• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ELEŞTİRİ
  • ENGLISH
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • İNCELEME
  • KİTAPLAR
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • EVVEL ZAMAN
  • VİTRİNDEKİLER

Roni’ye, Elsa’ya ve Londra'ya dair

“Yirmi sekiz yıl önce Londra’da kayıtlara geçen ama daha önce hiç yayımlanmamış bu portre denemesi Roni’nin söz konusu kentte nasıl yaşadığına ilişkin bir şiiriyle noktalanıyor. Muhtemelen herkes sevdiği Roni’den birtakım izler bulabilecektir satır aralarında.”

Stephen Lowry, R.A., Piccadilly Circus, London, 1960 (detay)

SEFA KAPLAN

@e-posta

DENEME

7 Ağustos 2023

PAYLAŞ

Yaşlılıkla birlikte muhtelif hastalıklar yoklamaya başlayınca anatomiyi, Burgaz akşamlarının birinde, hiç gereği yokken verilmiş bir söze emanet etmiştik ortak geçmişimizi: İkimizden biri hastaneye filan düşerse veya daha ziyade saçmalayıp uzun bir yolculuğa çıkmaya kalkışırsa, asla ziyarete gitmeyecek, cami, kilise ya da havralarda ağırlamayacaktık birbirimizi. Nitekim öyle de yaptık! Yirmi sekiz yıl önce yazılmış bu yazıda herkes sevdiği Roni'den bir parça bulacaktır muhtemelen. Benim sevdiğim Roni ise uzun yolculukları hatırlatan bir viyadüğün altında dinlendiriyor çehresine çok yakışan isyanlarını şimdi.  Müşterek dostumuz Şavkar'ın (Altnel) mısralarıyla uğurlanmaya itiraz etmezdi sanırım: “Gençken fark etmediğimiz dünya / gerçekte bütünüyle dışımızda / ve çoktan kaybetmiş oluyoruz onu / ne kadar güzel olduğunu anladığımızda.”  


1.

Hep hayıflandım ama bugünlerde daha bir hayıflanıyorum Ruhi Su kasetlerimin olmayışına. Geçenlerde Roni’yle (Margulies) içerken (İstanbul’dan taze haberler ve taze kitaplarla geldi dostumuz), “Ruhi Su olsaydı, katlanmak bir miktar kolaylaşabilir miydi?” diye düşündüm. Elbette bunun da binlercesini denediğim küçük avuntulardan biri olduğunu biliyorum, Mustafa Kutlu’nun kitabının güzelim ismi bir kez daha “hayatta en hakiki mürşit” gibi bir şey oluyor işte: “Ya tahammül ya sefer.”

Oysa Roni’den eve dönerken perişan oldum, rakı ve muhabbet yüzünden geç kaldım ve neredeyse bir saat Strand Street’in Trafalgar ile birleştiği köşede otobüs bekledim. Ayakta durabilecek gibi değildim, duvara dayadım sırtımı ve gecenin o saatinde bir arabanın üstüne yaslanıp sevişen bir çifte diktim gözlerimi kabalık olduğunu bile bile. Kızın cesareti olağanüstüydü; uzaklaşıyor, yaklaşıyor, altından girip üstünden çıkıyordu çocuğun. Hele bir de delikanlının kazağını kaldırıp başını içine sokması vardı ki, kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi.

Eve ise ancak iki buçukta gelebildim ve bütün bir pazar gününü yitirdim baş ağrısı yüzünden, canım hiç yataktan çıkmak istemedi. Buna rağmen sürünerek çıktım, Wells Park’ta yürüdüm bir miktar, sonra gidip pazar günlerini okuma şenliğine dönüştüren bir Observer aldım. Ana gazeteye bir miktar göz gezdirip yatağa attım kendimi.

2.

Tabii bütün bunlar onun yüzünden başıma geldiği için (!) biraz da Roni’yi anlatmam lazım. Enis’in (Batur), “Londra’da Roni var ama sen onunla anlaşamazsın ki!” dediği Roni Margulies, Enis’e ayıp olacak ama Londra’ya geldim geleli edebiyattan, şiirden, siyasetten konuşabildiğim tek insan oldu. Elbette birbirimizin ismini biliyorduk, ben Roni’nin, Mağrur Olma Padişahım kitabını da, Adam Sanat’ta şiir üzerine yazdığı yazıları da, yayımladığı şiirleri de okumuştum; bir kısmına hak vererek, bir kısmına katılmayarak. Londra’da tesadüfen, işte İstanbul’dan gelen Oğlakçı Raşit Çavaş-Senay Haznedaroğlu ile Pandora’dan Hüseyin Sönmez ve eşinin ikram ettiği bir akşam yemeğinde tanıştık. Daha o ilk yemekte tuhaf bir biçimde de kaynaştık üstelik. Kuşkusuz şiir anlayışlarımız, dünyayı kavrayışlarımız farklıydı bir miktar fakat bunlar neye engeldir ki? O da içkiyi seviyordu benim gibi, o da şiire meraklıydı; Birikim tayfasına çok yakın değilse bile, özenle sürdürdüğü bir de solculuğu vardı. Üstelik on yedi yaşından beri Londra’daydı, yalnızdı, yaşıttık ve Auschwitz’den bu yana bütün anatomisine sinmiş gizli bir hüzün taşıyordu. Daha ne olsundu ki...

Bu ve benzeri nedenlerle Roni’yle aramızda tuhaf bir dostluk oluştu; “sözünde durma özürlü” olması gibi benim kolay kolay affedemeyeceğim tarihsel bir yanılgısı var gerçi ama bunu da bir punduna getirip Elsa ile dengeliyor. Elsa kim mi; Gustave Flaubert’in “Madam Bovary benim” dediği gibi, Elsa kuşkusuz Roni’nin ta kendisi! Belki şöyle demek daha doğru; Elsa, Roni’nin ırmağın aynasına yansıyan görüntüsü; sık sık, vakitli vakitsiz bu ırmağa bakıyor Roni. Çoktan ufku terk eden Elsa şiirinin peşini bırakmamak tarzında gereksiz bir meziyeti de var hatta! Zannederim bu açıdan Elsa, Roni’nin kendisine bakma, kendisiyle hesaplaşma, hatta giderek kendisiyle barışma (kavganın egemen olduğu bir barışma!) eğrisini de ihtiva ediyor. Siyaset dışında ne yazarsa yazsın, bir yolunu bulup Elsa’ya bağlaması, (benim ırmak takıntımın başka bir anlamı var sanki!) kendisiyle arasına mesafe koymuş veya aksine, haddinden fazla kendisiyle içli dışlı olmuş bir insanın çığlığı gibi geliyor bana. İşte bu aşamada Roni, Elsa’sıyla birlikte benim ırmağıma kimi zaman hayli derin, kimi zaman da hüzün katsayısı ağır basan serin görüntüler armağan ediyor. Sıradan gevezelikler esnasında bile hatırı sayılır bir ırmak gürültüyle akıp gidiyor aramızdan.

3.

Halbuki Roni’yle karşılaşacağımız o akşam, “Biz şimdi şiir üzerine sıkı bir kavga ederiz ve Enis’i de haklı çıkarırız” diye geçirmiştim içimden. Karşımda, uzun çabalar neticesinde yalnızlığıyla nihayet barışmış bir insan bulacağımı umuyordum ki, bu da başlı başına bir kavga sebebiydi doğrusunu söylemek gerekirse! Hiç de öyle şeyler yaşanmadı; tersine, o Hint lokantasında, çok farklı kavşaklardan gelmiş olmamıza rağmen, en azından hayata ve yeryüzüne bakış açısı itibariyle benzer şeyleri paylaştığımızı fark ettik. Kuşkusuz, buradan hareketle de bir didişmenin ortasına düşebilirdik; lakin ülkemizin bağrından birkaç günlüğüne kopup gelmiş arkadaşlarla, üstelik aynı tarafta yer alarak tartıştığımız için buna pek fazla fırsat bulamadık.

İkinci kez de, Londralı Türklerin ve Kürtlerin bilinmez neden “İstanbul İşkembecisi” adını verdiği ve meyhane olduğunu sonradan fark ettiğim bir mekânda buluştuk. Param olmadığını söylemiştim telefonda, Roni de gayet çelebice, “Önemi yok” demişti. Londra’nın o güzelim yağmurlarından biri yağıyordu, sırılsıklam ve elbette randevu saatinden beş dakika önce “işkembeci”deydim. Roni’nin şiirinde adı geçen kahramanlardan biri de erken gelmiş, orada oturuyordu. Diğer iki kahramanıyla birlikte o da teşrif etti kararlaştırılan saatten on dakika sonra! İçmeye başladık. Londra’da ilk kez meyhanemsi bir yerde ve adının hizasında “şair” yazan biriyle birlikte içiyordum. Roni’nin şiir kahramanlarının pek yaratıcı oldukları söylenemezdi. Biliyordu elbet, onları yazarak kendisi güzelleştiriyordu. (O günlerde ya da daha önce okumuştum Adam Sanat’ta çıkan Ferro ile ilgili şiirini ve kimi mısralarının altını çizmiştim. İstanbul’da olsam, belki de asla zihnimi yakıp kavurmayacak ortak bir payda bulmuştum zira o şiirde.) Kentin karşı/yaka’sında oturduğum için erken kalkmam gerekiyordu ve galiba Roni de birkaç gün sonra İstanbul’a gidecekti, daha sonra sık sık yapacağı gibi! (Meğerse daha önce de sık sık yaparmış.) Ben kalkarken, şimdilerde Yapı Kredi’den yayımlanan Bilirim niye yanık öter ney dosyasını koltuğumun altına tutuşturmayı da ihmal etmeyecekti.

Yağmur kesilmişti ama Londra kaldırımları hâlâ ıslaktı. Angel’den bindiğim metroda Roni’nin şiirlerine gömülmüşken, İtalyan olduğunu sandığım bir genç kız, dosyanın ismini tercüme etmemi istedi benden. Ben o zamanlar tıpkı şimdi olduğu gibi İngilizce konuşma özürlüler grubunda yer aldığımdan, “çok zor” türünden bir şeyler geveleyerek atlattım bu talebi. Arkasından da yüzümü yine şiirlere döndüm: Yirmi beş yıldır Londra’da yaşayan bir insanın bazı mısraları, bir yıldır Londra’da yaşamaya çalışan birisini yeterince perişan edebilecek nitelikler taşıyordu. (Aynı mısralar her okuyuşumda hâlâ aynı şekilde çarpıyor beni üstelik!) Eve gelir gelmez özenle koruduğum dosyayı merdivenlere fırlattım ve yukarı çıkıp yatağa attım kendimi. Parmaklarım daktilonun tuşlarına gidemeyecek kadar büyümüştü çünkü.

4.

Bir kez de Adalet Hanım (Ağaoğlu) Londra’dayken, yine tuhaf bir biçimde Roni’nin evinde buluşma kararı alındı. (Üstelik, her türlü organize yeteneği bozuk olan ben ayarlıyordum bütün bu işleri, iyi mi!) Adalet Hanım, Knightbridge civarında bir yerlerde kalıyordu, orada buluşup metroya bindik ve Turnpike Lane’de aldık soluğu. Çok geçmeden Orhan ve Sevgi Suda dostlarımız da dahil oldu meclise. Ben daha önce bir kez gittiğim için evi de, Eliot’u (Roni’nin köpeği) da az çok biliyordum. Lakin o geceyi ayrıca anlatmak gerekir herhalde; Roni’nin kılçık-kıymık yapmadan lafını esirgemediğini esasen o gece fark ettim; yekten konuşuyordu, kim kırılır, kim incinir gibi dertleri yoktu. Bunun aslında yeteri kadar kırılmışlıktan ve incinmişlikten kaynaklandığını anlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti.

O akşam Adalet Hanım’ı Knightbridge istasyonunda bırakıp Sydenham’a dönerken Roni’nin bu tarafını düşündüm; benim “kesintisiz mertlik” dediğim ırmağın kıyısına yakın duruyordu ama içinde kaybolmaktan ürker gibi bir edası da vardı. Hint lokantasındaki ve İstanbul İşkembecisi’ndeki buluşmanın üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Mutsuz olacağı her halinden belli acemi âşıklar gibi, tereddüt ve çekingenliklerimizi ihmal etmeden yaklaşıyorduk sanki ırmağın kıyısına. Sanırım ilk sağlam barikat, Roni’den çıktığım bir akşam Turnpike Lane’den Sydenham’a kadar dilimde ve zihnimde taşıdığım bir şiirin kâğıda dökülmesiyle anlamını yitirmeye başladı ve arkasından da işte öylesine bir telefon konuşmasında bir hayli dağıldı. Buna rağmen hâlâ mesafe vardı aramızda; YKY’den Aslıhan’ın (Dinç) gelişi biraz daha tuz-biber ekti boşluğa, karşılıklı küfür edecek kadar yakınlaşmıştık birbirimize! Eliot da bir ucundan besliyordu bu yakınlaşmayı zaten.

Derken bir akşam, yine İstanbul yolculuklarının birisine çıkıyordu Roni. Londra’nın Roni’nin bulunmadığı bir kent olma ihtimalinin beni iyiden iyiye sarstığını algıladım Roni İstanbul uçağına binerken. Sanki çok konuşuyormuşum gibi, “On beş günlük yeni bir suskunluk nöbeti başlıyor” dedim kendi kendime hatta. Roni’nin döneceği tarihi özenle zihnimin bir tarafına iliştirdiğimin ayırdına vardım sonra. O akşamı çok iyi hatırlıyorum: İçimden, “Roni dönmüş olmalı” diyordum sürekli, bir taraftan da dostluk konusunda aklı başında iki laf etmediğimiz geliyordu aklıma. Dahası, Roni de en az benim kadar düşkündü bağımsızlık sandığı yalnızlığına. Buna rağmen, “keşke arasa!” diye düşünüyordum. Ve nihayet aradı da, kısa bir yadırgayıştan sonra algıladım arayanın Roni olduğunu: İstanbul’dan gelmişti çünkü ve sesi İstanbul kokuyordu! Oysa ben bir buçuk yıldır İstanbul’dan uzaktım; yadırgadığım Roni’nin sesi değil, İstanbul’un ta kendisiydi muhtemelen.

5.

Peki Elsa? Roni’nin ev içi yalnızlıklarını ve yalnızlıkların gölgesinde büyüttüğü karanfilleri görür görmez karar vermiştim aslında: “Elsa vazgeçilmez bir sığınaktı Roni için, bir mağara; tahammül ve tereddütlerine anlamlı bir mekân bulamadığı zaman gidip dizlerine kapandığı bir tevekkül sıradağıydı bir bakıma. Kimi severse Elsa diye seviyordu, kime kızarsa Elsa diye kızıyordu ve kiminle sevişirse sevişsin sadece Elsa ile sevişiyordu! Elsa fikri zihninde gezindiği için yalnızlığa katlanabiliyordu Roni. O fikir bir miktar kendisinden uzaklaştığında ise bir fırsat yaratıp İstanbullara savruluyordu gençliğinin peşinden koşar gibi.” Bütün bunlar sezgiden öte bir şeydi, kendi hayatımdan tanığıydım zira. Bunun Roni’nin hayatıyla sınanması bir bilinç karmaşası değil, bir örtüşmeydi ne yandan bakılırsa bakılsın. Birbirini yalnızlık ufuklarında bulup kollayan iki şair kadar birbirine yakışan iki ayna olamazdı hakikaten de. Ama oldu işte! Roni yirmi beş yıldır bu kentteydi, ben iki yıla erişmeden gelmiştim kıyısına intiharların. Bu durumda Roni’nin nasıl dayandığını sorgulamak gerekiyordu belki de.

Bulabildiğim en önemli ipucu şiirlerindeydi doğal olarak:

Otuz dört yaşıma bastığım gün

yıllarımı Londra’yla İstanbul arasında

eşit paylaştırmış olduğum geldi aklıma.

 

Ve bu yıl bir gün, kırkımda,

başı boş dolaşırken Londra sokaklarında,

her köşenin, otobüs durağının, heykelin,

nehrin her bir kıvrımının, her şeyin,

eski bir öykü anlattığını fark ettim bana.

Konuştuğumu fark ettim kentin her taşıyla

(volta atarken bir kasabanın ana caddesinde,

selamlaşır gibi karşıma çıkan herkesle).

Elinde küçük bir çakıyla yaramaz bir çocuk

RM harflerini kazımış sanki kentin her yanına.

 

İşte ilk sevgilimle Londra’daki ilk yılımda,

Parlamentonun gotik fiyakasının yanı başında,

güneşli günlerde gelip oturduğumuz tahta sıra

ve her an eğilip nehre değecekmiş gibi duran

demiryolu köprüsünün kenarındaki yaya yolu.

Karşıda Fransız filmleri izlerdim bir başıma.

Bir yandan garip bir gurur, bir yandan korku,

bir yandan da hüzün verirdi bana yalnızlığım

(bir yemeğin tadı gibi ansızın hatırlanan

bu duygu hâlâ yoklar beni zaman zaman).

 

İşte karşı köşede yeşil deri koltukları

ve ahşap masalarıyla The Swan barı:

Hulusi ve Mehmet’le gittiğimizin üzerinden

daha bir yıl geçmeden birini bir kadın,

birini pankreas kanseri almıştı elimden.

İşte Elsa’yla son kez konuştuğum telefon

(kısa bir konuşma, yanıma kalmıştı son jeton).

Ve ilk sosyalist gazetemi sattığım işyeri

(yaşlı, Hintli bir metal işçisiydi: “Benden”,

demişti, “geçti ama, bir de siz deneyin haydi”).

 

Bir gün babam “Sıkıntılıyken içki içme” demişti,

“keyifsizken daha kötü eder insanı içki”. Haklıymış:

Şurada her gece içmiştim ölümünü beklerken.

Sahilyolu’nun kenarında denizden yeni çıkmış

Tarih öncesi bir canavar gibi duran Cerrahpaşa

çocukluğumdan beri hep korkunç gelmiştir bana.

Şimdi de zaman zaman bir çocuk sanatçı gibi,

turnede gibi hissetmekten alamıyorum kendimi:

Bir sahne gibi geliyor Londra bana bazen,

piyes İngilizce, oyuncuların çoğu Türkiyeli.

 

O akşam yaşlı bir turist durdurdu beni,

bir adres sordu, her gün geçtiğim önünden.

Durakladım. Bilmem aklımdan neler geçti.

“Kusura bakmayın” dedim, “Londralı değilim ben”.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Elsa Amanatidou
  • roni margulies

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın kitapları – 32

K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Barbara / Baştan Başa / Dünyanın Sonundaki Mantar / Fuhş-i Atik – Eski İstanbul'da Hovardalık / Haiti Devriminin Kısa Tarihi / İnsafsızlar / İstanbul'u Doyurmak/ Kökler ve Kanatlar: Ararat ve Ötesi / Ördekler, Newburyport / Suçsuzlar

K24

Sonraki Yazı

ELEŞTİRİ

SAE ve teatrallik üzerine yazımı gecikmiş düşünceler:

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü rolünü yapmıştı...”

“Romanda farklı tarihsel dönemler, sosyal yapılar, kültürel değerler, zihniyetler, farklı teatrallik biçimleriyle temsil edilir. Karakterler, topluluklar, mekânlar ve kurumsal organizasyonlar aracılığıyla, toplumun modernleşme öncesi ve sonrasına dair deneyiminin hakikat-yanılsama ekseninde tartışılması, bu unsurların barındırdığı farklı teatrallik biçimlerinin sergilenmesiyle mümkün olur.”

ESRA DİCLE
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist