Salman Rushdie’nin ikilemi:
Yeniden doğmak için ölmek mi lazım?
“Tam iki yıl önce bugün, 12 Ağustos 2022’de radikal İslamcı bir gencin bıçaklı saldırısında ölmekten kıl payı kurtulan Salman Rushdie’nin yeni kitabı Knife'ta Rushdie'nin ölümle yüzleşmesi var, yaşama kararlılığı ve yazar kimliğini geri kazanma mücadelesi de…”
Salman Rushdie'nin Knife (Bıçak) adlı romanının kapağından ayrıntı. İllüstrasyon: Arsh Raziuddin.
Salman Rushdie 11 Ağustos 2022 gecesi gökyüzündeki muhteşem dolunayı izlerken Georges Méliès’in yüz yirmi yıl önce çektiği Aya Seyahat filmini hatırlamıştı. Sonra da iniş yapan uzay aracının ayın sağ gözüne saplandığı on dört dakikalık bu sessiz filmdekine benzer bir olayın kendi başına geleceğinden habersiz bir kişinin rahatlığı içinde yatıp uyumuştu. Ertesi sabah konuşmacı olarak katıldığı konferans sırasında izleyicilerin arasından fırlayan bir saldırgan, Rushdie’yi 27 saniye içinde 15 yerinden bıçakladı ve sağ gözünü kör etti. İroniye bakın ki, olayın yaşandığı etkinlik tehdit altındaki yazarlara güvenli alan sağlayan bir programa dairdi. İzleyicilerden bazıları ilk başta arbedenin performans olduğunu düşünmüşlerdi. Donup kalan Rushdie kendini korumak için ancak sol elini kaldırabilmişti.
Rushdie “sağ gözümün gördüğü en son şey” dediği siyahlara bürünmüş saldırganın bir roket gibi kendisine doğru koştuğunu görünce, Ayetullah Humeyni’nin 35 yıl önce Şeytan Ayetleri’nde İslam’a hakaret ettiği gerekçesiyle verdiği ölüm fetvasının kapısını çaldığını anlamıştı: “Sensin demek, işte buradasın.” Fakat bir yandan da şaşırmıştı: “Neden şimdi? Neden bu kadar yıl sonra? Bu konu kapanmamış mıydı?”
Bir buçuk ay hastanede yatan, rehabilitasyon gören Rushdie’ye doktorlarından biri, “Şanslısınız” demişti, “Çünkü size saldıran kişi bıçakla insan öldürmeyi bilmeyen biriymiş.” Bedensel ve ruhsal travmalarla boğuşan Rushdie’yi hastanede ziyaret eden menajeri, başından geçen olay hakkında bir gün mutlaka kitap yazacağını söylemişti ona. Rushdie o sırada bundan pek emin değildi ama iyileşme sürecine girdiği, yazma isteğini kazandığı günler gelince bu olayı yazmadan başka bir roman yazmasının imkânsızlığını anlamıştı. Bu kitap onun kontrolü ele geçirme yolu olacaktı. Nefrete “sanatla” cevap verecekti. İşte, Bıçak: Bir Cinayet Teşebbüsünün Ardından Düşünceler’in hikâyesi böyle…
Rushdie, Türkçeye henüz çevrilmeyen Bıçak’ta saldırıyı, tedavi ve rehabilitasyon sürecini, ölümle yüzleşmesini, yaşama kararlılığını ve yazar kimliğini geri kazanma mücadelesini samimi ve sürükleyici bir dille anlatıyor. Okuru acıma, kızgınlık, empati, sempati, şaşkınlık duyguları içinde oradan oraya savuruyor. Bıçak hem ateşler içinde görülen bir rüyanın sayıklamaları hem gerçekçi. Bazen duygusal, bazen felsefi. Sevgi de içeriyor, nefret de. Hesaplaşmalara ve yüzleşmelere sahne oluyor. Doğrudan bir saldırı eylemine dayandığı için kişisel; birinci tekil şahıs. Üstelik içinde bir de aşk hikâyesi var.
Bıçak’ta yazarın A. olarak bahsettiği saldırganla –“evimin mahremiyetinde ona verdiğim isim sadece beni ilgilendirir”– yaşadığı “yakın” anlar, hastanede geçirdiği haftalar çok çarpıcı. Kan var. Gözyaşı var. Acı var. Akciğerinde biriken su boşaltılıyor. Gözkapağı dikilerek kapatılıyor. Geceleri kâbuslarla dolu. Kendini korumaya çalıştığı sol elinin bağ dokuları ve sinirleri kesilmiş. Boynunda, yüzünde, ağzının sol tarafında, göğsünde, uyluğunda, kafasında kesikler var. Ama Rushdie için en kötüsü sağ gözüne saplanan bıçak. En acımasız ve en derin darbe o! Haftalar sonra ilk kez aynaya bakmasına izin verildiğinde karşısında bir yabancı görüyor: “Kimsin sen?” diye soruyor aynadaki suretine. “Bir gün bana dönüşecek misin, yoksa artık bu dağınık saçlı, tek gözlü yarı-tanıdığa mı mahkûmum?”
Hastaneye kaldırılan Rushdie’nin olaydan birkaç gün sonra ölüm tehlikesini atlattığını açıklayan oğlu Zafar, babasının konuşmaya başladığını ve hümorunun eksilmediğini açıklamıştı. Kitapta bunu net anlıyoruz. Rushdie acıya mizah katıyor. Saldırı ânındaki ilk müdahale sırasında giysileri kesildiğinde Ralph Lauren takımının gidişine üzülüyor. “Sevgili okur, eğer cinsel organınıza hiç kateter takılmadıysa, aynı şekilde devam etmek için elinizden geleni yapın” diye uyarıyor. Saldırı sırasında 110 kiloya yakın olduğunu utanarak açıkladıktan sonra, 25 kilo verdiğini ama bu diyeti hiç kimseye önermediğini söylüyor. Bıçak saplanan gözünün “kayısı kıvamında pişmiş koca bir yumurta gibi” yüzünden aşağı sarktığını yazıyor.
Hastanede uykusuz geçirdiği gecelerde bıçak üzerine kafa yoruyor. Bıçak nesnel bir alet ve kullandığımız biçimiyle anlam kazanıyor. Düğün pastasını kestiğinde iki insanı birleştiriyor. Bazen silah oluyor. Dünyanın anlamını, işleyişini, sırlarını, gerçeklerini ortaya çıkaran dil de bir bıçak diye düşünüyor. “Benim bıçağım dil” diye karar veriyor, ya da bizim bildiğimiz özdeyişle “dil kılıçtan keskindir” diyor. Dili –yazıyı– hayatını geri kazanmak, kontrolü eline almak, başına gelenleri sahiplenmek için kullanacağı araç olarak görüyor. Ama o sırada henüz yazıya dönüp dönmeyeceği konusunda kararsız. “Yoksa ben de Philip Roth gibi bilgisayarıma bir post-it yapıştırıp ‘Mücadeleye son’ mu yazmalıyım? Bir gün mutlaka başına gelen saldırıyı kitaplaştıracağını söyleyen menajerinin ziyareti işte tam o sıralara denk geliyor.
Hasta yatağının etrafındaki yüzlere bakarken (iki oğlu, kız kardeşi, eşi) duygusallaşıyor ve sevginin her şeyin üstesinden geleceğini düşünüyor. Saldırının ardından Rushdie’nin üç yıl önce Amerikalı şair ve yazar Rachel Eliza Griffiths ile evlendiği ortaya çıkmıştı. Kitapta tanışmalarını, pandemiyi birlikte geçirişlerini ve 2021’de sadece en yakınlarına haber vererek evlenişlerini okuyoruz. Griffiths şefkati ve desteğiyle iyileşmesinde büyük rol oynuyor, hastanede onu bir an bile yalnız bırakmıyor. Bıçak’ta önemli yer tutan Griffiths’in sevgisi A.’nın nefretine üstün geliyor. Rushdie eskiden beri mutluluk üzerine yazmak istediğinden, fakat “beyaz kâğıda beyazla yazmak” kadar zor olduğundan bahsediyor. Belki de Bıçak’ta bunu başarmış. Çünkü kitap bittiğinde, başına gelenlere ve gözünü kaybedişinden duyduğu büyük üzüntüye rağmen Rushdie’nin mutlu olduğu hissi kalıyor geriye. Kitabın iki ana bölümüyle ifade edersek, ölüm meleğinin yerini yaşam meleği alıyor.
Saldırıdan sonra tekrar gündeme gelen ve en çok satan kitaplar listesinde üstlere çıkan Şeytan Ayetleri’nden de bahsediyor Rushdie. Ne kitabı ne de kendisini savunma isteği kalmadığını yazıyor, ancak geri adım da atmıyor. “Pişmanlık arayanlar,” diye yazıyor henüz ilk sayfalarda, “okumayı burada bırakabilirler.” Söylediklerinizin sonuçlarından korkarsanız özgür olamazsınız diye vurguluyor. Fetvanın yeniden gündeme gelmesinden hoşnut değil ama geçmişte kendisini ve kitabını eleştiren edebiyat dünyasının saldırıdan sonra ona sahip çıkmasından şaşkınlıkla karışık bir sevinç duyuyor. 1989 yılında çıkarılan fetvadan sonra, ölüm tehlikesinin yanı sıra (İngiltere’deyken en az altı suikast planı polis tarafından bertaraf edilmiş) doğum yeri Hindistan’da bile nefret öznesi haline gelmiş olması yaralayıcı Rushdie için. “Bu belayı başına kendi açtı” diye eleştiriliyor o dönemde. “Hakikaten onu öldürmeye çalışanlar mı var, yoksa ilgi çekmeye mi çalışıyor?” diye konuşuluyor hakkında. İşin garibi şu ki, o süreçte Şeytan Ayetleri okunmaktan çok üzerinde konuşulan bir kitap haline geliyor. (Saldırgan A da zaten kitabın sadece ilk iki sayfasını okumuş.)
On yıl Londra’da sıkı koruma altında yaşadıktan sonra, 2000’de daha özgür bir hayat kurmak amacıyla polis korumasının mecburi olmadığı New York’a taşınıyor Rushdie. Orada da karşısına farklı bir sorun çıkıyor, varlığını normalleştirmeye çalışırken her yerde görünme çabasına girince özellikle tabloid gazeteler tarafından sığ, ciddiyetsiz, ünlülere özenen bir âlemci damgasını yiyor. “Kendisini benim yerime koymaya çalışan ve güvenlik kozasından nihayet çıkabileceğimi hissetmemden sevinç duyan neredeyse hiç kimse yoktu” diye yakınıyor. 2022’deki saldırıdan sonra empati duyanlar çoktu ama sevinenler de vardı: “Nefret öznesine dönüştürülürseniz, sizden nefret edenler mutlaka olacaktır.”
Bıçaklanmasının hemen ardından, bedenen ve ruhen çok zayıf hissettiği ilk günlerde şu soruyu soruyor kendisine: Böylesine tasasız bir hayat kurmakla hata mı yaptım? Daha dikkatli, biraz daha dışa kapalı mı olmam gerekirdi? Yıllardır söylendiği gibi suç bende mi? Ama daha güçlenmiş hali “hayır” diye yanıtlıyor bu soruyu. New York’ta 24 yıl boyunca serbest bir hayat yaşamaktan asla pişmanlık duymadığını söylüyor.
Bu görece güvenli dönemin ardından kendisine saldıran A.’nın adını tek bir kez bile anmıyor ama kitabın sonlarına doğru 30 sayfalık hayalî bir röportaj yaparak yok saymaya çalıştığı bu kişiliği bir parça öne çıkarıyor. Bu yüzleşme, anlaşılan o ki, Rushdie’nin defteri kapaması için gerekli. A.’nın, izlediği YouTube videolarının ve birkaç yıl önce babasını görmek için Lübnan’a gidişinin etkisiyle radikalleştiğini, annesiyle birlikte oturduğu evde tüm gününü video oyunları oynayıp Netflix seyrederek geçirdiğini, saldırıyı gerçekleştirdiği kente bir-iki gün önceden gittiğini ve sahte bir kimlik taşıdığını öğreniyoruz.
Konuşmada din, radikalleşme, tek yönlü inanç, nefret, gülmek, spor, aile, Amerika ve daha nice konuyu ele alıyor Rushdie. Hatta Orhan Pamuk’un bir kitabından da bahsediyor: “Sana bir kitap hakkında yazılmış bir kitaptan bahsedeyim” diyor A.’ya. “Türk yazar Orhan Pamuk’un yazdığı Yeni Hayat. Bu kitapta ismi olmayan bir kitap var ve sayfalarında ne yazdığını hiç kimse bilmiyor. Ancak bu kitabın kapağını açan herkesin hayatı değişiyor. Kitabı okuduktan sonra artık eskisi gibi olmuyorlar.” Ve soruyor, “Sen böyle bir kitap biliyor musun?” Rushdie son olarak A.’ya şunu söylemek istediğini vurguluyor: “Sanat muhafazakârlığa meydan okur ve onu yok etmeye çalışanlardan daha uzun ömürlüdür.”
Rushdie ölümden dönüşünden bahsederken yakın arkadaşı yazar Martin Amis’i kaybedişinden ve son dönemlerinde yaptıkları yazışmalardan, o sırada henüz hayatta olan Paul Auster’ın kanser tedavisinden de bahsediyor ve “ölüm yanlış kişilerin üzerinde dolaşıyor” diyor. O zamana kadar Milan Kundera gibi hayatın bir kere yaşanacağını –var olmanın dayanılmaz hafifliği de zaten buradan geliyor– savunan biriyken, saldırıdan sonra fikrini değiştiriyor. Artık ikinci şansa inanan bir kişi o. Saldırıdan önce yazdığı Zafer Şehri kitabının yayınlanması ve iyi eleştiriler almasıyla, hasta kişiliğinden çıkıp yazar kimliğine yeniden kavuşan bir Rushdie beliriyor karşımızda. Kitabın tanıtımını başka yazarların üstlenmesi hoşuna gidiyor. Kendisini sevilen bir kişi olarak buluyor birden. Nefret edilen evet ama aynı zamanda da sevilen. Hayat güzel diye düşünüyor. Olaydan bir yıl sonra Griffiths ile birlikte –üzerinde yeni bir Ralph Lauren takımla– saldırıya uğradığı yere gidişi terapi olarak kabul edilebilir ama A.’nın tutulduğu hapishanenin önünde fotoğraf çektirip “Senin hayatın yok oldu, benimki devam ediyor” demek banalitesine düşmesini ancak gözünü kaybetmiş olmasından duyduğu üzüntüye yorabiliriz.
Bıçak, Salman Rushdie’nin yenilmediğinin, korkup susmak yerine yazmaya devam etme kararlılığının kanıtı olarak okunması gereken bir kitap. “Serbest çağrışımlara düşkün” zihniyle oradan oraya atlayarak, filmlere ve edebi eserlere göndermeler yaparak bir yandan yaşadığı dramı anlatıyor Rushdie, bir yandan da felsefi ve entelektüel konularda görüşlerini paylaşıyor. (Bu arada kitabın kapağındaki kesik görselinin, görsel sanatçı Lucio Fontana’nın kesikler attığı tuvallerini çağrıştırdığını da söylemeden geçmeyelim.) Kitabı bitirdiğimizde Rushdie’ye dair merak ettiklerimiz bitmiyor: Sarı nokta olduğunu öğrendiğimiz sağlam gözünü de kaybedecek mi? Amerika’da yaşamaya devam edecek mi? Mahkemede A.’nın karşısına şahit olarak çıkacak mı? Korkunç bir saldırıdan sonra yeniden başlama gücü bulmak çok büyük bir başarı. Kim bilir, belki de Şeytan Ayetleri’nin kahramanı Gibreel Farishta’nın gökten yere düşerken söylediği gibi, “yeniden doğmak için önce ölmek gerekiyor”.
Önceki Yazı
Birten Demirtaş Özbek:
“Çocukların öldüğü bir dünyada adalet olmaz.”
“Birten Demirtaş Özbek’in Bir Fırat Hikâyesi: Sonsuza Kadar adlı kitabı, 'Artık dayanamıyorum, beni uyutsunlar' diyen bir çocuğun annesi olarak hayattaki en büyük korkusuyla yüzleşen Özbek’in 'yaşamla ve ölümle hesaplaşması' adeta. Kitap vesilesiyle Özbek’le ölüm, adalet, yas, toplumsal mücadele, sağlık ve sağlıksızlık gibi pek çok konuda konuştuk.”
Sonraki Yazı
Haftanın vitrini – 33
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Böcükname / Feniçka / Hiperkültürellik / Makinedeki Kan / Religion, Politics and Society in Modern Turkey / Ruhumdaki Yaralar / Travma ve Anlatı / Unutmanın Elkitabı / Uzaklarda / Zulamdaki Şiir