“Şu andan başka ne var ki elimizde?
Bir saniye sonrası yalan.”
Çiler İlhan'ın ikinci romanı Hayattayız Madem, Everest Yayınları tarafından önümüzdeki günlerde basılıyor. 1943'ten 2018'e, Amsterdam'dan Auschwitz'e, Halep'ten İstanbul'a uzanan romandan iki ayrı bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz.
Çiler İlhan (Fotoğraf: Dilan Bozyel)
MERYEM
1
“Gül olsun!” dediler. Daha doğrusu o irice, zarif, ela gözlü kadın dedi, sesinden tanıdım. Olsun, diye geçirdim içimden; bu dünyada rezil mi vezir mi olunacağını kim biliyor Yaradan’dan başka? Kim bilir, belki bu şehirde açarım.
Umut işte; azmış, çokmuş, ona tutunmadım mı zaten bunca zamandır? Esma’nın narin bedenini sokakta öylece bıraktıktan sonra ölmekle yaşamak arasında savrulup dursam da yürümeye devam etmedim mi? İnsandan saydıklarımın cinlere karıştığına, yabancı bildiklerimin elimden tutup beni ayağa kaldırdığına kaç defa şahit oldum?
Ben artık bilmiyorum hikâyem nerede başlamıştır. Doğduğumda mı, babam beni o kasaba verdiğinde mi, o hayvan kasabı beni insan kasabına bağışladığında mı? Yok, başka yerinden tutmalı hikâyemi... Esma’dan.
Esma bir beyaz gelincik, bir taze dal. Görünüşte benden sadece beş yaş küçük. Kocam olacak zalim bana en azından elini kaldırmamıştı, kaldıramamıştı; ona acımadı ama. Anlamadı mı bizim suçumuz yok? Allah’ın işine karışılır mı? Canı veren de alan da, dölü içine koyan da sakınan da o! Koruyabildiğim kadar korudum Esma’yı, çekinirdi benden kocam olacak o adam... Ama işte sonra, kaç yıl sonra, o sinsi tuzaktan sakınamadım onu. Evet, doğrusu buradan tutmak; ne de olsa bu görmüş geçirmiş evdeki varlığımı bir şekilde Esma’nın amcası Tarek’e borçluyum. Yok, kimseye dargınlığım küskünlüğüm yok; kendine koca diyen o kasapla beni ona veren babamdan başka. Tarek elinden geldiğince barındırdı bizi. Karısının hoyratlığı, kıskançlığı, geceleri sığıntı gibi divanda uyumak, dikişten kazandığım paranın neredeyse tamamını ellerine vermek... Pencereden baktığımda bizim mahallenin şen şakrak çocuklarını değil, Sultangazi’nin gri duvarlarını görmek kadar üzmedi bunlar beni.
En çok annemi özlüyorum. İnsan kaçına gelse çocuk. Ama de ki hayata tek bir yerinden tutunuyorsun, o da anne gibi annenden, yeter; öbür dünyadan bile yetişiyor. O gün rüyamda bana görünmeseydi buralara varacak gücü bulamazdım belki de.
2
Annem hiç üşenmez, her sabah saçlarımı örerdi. Uçlarına beyaz kurdeleler takardı; hem tek kızıydım hem evin en küçüğüydüm. Ağabeylerim ara sıra takılıp kızdırsalar da dışarıda koruyup kollarlardı beni. Okul dönüşü hava iyiyse yoldaki bahçelerden portakal, mandalina, şeftali toplardık. Yüksek dallara boyum yetmezdi; maymun gibi tırmanırdım incecik ağaçlara, çeviktim. Düşe kalka oynardık, ara sıra kavga ederdik; okuldan sonra, hafta sonları akşama kadar sokakta vakit geçirir, her çocuk ne yaparsa onu yapardık işte... Büyük dertlerimiz yoktu.
Babam Halepli. Arkadaşlarıyla gezmek için bir gün Lazkiye’ye gitmişler, çarşıda dolaşırlarken rastlamış anneme. Annem karşı kaldırımda yürüyormuş. Görür görmez vurulmuş ona babam; böyle anlatırdı. Belki de bundan, gürültü patırtı olmazdı hiç bizde. Annemin önemli kararlarda söz hakkı vardı diyemem ama ona ya da bize bir defa bile elini kaldırmadı babam.
Annemin ailesi aslında onu amcasının oğluyla evlendirmek istemiş. Tesadüfen öğrendim bunu bir gün, annem sabah kahvesine gelmiş bir arkadaşıyla konuşurken. Dokuz on yaşlarındaydım. Bir cumartesi sabahıydı. Elimde tost, pijamamla televizyon seyrediyor, tembellik yapıyordum, kulağım bir yandan her zamanki gibi büyüklerin sohbetinde. “Kardeşim gibiydi Hasan, birlikte büyümüştük, mümkün değil kocam gibi göremezdim onu,” demişti annem. Çocuk kalbimle o an anlamıştım: Annem babama âşık değildi. Hiç olmamıştı. Aşk değil, kaçıştı onunkisi.
Bu evliliğe babamın ailesi de itiraz etmiş; onlar Sünni, annem Alevi olduğu için. “Ya biz ya o kız,” demişler. Annemi seçmiş babam, ailesinin malına mülküne sırt çevirme pahasına. Annem de kendi ailesini geride, Lazkiye’de bırakıp babamla Halep’e taşınmış. Hayata birlikte neredeyse sıfırdan başlamışlar. Babamın ailesi kentin batısında geniş geniş otururken onlar her telden çalınan Selahaddin’e yerleşmişler. Babam orada dikkat çekmeyeceklerini, karışan görüşen olmadan daha rahat yaşayacaklarını düşünmüş. Sünnisi, Alevisi, Hıristiyanı, Arabı, Kürdü, Türkmeni; fakiri fukarası, esnafı, tüccarı ile karışık bir semtmiş Selahaddin. Akıllı ve azimli bir adam olan babam, borç harç bir manav dükkânı açmış, gece gündüz çalışmış, kısa zamanda ayaklarının üstünde durmayı başarmış. Annem üst üste dört erkek çocuk doğurunca da keyfi iyice yerine gelmiş olsa gerek; buralarda en kıymetli şey... Ağabeylerimi tabii ki çok severdi annem, evlat sevilmez mi? Ama beni başka severdi. Ona çok benzerdim; çarşıda pazarda “Sen Fatma’nın kızı mısın?” diye sorarlardı hep. Yeşil gözlerini birebir almışım... Bir de inadını.
***
Ağabeylerimin içinden üniversite okumak isteyen çıkmadı. Halbuki ben ne çok istemiştim, ne inat etmiştim. Günlerce odamdan çıkmamış, doğru dürüst yemek bile yememiş, kimseyle konuşmamıştım lise sondayken. İşe yaramadı tabii; o yılın sonunda kendimi üniversite yerine koca evinde buldum. Ama akıllı annem kumaşları, giysileri sevdiğimi, elimin de işe yatkın olduğunu görünce altın bileziği koluma daha evden çıkmadan geçirmiş, küçük yaşta dikiş dikmeyi öğretmişti, sağ olsun. Sayesinde Tarek’lerin evinde altı aya yakın barındım. Sayesinde, Yaradanım izin verirse hayatımızı mümkün olduğunca tekrar dikeceğim bu tarihi şehirde.
İstanbul çok kalabalık. Halep’e büyük derdik ya, İstanbul’un yanında kasaba gibi kalıyor. Gerçi Selahaddin’in bazı sokakları da kalabalıktı, üst üsteydi ama bizim ev sakince bir mahalledeydi, buradaki gibi adım atsan insan çıkmıyordu karşına. Tarek’lerin evindeki ilk günlerimde, tanıdık varsa sordursun diye kafasının etini yiyince, birkaç hafta sonra haber gelmişti: Ne dükkânımız duruyordu yerinde ne evimiz. Kalanların dediğine göre, babam Ömer Abadi ve ağabeylerim kayıptı. Ben de kayıptım... Başıma gelenleri nereden bilecekler? Bilmesinler zaten, daha iyi. Yine de beni suçlayanlar çıkar, dinsiz imansız, hak etmiş diyenler çıkar; Aleviyiz ya anneden... Annem. Anneciğim, ben daha Halep’ten çıkmadan vefat etmiş. Sakince bir günmüş, pazara gitmiş ne bulursa almak için. Derken pazarın orta yerine bir bomba... Oracıkta kaybetmiş hayatını. Tek avuntum bir mezarının olması. Esmacık gibi yersiz yurtsuz göçüp gitmemiş bu dünyadan.
3
Savaş bizi 2012’de buldu. Halep’te Esad’a karşı olan çoktu, şehrin doğusunda biriktiklerini duyuyorduk. O zamanlar birbirimizden ve olan bitenden iyi kötü haberimiz oluyordu. Çatışmalar artınca Esad, kendine utanmadan Müslüman diyen o fanatikler dahil, yüzlerce belalıyı hapislerden çıkarıp saldı halkın üstüne. Halep’te zaten kimi ararsan vardı; başkaldırmış askerlerden Nusracılara, Hizbullahçılara, Kürt gerillalara kadar. Kente yabancı, paralı askerlerin gelmeye başladığı da söyleniyordu ama en büyük korkumuz IŞİD’di.
Nasıl oldu, ne oldu da gelip okulları kapatacak, yolları tutacak, yardım kamyonlarının başına çökecek kadar yayıldılar şehre, anlamadık. Kimlerle işbirliği yaptılar, kimleri, nasıl kendi taraflarına çektiler, bilemedik. Halep’in ileri gelen birkaç ailesinin Esad’a karşı olduklarından IŞİD’le yakınlaştığını duymuştuk ama işlerin bu kadar çığırından çıkacağını tahmin etmiyorduk. İnsan başına gelmeden kötüyü düşünmek istemiyor.
Onlar yokken kim Şii, kim Sünni pek aldırmazdık. Aramızda en azından komşuluk vardı. IŞİD gözümüze soka soka belletti kimin ne olduğunu. Ekmeğe, ilaca, postaneye, hastaneye, her yere yavaş yavaş hâkim oldular. Bir somun ekmek için neredeyse iki gün kuyrukta beklediğimiz oluyordu. Bir yandan Esad belası... Gökten varil varil bomba yağdırıyor. Teslim olunsun diye kasabaları, şehirleri ablukaya alıyor, açlıktan kırıyor insanları. Sıkıştık kaldık.
Kocam olacak kasap, Mohammed işte, o günlere kadar annemin Alevi olmasını dert etmemişti. Babam da onun gibi Sünni olduğundan, namazını camisini eksik etmediğinden, zaten ailede erkeğin sözü geçtiğinden bunu didikleyen yoktu. Bilirdi mahalleli tabii, babam âşık olup Lazkiye’den Alevi bir kız getirmiş... Âşık olunmayacak kadın değildi annem; öyle güzeldi, öyle becerikliydi. Benim için eve ağız aramaya gelenleri ağırdan almış, “Daha küçük, on sekizine bassın hayırlısıyla, sonrası kısmet,” diyerek geçiştirmişti Mohammed’e kadar. Ama kurnaz Mohammed işi kiminle bitireceğini biliyordu. Dükkânı babamın dükkânıyla aynı sokaktaydı. Mahallenin kasabıydı, tanırdım haliyle ama gün gelip de kocam olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Sonradan öğrendim benden sekiz yaş büyük olduğunu; bana daha yaşlı gelirdi, cüssesinden belki... Oldukça iri yarıydı, kiloluydu da. Siyah kıllarla kaplı kocaman ellerinde, önlüğünde hep kan olurdu. Dükkânına her girdiğimde midem bulanırdı.
Temmuz başıydı. Bir sabah kahvaltıdan sonra annem sıkıntılı bir sesle, “Gel Meryem,” dedi, “baban bir şeyler anlattı, gel de konuşalım.” Mohammed bir gün önce babamla sohbet ederken lafı bana getirmiş. Niyeti ciddiymiş. Evlilik yaşına gelmişim, ne kadar diretirsem direteyim üniversiteye yollamayacakmış babam beni, bu kısmeti uygun görüyormuş. Adam iş sahibiymiş, hali vakti yerindeymiş, bana iyi bakarmış. “Midemi bulandırıyor o adam, istemem,” dedim. “Evlenmek istemiyorum, okumak istiyorum,” dedim. Neler neler dedim ama Mohammed babamdan yüz bulmuş, vazgeçer mi? Annemle bütün itirazlarımıza rağmen 1 Eylül 2001’de evlendik; on sekizime girmeme dört ay kala. Kendince gösterişli, “hiçbir masraftan kaçınmadığı” bir düğün yaptı Mohammed. Eğlence bitip eve varınca gencecik kızdır demedi, abandı üstüme. Öyle çok kanadım ki sabah annesi beni hastaneye götürmek zorunda kaldı. Her yerimi yırtmış.
Bazı arkadaşlarım babaları seçmiş olsa da sevdiler kocalarını, Maysoon mesela. Adı kadar güzeldi kendi de. Beline kadar siyah saçlarıyla, iri kahve gözleriyle, sırım gibi boyuyla, gören döner bir daha bakardı. Mahalle arkadaşımdı. Kocasıyla geçindiler. Adamın El Medine Çarşısı’nda kilim dükkânı vardı. Nazik biriydi. İyi kalpliydi. Benimki gibi kumaşı bozuk değildi. Biz de kentin en soylu ailelerinden sayılmazdık ama baba tarafım kaç kuşaktır Halepliydi. Oysa kocam olacak kasap buraya daha on yıl önce taşınmıştı. Köydeki topraklardan payına düşeni satıp gelmişti şehre. Evi barkı, parası pulu vardı ama koca şehirde köyündeki gibi yaşamaya devam ediyordu.
Açgözlüydü Mohammed. Hiçbir şeye doymazdı. Tabak tabak yemek yer, bardak bardak kola içerdi. Neredeyse her akşam yanıma sokulurdu. Ben buz gibi durunca bazen üstümden çekildiği olurdu ama bu sefer de başka türlü burnumdan getirirdi. Yemeğin tuzu yok, sofranın örtüsü kirli, karpuzun tadı yok... Bir süre sonra onun lafıyla sözüyle uğraşacağıma gözümü yumarım biter gider, dedim. Nasılsa çocuk olduğunda istese de her gece yanıma yanaşamayacak, diye düşünür, kendimi avuturdum. Ah, derdim, bir bebeğim olsa! Kız olsun. Yok yok, erkek de olur, sağlıklı olsun da aman, derdim. Korkardım Yaradan’ın gücüne gider de başka türlüsünü verir diye. Hoş, ne verirse bağrıma basardım da ona zor; ayağı tutmasa arkadaşları sakat diye dalga geçer, kör olsa pis âmâ diye... Bir minik bebeğim olsa, derdim, ona annemin bana baktığı gibi bakarım. Kalbimin orta yerine yerleştiririm. Her şeyden çok severim. Geceler günler boyu dua ettim, bir minik tohum gelsin rahmime düşsün diye. Adak adadım, annemin benim için, dört oğlandan sonra artık bu hayırlısıyla kız olsun diye adadığı gibi. Annem koç keseceğim diye adamış. Ben, on fakiri giydireceğim, dedim. Tutmasına tuttu adağım... Ama nasıl...
Mohammed’in annesi, evlendikten dört beş ay sonra çöktü başıma. Tavsiye üstüne tavsiye. Bittikten sonra sırtüstü yat, bacaklarını duvara dayayıp bekle, sabah akşam çikolata ye, o iş olurken çoraplarını çıkarma... Ne yapsak olmuyor. Birinci yılın sonunda çürüğe çıkardılar adımı. Mohammed’in kendisi kadar nursuz annesi, “Kısır gelin almışız,” diye yayabildiği kadar yaymış. Almayaymışsınız, çok hevesliydim evinize girmeye.Sonra ne oldu bilmiyorum, peşimi bıraktılar. Dedim yakındır, herhalde bu adam beni evden atacak. İki yıl geçti, üç yıl geçti, ses yok. Gerçi Mohammed aynı Mohammed, hâlâ haftanın dört beş gecesi benimle meşgul.
Derken, 2005’te bir mart günü erkenden işten döndü, saat daha beş olmamış. Her zamanki gibi hem zile üst üste bastı hem de pençe gibi elleriyle kapıyı yumrukladı. Hayırdır, deyip açtım. Yanında incecik, dal gibi, zarif mi zarif, güzel mi güzel bir çocuk. O sırada daha yirmi bir yaşındayım ama evlilik insanı olgunlaştırıyor; kendimi büyük görüyorum artık. Ben öyle bakakalınca “Ne duruyorsun Esma, gir içeri,” dedi. Adı Esma, anlaşıldı, dedim içimden, çekildim kenara. Gülesim geldi önce. Acaba, dedim, safa yatıp hayırdır, köyden yeğenin mi filan mı, desem? Sonra dedim, Meryem boş ver, ne işine yarayacak? Büyüklük sende kalsın. Çocuk zaten karşımda korkudan yaprak gibi titriyor. Bir de güzel! Boylu poslu, badem gözlü bir şey. Benimki de içeri girdi. Mezbaha gibi kokan ayakkabılarını çıkardı. “Esma’yı bacın bil Meryem, bildiğin her şeyi öğret,” dedi, “bundan böyle misafir odasında kalacaksın,” diye de ekledi. Kızcağız bana bakıyor, bilmiyor ki arsız mıyım hırsız mıyım? Neler duyuyoruz; kumaların, ikinci eşlerin ilk hanımdan çekmediği kalmıyor bazen. Tuttum elinden, parmaklar taze soğan dalı. Gözünün içine bakıp gülümsedim. “Hoş gelmişsin Esma,” dedim. Bir yandan seviniyor bir yandan hayıflanıyorum. Belli ki en azından bir süre üstümden inecek bu herif ama bu narin kız o kasaba nasıl dayanacak, diye.
Aman, tövbeler tövbesi! Böylesi de feciymiş meğer! Tam rahat edeceğim, beni uykularımdan edecek bir koca bozuntusu yok artık, annemin evindeki gibi mışıl mışıl uyuyacağım derken... Üç odalı daire. Duvarlar ince. Üstüme yorgan atıyorum yok, başıma yastık kapatıyorum yok. Benim insan azmanının utanmadan çıkardığı seslere yüzüm kızarıyor ayrı, Esmacığın hıçkırıklarına, yalvarışlarına içim gidiyor apayrı.
***
Eve gelişinin üstünden birkaç ay geçmiş, bir sabah baktım, yüzü gözü şiş... Dedim, “Hayırdır Esma?”
“Dövdü abla,” diye cevap verdi, ağlamaklı.
“E bağırıp çağırsaydın ya, ses etseydin, yetiş deseydin?” dedim, sitem ederek. Yani ben ne güne duruyorum? Kendi evimde böyle zulme göz yumacaksam... Ağzına eşarp bağlamış meğer duyulmasın diye. Hayvan! Hayvanlar âlemi affetsin.
Bir hışım kalktım sandalyeden. Çayı ocağa koymadan giyindim, vardım kasabın dükkânına. Beni karşısında görünce şaşırdı: “Ne o, et mi çekti canın?” dedi pis pis gülerek. Ya Rabbi, ölür müsün öldürür müsün? Artık nasıl baktıysam geri çekilip elindeki sığır budunu tezgâhın üstüne bıraktı.
“Bana bak Mohammed,” dedim. “El kadar kıza yapmadığını bırakmıyorsun. Ailesi fakir, bari bunun karnı doysun diye sana vermişler, ayıptır, günahtır. Böyle devam edersen seni şikâyet ederim.”
O yılışık sırıtışıyla beni baştan aşağı süzdü. Gözündeki parıltıdan korktum, Meryem başına iş açtın, bak adamın aklına girdin, akşam bekle de kapında bitsin, diye kendi kendimi yerken, “Kime şikâyet edecekmişsin?” diye sordu.
“Bizim caminin imamına,” dedim. Mohammed dışarıdan geldiğinden mahalleliden çekinirdi. Bizim imam hoşgörülü, iyi kalpli bir adam olarak biliniyordu. Şuncacık kızı ha bire dövüyor, etmediğini bırakmıyor, dersem en azından bunu paylar, gözünü korkutur diye düşündüm. Tehdidim işe yaradı. Küfredip eve yolladıysa da beni, o günden sonra eline beline az buçuk dikkat eder oldu. Oldu da ona kafa tutmama meğer çok içlenmiş, çok hırslanmış, kanına dokunmuş karşısına dikilmem. Korkunç bir ceza kesmiş bana. Ancak on bir yıl sonra anlayacakmışım.
s. 11-21
(…..)
AHUVA
1
Hafta içi her gün yaptığım gibi sabahın altısında evden çıktım. Arabama doğru yürürken gördüm onu, Maçka Parkı’nın orada. Kucağında bebek, bir tutam saç siyah başörtüsünden kurtulup yüzüne düşmüş.
O gün benim için sözüm ona önemli bir gündü oysa. Gergin uyanmıştım, genel müdüre sunum yapacaktık. Boğaziçi biter bitmez girdiğim bu şirkette geçirdiğim dört yılda, gün içinde organize ettiğimiz ya da katıldığımız toplantıların, yaptığımız, dinlediğimiz sunumların miktarı beni hâlâ şaşırtıyordu. Şirketin Türkiye genel müdürlüğünün yanı sıra, Ohio’daki merkez ofisine de bağlıydık. Tuhaf saatlerde conference call’lar, gece biz uyurken yağan e-postalar... Şirket içinde ciddi bir rekabet vardı. En yakın çalıştığımız birkaç bölümle, birbirinden zerre kadar hoşlanmadığı halde aynı evde yaşamak zorunda olan kardeşler gibiydik; hele satıştakilerle. Onların somut rakamları karşısında daha karmaşık dinamiklere sahip iletişim departmanımızın her planının, projesinin savunulmaya muhtaç bir durumu vardı sanki; sürekli kendi kriterleriyle değerlendiriyorlardı işleri. Ayrıca sıra bize gelince herkes nedense birden müthiş yaratıcı kesiliyordu. Yeni projelerimizde mutlaka her kafadan ses çıkardı, iler tutar yeri olmayan bir süsü fikri çürütmek zorunda kalırdık. Çatısı altında çamaşır deterjanından hijyenik kadın pedine kadar, otuzdan fazla ürün barındıran şirketimizde, her şeyi bildiğini sananlardan yana kıtlık yoktu açıkçası.
İşte o sabah da bu çok bilmişlerden biri önereceğimiz projede bir eksiklik bulur mu, acaba atladığımız bir nokta var mı diye diye kendi kendimi yerken, sırtımda daha birkaç gün önce bu tip sunumlar için özel olarak aldığım çivit mavisi takımım ve topuklu ayakkabılarımla İstanbul’un kiri pası üstüme bulaşmasın diye itinayla yürürken gördüm onu. İçimde öyle bir yer acıdı ki iki defa şaştım: İçimde böyle bir yer olduğuna ve bu denli acıyabildiğine.
2
Kulaklığımı cep telefonuma taktığımda arabanın saati 06:47’yi gösteriyordu. Maçka’da henüz trafik yoktu ama köprüde büyük ihtimal sıkışacaktım; normalde çoktan girmiş olurdum köprü yoluna. Gebze’deki işyerime vakitlice varamayacağım ve her gün 08:00’de yaptığımız sabah toplantısına yetişemeyeceğim açıktı. Umursamadım. Halit’i aradım, erkek arkadaşımı.
Sabahın o saatinde aradığım için telefonu telaşla açtı. Sesini duyunca ağlamaya başladım. Ağlıyor olmama ondan çok şaşırdım; niyetim sabah başıma geleni anlatmaktı sadece, nereden çıkmıştı böyle birden hıçkıra hıçkıra ağlamak? Zaten benim başıma gelen neydi ki? Minik bir bebekle belli ki ortada kalmış olan ben miydim? Arabayı güvenli bir yerde kenara çektim. Halit’le on dakikaya yakın konuştuk. “Öğleyin şirkete geleyim,” dedi. “Kısa da olsa görürüm seni, bir şeyler yeriz.” Halbuki çalıştığı şirket o gün, satışını yaptığı cep telefonunun son modelini sunacaktı piyasaya. Amerikalı ortakları herhangi bir aksiliğe karşı tüm ekip ofiste olsun isterdi lansmanlar sırasında, onun departmanı olan finans dahil. Levent’teki o plazadan Gebze’ye gelmesi, sabah trafiğinde zaten saatlerini alırdı. Onun kocaman bedenine sığınmak o an en çok istediğim şey olabilirdi ama her düşünceli sevgilinin yapacağı gibi, “Gelme, gerek yok, işe gidince havam değişir,” dedim. Bu durumda akşam iş çıkışı buluşalım diye önerdi ama günlerden perşembeydi: Yoga günüm. Yoganın bana iyi geleceği hususunda onu da ikna etmeyi başarınca nihayet ders çıkışı telefonda konuşmak yoluyla anlaşmaya vardık.
***
Üç yıl önce, 2014’ün baharında, yine bir perşembe günüydü bu sabah şahit olduğuma yakın bir manzarayla ilk defa karşılaştığımda. İş sonrası yogaya yetişmek için evimizden Vali Konağı Caddesi’ne doğru hızlı hızlı yürüyordum. Kendimi bildim bileli Yargıcı mağazasının karşı köşesinde bulunan, koca kız olmama rağmen her karşılaştığımızda “Ah sen benim elimde büyüdün!” bakışlarıyla beni utandıran Jaklin Teyze’nin eczanesini dönünce görmüştüm onları. Biri bir iki yaşında, biri taş çatlasa dört, iki çocuk kucaklarında bir çift. Böyle sokakta oturan, yani dilenmeyen, sadece oturan gerçek bir aile görüyordum ilk kez. İstanbul’un dilencileri ne yazık ki sokak köpekleri, kedileri kadar bol olduğundan bu konuda çoğu insan kadar duyarsızdım; ara sıra çocuklara para vermekle yetiniyordum: “Hangi birini kurtaracaksın?” Önlerinden yürüyüp geçemedim. Kadının kucağındaki bebeğe sarılışı, adamın oğlunun başına koyduğu el, oğlanın, babasının cılız omzuna yaslanışı, çaresizliklerine rağmen birbirlerine böyle sevgiyle sığınmaları... Gözlerim doldu. Boğazıma, okuldan eve döndüğümde annemin beni karşılamadığı o günkü gibi kocaman bir fil geldi oturdu. Dokuz yaşındaydım, o güne kadar bir kere bile aksamamıştı rutinimiz. Salonda taze kurabiyeler, böreklerle beni bekler olurdu hep annem. Aynı o gün, yardımcımız Hatice Teyze’nin kızarmış gözlerinde hayatımın kökten değiştiğini anladığım o anda olduğu gibi, dondum kaldım. Hareket edemedim. Neden sonra önümden hızla geçen bir polis arabasının sireniyle kendime geldim. Toparlanıp eczaneyle aynı hizada, birkaç yüz metre ilerideki bakkala doğru yürüdüm. Süt, bisküvi, su, ekmek; aklıma ne geldiyse aldım. Sonra iki büyük torbayla birlikte üstümde ne kadar nakit varsa eğilip kadına verdim. Ani bir içgüdüyle kadının elini tuttum. Kadın yüzüme kaçamak bir bakış atıp Arapça olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler söyledi. Öyle gururlu bir halleri vardı ki, iyice dokundu bana durumları. Benim için minik ama onlar için mutlaka önemli diye düşündüğüm bu iyilikle kendimden memnun birkaç adım daha attıktan sonra bir aile daha gördüm. Birkaç metre sonra, aynen bu şekilde kaldırımda dilenmeden oturan en az on aile daha olduğunu fark ettim. Karanlıktı, yüzlerini seçemiyordum ama biliyordum ki Nişantaşı’nın neşeli Çingeneleri değildi bunlar. Tabii ki haberlerden takip ediyordum; Suriye’de korkunç şeyler oluyordu. Aileler sırtlarında birer bohçayla, artlarına bakmadan köylerinden, kentlerinden kaçıyordu. Evet, Türkiye’ye de gelmişlerdi ama Hatay’daki, Mardin’deki, Urfa’daki, Adıyaman’daki barınma merkezlerinde değiller miydi onlar? İstanbul’un, hem de Nişantaşı’nın göbeğine ne zaman, nasıl ulaşmışlardı?
Yoga çantamda o aya ait ders ücretinin olduğunu hatırladım. Bakkaldan bir torba daha doldurdum. Biraz önce yardım ettiğim dört kişilik ailenin birkaç adım ötesindeki aileye torbayı ve kalan parayı verdim. Ondan medet umar gibi, elim kalbimde, ağlaya ağlaya yoga dersinin verildiği binaya yürüdüm. Kapıdan girmeden önce son bir güçle dönüp bakınca gördüm ki, karşı kaldırımdakilerden birkaçı torbaları kucaklarına bıraktığım iki ailenin yanına gitmiş; Nişantaşı’nın bitmeyen trafiğinde olabildiğince sessiz, ne verdiysem birbiriyle paylaşıyorlar... İki lokma ekmeği hır gür çıkarmadan pay etmeleri moralimi iyice bozdu; bu dünya onlara layık değildi... Yüksek sesle hıçkırarak üç kat çıktım. Kızarmış gözlerimi kimse fark etmedi; öyle ya, bu derslerde herkes aydınlanmaya çalışmakla fazla meşguldü.
Omurgamı dikleştirip ruhumu yüceltmeye uğraşırken sokakta yatıp kalkan, gerçekten de bir dilim ekmeğe muhtaç bu insanlar ders boyunca aklımdan çıkmadı. Konsantre olamadım. Hiçbir asana’yı doğru dürüst yapamadım. Küçükken amuda kalkmak deyip geçtiğimiz, derslerde uzun Sanskritçe adıyla Adho Mukha Vrksasana olarak andığımız ve çocukken nasıl da zorlanmadan yaptığımıza şaştığımız duruşu ise yuvarlanıp kendimi veya başkalarını sakatlamayayım diye denemedim bile. Hoca da oralı olmadı; jilet gibi ütülenmiş beyaz pantolonu ve tişörtüyle, yüksek boyutlardan dünyaya sadece birkaç saatliğine inmiş yüce bir varlık edasında, ne bir dakika eksik ne fazla, tam ders saatinde teşrif ediyor, ders biter bitmez soğuk bir baş selamından sonra odasına çekiliyordu zaten. Bu halleri komiğime gidiyordu gitmesine ama bu stüdyoyu bulana kadar, sadece birkaç yıllık tecrübeyle guru kesilen, psikolojiden felsefeye pek çok alanda haddini bilmeden ahkâm kesen, ders boyunca gerekli gereksiz konuşan yoga hocalarıyla yeteri kadar zaman kaybetmiştim. Bu adam en azından çok az konuşuyordu, sadece hareketlere odaklanıyorduk.
O gün, o bir buçuk saat bir şekilde geçti ama asıl korkum eve dönmekti. İçinde hayatımı yıllardır konforla sürdürdüğüm koza sanki beklenmedik bir zamanda, beklenmedik bir yerinden keskin bir darbeyle yırtılmıştı. Sanki aniden korumasız, çıplak kalmıştım... Halbuki güzel bir dönemdi benim için. İşim iyi gidiyordu. Babam, en sevecen haliyle “çılgın” diye nitelendirilebilecek İstanbul trafiğinde bile güvenle sürdüğüm Metalik Mitos Siyahı bir Audi hediye etmişti bana; lisedeyken hayalini kurduğum araba. Üniversitenin ilk yılından bu yana benimle olmak isteyen Halit’e nihayet evet demiş, tatlı kaçık kız kardeşim Batya’nın deyimiyle kendimi “şefkatli bir ilişkinin kollarına” bırakmıştım birkaç ay önce. O gün içimdeki belli belirsiz tek sıkıntının kaynağı, aylardan haziran oluşuydu. 3 Haziran annemin doğum günüydü. Huzursuz edici, sevimsiz hislerden günümü sıkış tepiş doldurarak kurtulmak gibi bir alışkanlığım vardı. Üstüme kabuk gibi yapışmış bu savunma mekanizması o günlerde de tıkır tıkır işliyordu. Yoga çıkışında etrafa bakmamaya gayret ederek hızlı adımlarla eve döndüm, sonrasında aynı taktiği güttüm: Kendimi daha çok yordum. Zaten iş zamanımın büyük kısmını alıyordu. Hafta sonları evden çalışmaya devam ediyor, sabah aşırı yorgun değilsem koşuya çıkıyor, Halit’le ve arkadaşlarımla görüşüyordum. Bu tempo içinde yogaya yeniden gitme fırsat ve isteğini ancak bir ay sonra buldum.
Oldukça tedirgin indim sokağa o akşam. Zaten yorgundum; üstüne hayatın adil olmadığı gerçeğini bir kez daha yüzüme çarpacak, sahip olduklarımdan dolayı bana kendimi suçlu hissettirecek, yine beklenmedik bir şekilde içimi acıtacak bir manzarayla karşılaşacak halim yoktu. Fakat korktuğum başıma gelmedi; sokaklar tuhaf bir şekilde bildiğim gibiydi. Bir ay önce karşılaştığım o ailelerin yerlerinde yeller esiyordu, kocaman bir süpürgeyle kaldırımlardan süpürülmüşlerdi sanki. Ders çıkışı merak edip interneti karıştırınca anlayacaktım ne olduğunu: Polis, İstanbul’daki kaçakları sınıra yakın bölgelerde kurulan kamplara götürmek üzere kentte geniş çaplı bir operasyon yapmıştı, haberler böyle diyordu. Kaçak? Evet savaştan, ölümden kaçıyordu bu insanlar, doğru ama onlara suçlu muamelesi yapmak da neyin nesiydi? İçime kocaman bir taş oturdu ama bir yandan rahatlamıştım: En azından karşıma çıkmayacaklardı artık. Sonra tabii, rahatladığım için utandım. Kendimden, insan doğasından, bencil yaradılışımızdan, eşitliksizlikten, adaletsizlikten... Göğsüm sıkıştı. Birkaç derin nefes aldım. Böyle zamanlarda tutunduğum her zamanki mottoya, “herkesi kurtaramam” düşüncesine sarılıp o taşı, meditasyon uygulamalarında öğrendiklerimden ilhamla hayalimde erittim ve çok sevdiğim Boğaz’a attım. Bundan üç yıl sonra, 15 Haziran 2017 sabahı parkta karşılaştığım o mülteciyle bebeğinden, daha doğrusu kendimden kaçmak bu kadar kolay olmayacaktı ama. Savaş Rusya’nın da müdahalesiyle giderek acımasızlaştıkça, erkekler siperlerde, hapishanelerde acı içinde öldükçe, kadınlar tıpla, bilimle böbürlendiğimiz bu çağda topluca kaçırılıp köle olarak alınıp satıldıkça, daha çok, hep daha çok bebek, daha çok çocuk öksüz kaldıkça içimde bir yara açıldı, kanadı, gittikçe daha çok kanadı sanki.
3
Parkın önünden eve geri dönüp uykudan uyandırdığım Batya’ya sıkıca tembihlemiştim 15 Haziran sabahı: Hiç vakit kaybetmeyecek, kendi kıyafetlerinden seçecek ‒ çünkü ben babama çekmişim, boyum 1.73 ama parktaki kadıncağız Batya gibi ufak tefek; uzun bir etek, bolca bir bluz, şal ve çorap. Ekmek arası sandviç yapacak, evde meyve suyu, gazlı içecek ne varsa hepsini güzelce paketleyecek. Bebek için bir şişeye süt koyacak, sütü azıcık ısıtacak. Otomattan para çekecek; öncelikle bunları kadına verecek. Sonra da artık Google Translation’la mı halleder, pandomim mi yapar, becerir o, diyecek ki, “Sakın bir yere gitme, mağazalar açılınca sana bir şeyler daha getireceğim.” Çünkü bebeğe ne lazımsa ancak o zaman alabilecek, ahalisinin iki genç kız ile bir babadan ibaret olduğu evimizde bebeğe verilecek bir tek süt var doğal olarak. Böylece gözlerinin yeşili insanın içine işleyen o “kaçağa” karşı insanlık namına kendi payımıza düşeni az çok yapmış olacağız... Sonra? Sonrasını düşünmemiştim.
Kabahat bendeydi tabii; sabahın o erken saatinde beni yarı uyur yarı uyanık dinleyip “Söylediklerini yapacağım Ahuva Bozok, merak etme!” diyen, nüfus yaşı 18, aklı bir karış havada kardeşim Batya’ya bu işi teslim edendeydi. Onu tanımıyormuşum gibi...
***
Ofise vardığımda tahmin ettiğim üzere sabah toplantısı çoktan bitmişti ama yine de sunumdan önce en acil işleri toparlamaya vakit buldum. Hızımdan memnun, evde sabahın köründe peş peşe yuvarladığım iki espresso’nun üstüne, masamın arkasındaki rafa kaçak bina çıkar gibi yerleştirdiğim makinede bir kahve daha hazırladım. Derken müdürüm İpek Hanım odasının kapısından göründü: “Hazır mısın, Ahuva?”
“Hazırım İpek Hanım.”
Bayılıyordum bu kadına. Büyük şanstı, hem mezuniyetten sonra çabucak bu işi bulmam hem de İpek Hanım gibi bir müdürle çalışmam. İş bulma kısmında Boğaziçi İşletme’yi dörde yakın ortalamayla bitirme faktörünü göz ardı etmemek gerekirdi belki ama İpek Hanım düpedüz talihti. Neler duyuyordum... Gencecik, işe yeni başlamış birini bile rakip olarak görmek, önemli toplantılara onu dahil etmemek, önünü kapatmaya çalışmak... 39 yaşında, deneyimli bir kadın olan İpek Hanım öğretebileceği her şeyi hızla öğretiyordu bana. Şirketi de seviyordum. Eğitimler, seminerler, seyahat imkânı... Babam, “Geçici bir görev olduğunu unutup alışma sakın, sonraki istikamet Kâğıthane biliyorsun,” diyordu hep, üstünde durmuyordum ama zorlanır mıyım diye ara sıra düşünmüyor de değildim. Nihayetinde uluslararası bir şirketin Türkiye ayağında marka iletişimi yapmak neredeydi, Kâğıthane’de bebek bezi üreten fabrikamızda patronluk yapmak nerede... Babamın babası Cemal Dede atölyeyi kurmuş, babam üretim tekniğini geliştirip atölyeyi fabrikaya çevirmiş ve ihracatı başlatmış, belki ben de işi farklı yönde genişletirim, diye düşünüyordum. Onunla çalışmaya başlamadan önce büyük bir şirkette biraz tecrübe edineyim, vizyon kazanayım istemişti babam. İleride neler olacağını zaman gösterecekti tabii.
USB belleğimizi aldık, dosyalarımızı yüklendik, herkesten önce girdik dört tarafı camla kaplanmış toplantı odasına. Satış direktörümüz Fuat Bey’den sonra tabii... “Günaydın hanımlar!” dedi Fuat Bey, pür neşe.
Hızlı gece hayatıyla bilinen Fuat Bey buna rağmen sabah erkenden ofiste olurdu. Gün içinde neredeyse hiç yemek yemeden sürekli kahve içtiğinden mi yoksa kimilerinin iddia ettiği üzere aldığı uyarıcı haplardan bilinmez, henüz otuz dört yaşında olmasına rağmen sürekli elleri titrerdi.
Her zamanki gibi sol bacağını sağ bacağının üstüne atmış, yarı alaylı sordu: “Yine ne pişirdiniz?”
“Günaydın Fuat. Pişirdik bir şeyler. Kerem Bey’i bekleyelim, iki posta olmasın,” diye cevap verdi İpek Hanım.
Fuat Bey sık sık yaptığı gibi uzak gözlüğünü düzeltip kafasıNın önündeki bir tutam saçı arkaya doğru attı. Genç yaşına rağmen o kıymetli tutam dışında neredeyse keldi; en az on yaş büyük görünüyordu bu yüzden.
Ben ekranı ayarlarken satış ekibinden iki kişi daha geldi. Biri Hasan; Fuat Bey’in sağ kolu. otuzlarının başında, ufak tefek, kumral, tiz sesli bir adam. Diğeri Merve, uzun, incecik, çok çalışkan bir kız. Bu arada bizim ekipten İzim’i fark etmemişim; gelmiş, çoktan yanıma yerleşmiş. Kıvırcık siyah saçları, ela gözleriyle benim boylarımda, çok hoş bir kadındı İzim; içi de dışı da hoştu. Boğaziçi ekonomiden benden dört yıl önce mezun olmuş. Şirkete benden iki yıl önce girmiş. Arkadaşlığımız zaman içinde dostluğa dönüştü. Kurtlar sofrasında sırtını dayayabileceğin birkaç kişi şarttı sonuçta.
s. 69-78
Hayattayız Madem
Everest Yayınları
Temmuz 2023
302 s.
Önceki Yazı
Haftanın kitapları – 26
K24'te Haziran ayının son vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazı yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar...
Sonraki Yazı
Fahri Güllüoğlu’nun şiirleri:
“Zihin kesik kesik”
“Müziksellik lirik şiirin tutunma noktalarından biridir, şiirin özendiği bir model. Ama burada bir yandan bu model ortaya sürülürken, bir yandan da modele bir çelme atıldığını görüyoruz... Güllüoğlu’nun terimleri, 'fantasia', 'impromtu' veya 'staccato' klasik müziğin kral yolundan yan yollara, patikalara, deneysel ve riskli bölgelere sapıldığını belirtir.”