının zikredildiği hemen her yerde tanımlayıcı sıfatlarla geçtiklerini, bir şeyin sadece kendisi olarak değil, daima başka şeylerle açıklanarak var olduğunu ekleyeyim: Yani Apollo değil, “uzaktan-oklayan Apollo”, Troilalılar değil, “atları-dizginleyen Troialılar” ya da Akhilleus yerine “ayağına-tez Akhilleus” (ne güzel bir çeviridir!) gibi karşılıkları birer tadımlık olarak vermekle yetineyim.
Gören’in Türkçe kullanımı gayet yekin, etkileyici ve akıcı. 1. Kitap’ta Akhilleus’un Agamemnon’u öldüreyazdığı ve Athena’nın engel olduğu sahne (1:188-205) ya da 18. Kitap’ta Akhilleus’un Patroklos’un ölümünden sonra Myrmidonlarla konuşması (18:317-338) gerçekten çevirinin doruğa çıktığı noktalardan birer örnek. Dönüp dönüp okunası. Literatürde Homeros metnini tanımlayan hemen her şey (açıklık, çeviklik, doğrudanlık, epik söylem) bu gibi yerlerde orijinal metne bizi çok yaklaştırıyor olmalı.
Lakin Türkçe kelime karşılıklarında yer yer itiraz edeceğim noktalar da yok değil. Örneğin 18:232’de geçen “mermi” kullanımının sebebini anlamakla birlikte, sözcüğün güncel Türkçedeki anlam ve çağrışım alanını hesaba katınca bunu biraz problemli buluyorum. Arapça “remy” kökünden (“atmak” manasına) gelen bu kelimeyi Osmanlılar 16. asırdan itibaren daha ziyade barutlu silahlar için kullanmışlardı. Kelimenin 19. asra kadar kullanım alanı son derece kısıtlıdır; sonrasında ise yalnızca silah mermisi manasına kullanılmıştır. Çeviride “Patroklos’u çekip çıkararak mermilerin arasından yatırdılar bir döşeğe” (18:233) şeklinde geçen kullanım bu manada teoride anlamı karşılıyor olsa da, (mermi: atılan şey) anakronik tınlıyor demeliyim.
Benzer şekilde, “vay benim başıma”, “be mübarek” gibi nidaların da daha farklı verilebileceğini düşünüyorum. Çünkü güncel Türkçede bunlar metnin geneline hâkim olan tarihî, yüksek ve inşa edilmiş dilin üslubuna (register) ait değiller. Akhilleus’un yaptığı yüreklendirici veya dehşet uyandırıcı bir konuşmanın hemen öncesinde ya da sonrasında “vay benim başıma” demesi, dilin gönderme dünyasını birden kırsal, yapıntı olmayan, yöresel bir bağlama çekiyor diye düşünüyorum. Hele ki Akhilleus’un tüm konuşmalarını gayet yüksek, sofistike bir dil üslubuyla (register) yaptığını düşünecek olursak, bu ayrım daha da uzlaşmaz hale geliyor.

Yine benzer doğrultuda “ilahi” kullanımını da bir türlü kafamda yerine oturtamıyorum. “İlahi Akhilleus” gibi örneklerde kullanılan bu kelime Wilson çevirisinde ekseriyetle “god-like” (Tanrı-vari, Tanrısal) ile verilmiş; “ilahi”nin güncel Türkçedeki çağrışımları ve anlam alanı yüzünden bunun yerine “Tanrısal” kelimesi anlamı daha iyi karşılardı zannındayım. “Kani ol-”, “kahırlandır-”, “cedelleş-”, “abdestsiz” veya “mukavim” gibi farklı farklı sebeplerden itiraz edebileceğim daha başka örnekler sayabilirsem de, bu gibi az sayıda unsurun çevirinin görkemine, zenginliğine ve ince düşünülmüş çözümlerine gölge düşürmediğini belirtmek isterim.
Gören’in çevirisi Homeros’un kimliği, metinlerin arka planı, dili ve dünyası konusunda açıklayıcı kısımları ve harikulade bir şekilde kaleme alınmış bir çeviri notunu (“İlias’ı çevirmek”) ihtiva ediyor. Gören’in Homeros metinlerine ve onlarla ilgili araştırmalar silsilesine hâkimiyeti tek kelimeyle yetkin.
Gören’in bir çevirmen ve filolog olarak da Homeros bağlamında konumlandığı yeri çok önemsiyorum.[5] Neden? Bu ilgili metinlerin dünyasıyla kurulan ilişkilerde, onu alımlamada, aktarmada ve hakkında söz söylemede kelimenin her anlamıyla entelektüel bir konum. Olması gereken akademik bir tavır. Homeros’u yerli yerince anlamaya ve aktarmaya çalışan bir yordam.
Bu manada Gören’in Homeros’u Türkiye için konumlandırdığı yer de takdire şayan. Çünkü Gören’in çeviri anlayışı, Türkçedeki öncül çevirilerden farklı olarak Homeros’u “ecnebi” saymayan bir açıdan ele alıyor. Bunu yaparken de Homeros’u –Egelilik vurgusu üzerinden– bizden biri sayma gibi bir gaflete de düşmüyor. Son derece bilinçli bir şekilde, metnin tarihselliğini, üretim ve yayılım alanını yansılayan, etnik-milliyetçi budunculuktan ari bir şekilde, onu Türkçenin de yüzlerce yıldır içinde devindiği, evrildiği geniş Akdeniz kültürünün bir geleneği olarak alıp ortak bir mirasın ürünü olarak kavrıyor. Çevirisinin temelini buna göre atıyor, çatısını buna göre çatıyor. Kelime tercihlerini, kavramları, çevirinin tonunu, açıklamaları ve Homeros metinlerinin Akdeniz ve ötesindeki diğer metinler dünyasıyla ilişkisini böyle bir yerde kuruyor.

Tüm bunlara ilaveten, girişte de değindiğim bir nokta var: Erman Gören’in Klasik Düşünce Okulu’nda düzenlediği, 65 bölümlük “Homeros Okumaları” serisi. Farklı sosyal platformlardan takip edebileceğiniz bu seriyi şahsen en az çevirinin kendisi kadar değerli buluyorum. Çünkü bu seri sayesinde Homeros dünyasına tam teşekküllü bir giriş yapmanız ve de çeviriyi kapsamlı bir şekilde okumanız mümkün hale geliyor.[6] Metnin çetrefil yerlerinde bu konuşma serisi insana satır satır eşlik ediyor, yol gösteriyor.
Serinin ilk altı bölümünde Homeros ve dünyasını, literatürünü, çalışmaların günümüzde ulaştığı noktayı takip edebiliyorsunuz. Bu sayede hem Homeros araştırmaları literatürünün temel tartışmalarını öğreniyorsunuz hem de güncel tartışmaların nereye evrildiğine dair bir fikriniz oluyor. Tabii çeviri için de son derece önemli bir nokta bu. Çünkü Erhat ve Kadir’in çevirilerinden sonraki yıllarda Homeros çalışmalarında öyle çok yol alındı ki, sadece bu güncel bilgiler için dahi yeni bir çeviri lüzumlu hale gelmişti.
İkinci önemli nokta ise, bu seri aracılığıyla çevirmenin tercihlerini, kimi zaman kavramları, epitetleri, ifadeleri, âdetleri, vb. nasıl çevirdiğine tanık oluyorsunuz. Buradaki tanıklık Homeros’u sadece içinde yazıldığı Akdeniz kültür dünyası dahilinde sunmakla kalmıyor. Onu motif benzerlikleri, varyantlar, paralel anlatılar gibi noktalarda kimi zaman dolaylı, kimi zamansa şaşırtıcı biçimde, doğrudan iltisaklı olduğu daha geniş makro bir metinler dünyasıyla yan yana ele alıyor. Böylece Homeros’un Gılgamış, Atra-Hasis, Mahabarata ve Vedalar’ın dünyasıyla nasıl ilişkili olduğunu görüyorsunuz. Çevirideki bazı noktaların bu paralel okumalar sayesinde anlam kazandığına şahit oluyorsunuz.
Son olaraksa şunu belirtmek istiyorum: Erman Gören’in çevirisi ve onun için harcadığı tüm emeği bu konuşma serisi aracılığıyla kamusal hale getirmesi, benzer işlere kafa yoran herkes için yol gösterici bir nitelikte. Gören’in tüm bu süreçte yapıp ettikleri, özetle tarihî metinlerle uğraşan herkes için bir deniz feneri. Işığı daim ola.
Osmanlıca tarihî metin çevirilerinin payına düşen
Osmanlıca metin çevirilerinin halihazırdaki durumunu etraflı bir şekilde bu yazıda ele almak gibi bir niyetim yok. Zaten öyle bir yerimiz de yok. Yazının amacı açısından sadece şunu vurgulamak yeterli diye düşünüyorum: Osmanlıca metin çevirileri, Homeros çevirileriyle kıyaslandığında hâlâ emekleme safhasında. 19. asırdan önceki bir Osmanlıca metnin çevirisinin Gören’in yaptığına yakın, yaptığının yarısına bile yakın örneği yok elimizde.
Şüphesiz, bu durumun çeşitli sebepleri var. Başta modern Türkçeyle Osmanlıca metinler dünyasında Homeros’un modern metinlerle (yukarıdaki Ulysses örneği gibi) ve de kültürle kurduğuna benzer bir ilişkinin mevcut olmayışı geliyor. İlyada ve Odysseia gibi kültürün kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, kanonik bir metni yok Türkçenin.
Osmanlı’dan günümüze ulaşan ve yanlış bir adlandırmayla “klasik” olarak tanımlanan metinlerin hiçbiri bu seviyede bir kanonik statüye sahip değil. 19. asra gelinceye kadar belki de Bostan ve Gülistan, Şahname, Mesnevi ya da Hafız Divanı gibi metinlerin İlyada ve Odysseia’nınkiyle kıyaslanabilir bir yeri, ağırlığı vardı.[7] Ama bu kadar. Onlarla da ilişki 19. asırdan sonra giderek zayıfladı, hatta zaman içinde yok olmaya yüz tuttu. Tarihî metinler söz konusu olduğunda, böylesi bir kanon kaybı elbette tarihî metin çevirisinin kadük kalmasının sebeplerinden biri olacaktı.
İkinci sebep, Osmanlı tarihî metinleriyle kurulan entelektüel ilişkinin akademik birikimi hâlâ yeterince zengin değil. Bu gibi metinler üzerine neşir çalışmaları bir yandan devam ediyor etmesine ama araştırmalar ve tartışmalar aynı düzeyde değil. Bunlara ilaveten bu metinlerin Latin harflerine aktarıldıktan sonra çalışılmaması da garip bir temayül oluşturmuş durumda. Hal böyleyken de çoğu tarihî metnin çağdaş Türkçeye çevirisi bulunmuyor elde, ki bu da bu metinleri bir grup akademisyenin ilgi alanı olmanın ötesine taşıyamamak demek.[8]
Üçüncüsü, Osmanlı tarihî metinlerini çeviri anlayışı halen gelişmekte.[9] Oturmuş temayüller neredeyse yok, aynı eserin muhtelif çevirileri genelde mevcut dahi değil ve çeviri üzerine düşünce üretimi çoğu zaman vasat bir irtifada seyrediyor. Hepten yok değiller, nitelikli örnekler tek tük de olsa var;[10] ama bunlar üstüne söz söyleyen, bunları aşmaya çalışan yeni işler lazım ki, Osmanlıca çeviriler Wilson’ın ya da Gören’in Homeros’u çevirirken yaptığına benzer bir rafineliğe ulaşabilsin.
Yerel gazetelerin her şeyden şikâyet eden aydınlanmacı yazarlarına benzemekten biraz çekinerek de olsa, “Ne yapmalı?” diye sorasıyım. Aslında çözüm belli, örnekler önümüzde, takip etmeli; metinler elimizde, oturup çevirmeli. Beni tüm bu yola sokan Ulysses’in Türkçede üç farklı çevirisi var. E, Homeros da artık üçledi. Çok şey istemiyorum bana kalırsa.

Latifi, Evsaf-ı İstanbul, YZ 37, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, 1b-2a.
Osmanlı metinleri bağlamında kendi dönemlerinin kanonik eserlerinin çevirisi zaten elzem. Ama bunların yanında bir de elde şöyle tam teşekküllü, açıklamalı, notlandırmalı, anlaşılmayan yeri bırakılmamış, hem de güncel Türkçenin temayüllerine uygun, okurun elinden tutan, metnin dilini, üslubunu yansıtan bir çeviri anlayışıyla Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’si olsa mesela? Ya da Lâtifî’nin 16. asır İstanbul’unu tüm keşmekeşiyle anlattığı Evsaf-ı İstanbul’unun lezzetli veyahut 18. yüzyıl İstanbulu’na homurdanıp duran Risale-i Garibe’nin bıçkın bir tam tercümesi?[11] Nergisî hikâyelerinin şık şıkırdım detaylarını atlamadan veren bir külliyat?
Keşke olsa… Öyle olsa, eskilerin deyişiyle bize de dağ üstü bağ olur.
NOTLAR
[1] Tabii onun Nevzat Erkmen olduğunu sonradan öğrenecek ve çevirisini çok sevecektim. Dublin’de Joyce Center’da yaptığı konuşmadaki Killiney-Kıllı Ney > Hairy flute! çeviri-şakasını ve muzipliğini hâlâ çok severim; Joyce’un meşrebine de çok uygun görürüm. O yıllarda Armağan Ekici’nin çevirisi henüz yoktu, ki onu da sonradan başka sebeplerle, çok ama çok sevdim. Fuat Sevimay çevirisini ise henüz okumadım.
[2] Örneğin Türkçede Jean Bottero’nun Gılgamış çevirisine kıyasla Stephan Maul’un açıklamalarla dolu, Almanca titiz çevirisi tarihî metinleri anlamada ve yol göstermede gerçek bir fener. Gılgamış’ta geçen pek çok ritüelin neye tekabül ettiğini, göndermeleri ve metinlerarası ilişkileri ancak bu açıklamalar sayesinde anlayabiliyorsunuz. Metin adeta ete kemiğe bürünüyor. Filolojik kesinlik açısından ise Andrew R. George’un çevirileri son derece aydınlatıcı olmakla birlikte, içlerinde modern okura yol gösteren ve gerçek bir okuma zevki vaat eden en yetkin iş, son zamanlarda çıkan Sophus Helle’nin lirik çevirisi, ki Helle’nin çevirisi de açıklamalı notlar ve tanıtıcı yazılar açısından okura harika bir giriş sunuyor. Bu yönüyle hepsi de tarihî metin çevirisinde pırıl pırıl örnekler.
[3] Burada yapaylığı Kunstsprache manasında, yani konuşulan dilin doğal havuzunun dışında inşa edilmiş dil, üslup olarak kullanıyorum. Bu manada Osmanlıca inşa dili dediğimiz tam olarak bir Kunstsprache’dir. Bu arada: Armağan Ekici'nin Emily Wilson'ın çevirisi çıktığında K24'te sıcağı sıcağına yazmış olduğu yazı için: "Odysseia'nın erkekleri ve kadınları"
[4] Epitetler canlıları, yerleri, doğaüstü varlıkları veya şeyleri tanımlamada kullanılan klişe sıfatlardır.
[5] Bu yeni Homeros çevirileri bağlamında Gören’i metne yazdığı önsözde, konuşma serisinde, Kültür & Tarih Sohbetleri’nde (keşke bitmeseydi!) ve farklı mecralara verdiği söyleşilerde takip ettim.
[6] An itibariyle ilk 27 bölümü tamamladım; buna ilaveten yazıyı yazabilmek için Gören’in genel değerlendirme yaptığı 65. bölümü de dinledim.
[7] Burada muhtemelen “ama Baki, Fuzuli... Sinan Paşa!?” diye itiraz edenler olacaktır. Bunların hiçbiri Osmanlılar kültürel tarihi nezdinde yukarıda saydığım Farsça metinler kadar yer etmiş, belirleyici ve dolaşımda olan eserler değildi.
[8] Bu konuda son yıllarda bir hareketlenme var neyse ki… Sadık Yazar ve Mücahit Kaçar’ın hazırladığı Teoriden Pratiğe Türk Edebiyatında Diliçi Çeviri’si gibi çalışmaların artması dileğiyle.
[9] Osmanlıca çeviriler konusunda Saliha Paker’in çalışmaları hâlâ en önemli çalışmalardır. Teorik açıdan onun kalibresinde çalışmaların eksikliği ortada.
[10] Unutulmaması için, Orhan Şaik Gökyay’ın artık dolaşımda olmayan Mevaidü’n-Nefais (Ziyafet Sofraları) çevirisinin dili, dipnotları ve açıklamalarıyla harika bir tarihî metin çevirisi örneği olduğunu belirteyim.
[11] Evsaf-ı İstanbul’un mevcut yayını ne yazık ki okuma kusurlarıyla dolu. Buna karşın Hayati Develi’nin Risale-i Garibe yayını ise adeta bir yüz akı; örnek nitelikte bir çalışkanlığın ürünü.
Önceki Yazı

Nurdan Gürbilek’le söyleşi:
“Metnin hemen duyulmayan seslerini belirginleştirmek...”
“Bir oturuşta bitirdiğim yazı hiç olmadı. Çünkü yazıya başlarken kafamda hemen iletmek istediğim bir mesaj ya da yargıdan çok, yazıda sınamam gereken bir sezgi ya da beni zorlayan, cevabını tam bilmediğim bir problem oluyor.”