Pınar F. Deniz ile söyleşi:
“Sakatlığın nesi bu kadar kötü?”
“Savaşıp kazanacağımı, bir daha herhangi birine böyle davranmayacaklarını bilsem var gücümle mücadeleye devam ederim ama savaşarak değil, sokakta olmaya, hayatı keyfimin istediği gibi yaşamaya devam ederek daha iyi sonuç alacağıma inanıyorum.” (Denize Dökülen, s. 205)
Desen: Gökçe Birtan (kitap kapağından ayrıntı)
Hayat Pınar’la bizi 1998’de Akademi İstanbul’da buluşturdu. O, farklılığın güzelliğinin benim evrenimdeki timsali, kalemini ve yazma arzusunu sevdiğim kadim dostum. Denize Dökülen’i okumakta çok geciktiğim için mahçuptum. Şimdi ise bu okuyacağınızın yapılan ilk söyleşi olmasından yana heyecanlı hatta kıvançlıyım. Bir yandan da neden bu vakte kadar kitabıyla ilgili hiç söyleşi yapılmadığı ya da bir eleştiri yazılmadı diye hayıflanıyorum ve nedenini de merak ediyorum. Denize Dökülen’i neden okumanızı dilediğimi, Pınar’ın “İnsanlar neden bu kitabı okumalı” soruma verdiği yanıtla ifade etmeyi tercih ettim çünkü daha iyi ifade edebileceğime inanmıyorum:
İnsanlar, kendilerinden bambaşka bir varoluş şekliyle doğmuş ve elli iki yıl o şekille yaşamış birinin yaşama şevkinin nasıl ve niye kaçmadığını anlamak istiyorlarsa bu kitabı okuyabilirler. Başka insanların, özellikle de onlar gibi olmayı hayal etmek istemediğimiz insanların hikâyelerini okumak bizi zenginleştirir. Kıyıda, köşede yaşanan küçük hayatlar büyük farklar ve farkındalıklar yaratabilir. Ben sırf bu yüzden okurdum.
Sevgili Pınar, bize Pınar F. Deniz’i oluşturan temel parçaları özetleyebilir misin?
Üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak erken geldim gezegene. Erken gelmek serebral palsili olmama sebep olmuş, ki bence serebral palsi benim en önemli parçalarımdan biri.
Nerede büyüdün; büyüdüğün evin, mahallenin, şehrin sendeki belirgin izleri neler?
İstanbul Fatih’te orta halli denebilecek bir ailede doğup Acıbadem’de büyüdüm. Ekonomik olarak pek sıkıntı çekmedik. Yaşı birbirine çok yakın üç çocuktuk. Kardeşlerime otomatik olarak yüklenen bir kollama hali vardı. Korunup kollanan ama asla şımartılmayan bir çocuktum. Kalabalık bir kuzen topluluğum vardı ve gezmeye de hep kalabalık giderdik. Acıbadem’e taşındıktan sonra çocukken zamanımın çoğunu sokakta oynayarak geçirdim. Yakın yaşlarda 10’dan fazla erkek çocuğunun arasında, onlara uyum sağlamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Dolayısıyla biraz erkek gibi yetişmemin cinsiyetimi geç keşfetmemde etkili olduğunu düşünüyorum. Galiba o yaştaki bir kızın cinsiyetine bakma şekli biraz da karşı cinsle kurduğu ilişkiye dayanıyor. Biraz serebral palsi, biraz yetiştiğim mahalle kadınlığımı geciktirdi demek yanlış olmaz.
“FARKLI BİR ŞEY GÖRDÜĞÜNDE BAKMAK İNSAN DAVRANIŞIDIR AMA O FARKLILIĞI VURGULAMAK, GÖRDÜĞÜNÜ VE YADSIDIĞINI FARKLI OLANA İLLA BELLİ ETMEK KÖTÜLÜKTÜR.” (s. 199)
Eğitim hayatında, karakterinin ve hayatının şekillenmesinde etkili olan olumlu ve olumsuz dönüm noktaları hangileri?
İlkokulu Fatih’te bitirdim. Hatırladığım kadarıyla sevilen bir çocuktum. Akran zorbalığıyla çok fazla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Ama sıra arkadaşım tarafından taciz edildiğimi anladığı zaman annemin okula gelip duruma el koymuşluğu vardır. Genel olarak kabullenilmiş bir sakatlığım vardı. Özellikle de sınıf arkadaşlarım tarafından. Şikâyet etmeyi pek bilmez, hatta sevmezdim. Her şeyle kendi kendime sessizce başa çıkmaya çalışırdım ve bu da işleri gereksiz yere zorlaştırıyordu. Beni sevenlerin beni kolladıklarının farkındaydım ve onlara daha fazlasını yüklemek istemiyordum. Başarılı ortaokul ve çok başarısız lise hayatımda sınıfın en sevilen kızlarından biriydim. O aralar kendimi erkeklere daha yakın hissediyordum, çünkü kızlar benden farklı şeyler yaşıyorlardı. Mesela ufak tefek flörtleri olmaya başlamıştı, benimse hiç yoktu. Turizm Otelcilik bölümünü kazandım ama bitirmedim. Bana hiç uygun değildi. Lisenin sonlarına doğru okumaya başladığım kitaplar ruhumu açmaya başlamıştı. Kısa süre sonra da ufak tefek yazmaya başladım. Gerçekten kısa metinlerdi bunlar ama yazmaya o zamanlar âşık oldum. Akademi İstanbul’un Gazetecilik bölümüne bu yüzden kayıt oldum. Gazetelerde, dergilerde aktif olarak çalışan gazetecilerin verdiği dersler benim için çok tatmin ediciydi. Seminerler, kitap listeleri, hocaların başka üniversitelerde verdiği dersler… Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordum. Akademi İstanbul hem kendimi gerçek anlamda tanımaya başladığım hem de gazetecilik okumama rağmen aslında gazeteci olamayacağımı anladığım yerdir. Aslında ben yazmak istiyordum, bunu da orada iyice anlamış oldum.
“OTOBÜSTE BİR YERE OTURDUĞUMDA YANIMDAKİNİN BENİ ŞÖYLE BİR SÜZÜP KALKTIĞINI, AYAKTA SEYAHAT ETMEYİ YANIMDA OTURMAYA TERCİH ETTİĞİNİ GÖRMÜŞTÜM BİRKAÇ KEZ. LOKANTADA BANA BAKARAK OTURMAK İSTEMEYEN İNSANLAR OLUYORDU ÖRNEĞİN.” (s. 79)
Mesleğin nedir ve şu anda, hayatını nasıl idame ettiriyorsun?
Mesleğim editörlüktü. Bir yerde uzun yıllar editörlük ve bir çeşit “hayalet yazarlık” yaptım. O işten çıkarıldığımdan beri bir lojistik şirketinin muhasebe bölümünde çeşitli işler yapıyorum.
Seni oluşturan temel parçaların en büyüğü olan serebral palsinin (SP) tanımına izninle Wikipedia’dan bir alıntıyla giriş yapacağım: “Aslında SP bir arada görülen birçok bozukluk ve semptomlar bütünüdür.” SP’nin detaylı tıbbi tanımına, nedenlerine, biçimlerine, görülme oranlarına internet üzerinden ulaşmak mümkün.[1] Peki onu sen nasıl tanımlarsın?
Doğum öncesinde, sırasında ya da sonrasında çeşitli nedenlerle beynin zarar görmesi. Hayatınız boyunca yapamayacağınız, farklı ya da eksik yapacağınız şeyler beyninizin neresinin, ne kadar zarar gördüğüyle alakalı. Böyle tanımlayınca berbat bir şey gibi duyuldu ama aslında aynı zamanda hayata bambaşka bir yerden, bazen lüzumundan fazla dikkatle bakmanıza neden olan durumun adı SP. İstemsiz hareketleri azaltmak için, başkalarının kolayca yaptıklarını yapabilmek için sürekli bir çabalama durumundasınız ve bu yüzden de tembel olma şansınız yok. Tabii içine doğduğunuz ailenin SP’yle ilgili tavrı da çok belirleyici.
“AKADEMİ’DE DERSLERE GİREN HOCALAR HERHANGİ BİR NEDENDEN ÖTÜRÜ KİMSEYE PAYE VERECEK İNSANLAR DEĞİLLERDİ AMA SEREBRAL PALSİNİN KURDUĞUM ÖZEL İLİŞKİLERDE ROLÜ OLMADIĞINI SÖYLERSEM SEREBRAL PALSİYE HAKSIZLIK ETMİŞ OLURUM.” (s. 45)
Neden engelli yerine sakat demeyi tercih ediyorsun?
Öncelikle şunu söylemek istiyorum, aramızda bir engelli varsa o da şartlardır. Engelli bana komik gelen bir sözcük. Oysa sakat kelimesi öyle değil. Sonradan kendisine yüklenen olumsuz anlamlar hariç, başka bir anlamı yok. Bence benim gibi insanları tanımlamaya çok uygun. Sokaklar engelli, ben değilim. Sokağa çıkmayı engelleyen şartlar ortadan kalktığında rahatlıkla sokağa çıkabilecek binlerce insan var.
Talihsiz özürlü tabirinden sonra toplum olarak belli ki engelli sıfatını da bir gözden geçirmemiz gerekiyor… Peki sakatlığını kabullenme sürecinden bahseder misin?
İnsanın doğduğu hali uzun yıllar kabullenmemiş olması ne şaşırtıcı, değil mi? Aynaya baktığınızda gördüğünüz şeye dair hissettiğinizle sokağa çıktığınızda size hissettirilen şeyin aynı olmadığını fark ettiğinizde –ki bu bende okula başladığımda oldu– birinden birini otomatik olarak içselleştiriyorsunuz. Sürekli aynaya bakamayacağınız için de başkalarının bakışı kendinizle kurduğunuz ilişkide çok belirleyici oluyor. Çünkü bir süre sonra kendinize onlar gibi bakmaya başlıyorsunuz. Kendime aslında hep şikâyet ettiğim bakışla baktığımı uzun bir terapi sürecinin sonunda fark etmiştim. Kendime “kıyamayıp” sakat diyemediğimi fark ettiren harika bir doktorum vardı. Böylece sakatlığa nasıl acımayla baktığımı da öğrenmiş oldum, aydınlandım. Bu bir anda olmadı elbette ama her şey bir sözcükle başlamıştı. Sonrasında çok çabalamam gerekti ama şimdi kendimi olduğum şeklimle seviyorum.
“GÖRDÜĞÜM ŞEY BANA DAHA DİKKATLİ OLMAM GEREKTİĞİNİ SÖYLEMİŞTİ. ELİMDE BİR ŞEY TUTARKEN, BAŞIMI HEYECANLA SALLARKEN, GÜLERKEN, KONUŞURKEN BU KADAR ÖZENSİZ, BU KADAR RAHAT OLMAMAM GEREKTİĞİNİ. DİĞERLERİ GİBİ OLMAK, EN AZINDAN ÖYLE GÖRÜNMEK İÇİN DAHA ÖZENLİ OLMALIYDIM. DAHA ÖZENLİ VE DAHA DÜZGÜN.” (s. 133)
Psikolojik-psikiyatrik destek almanın kabullenme sürecine etkisini ve dolayısıyla hayatına etkisini nasıl tarif edersin?
Psikolojik destek almak çok önemli elbette. En azından benim için öyleydi. Fakat ne yazık ki pek çok SP’linin çok daha büyük dertleri var. Konuşamayan, yürüyemeyen, hatta pek çok şeyi bir arada yapamayan sakatların kendi durumlarını kabullenmesi pek kolay olmuyor. Üstelik bunun için destek alma şansları da yok çoğunlukla. Etraftaki insanlar size bakıp “Allah korusun” dediklerinde kendinizle ilgili iyi şeyler düşünebileceğinizi sanmıyorum. Etrafın yorganını üstlerinden kendi kendine atanlar da vardır elbette, ben onlardan değildim ve bunun için yardıma ihtiyacım oldu. Aslında başka bir sebeple psikiyatra gittiğimde yardıma ihtiyacım olduğunu anlamıştım. Oraya gitmek hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biriydi.
Söyleşimize başlamadan önce üzerinde uzlaştığımız çerçevedeki “Türkiye’de engelli olmak ve engelli kadın olmak” konu başlığına “Burada Türkiye’de azınlık olmaya da bir selam çakmak isterim” notunu düşmüştün; azınlık tabirini –ki dünyadaki en büyük azınlık grubunun engelliler olduğu tespitini not düşelim– ve Türkiye’nin engelli kadın azınlığına mensup biri olarak bu ülkede yaşamayı nasıl tarif edersin?
Şu günlerde bu ülke herkese zor, ki sakatlara her zaman zordu. Burası tek başına bir kadın olmanın bile zor olduğu bir ülke. Hatta sakatlık kadınlığın önüne geçen bir varoluş biçimi. Sakatsanız sanki cinsiyetinizin pek önemi kalmıyor. Mesela sakat bir kadınsanız sokakta size laf atmazlar. Hakaret ederler, dalga geçerler falan ama ağızlarından cinsiyetinize yönelik bir şey duymazsınız. Çünkü sizi kadın olarak görmezler. İşte bu yüzden kendinize bakışınız bozulur ve siz de kendinizi cinsiyetsiz sanabilirsiniz. Çoğunluk olmak konforlu ve rahatlatıcı bir şey olduğundan azınlıklar hakkında kafa yormak da pek yaygın değil. Zaten azınlıkların konforunu, en azından yaşam hakkını sağlaması ve bu konuyla ilgili çalışması gereken asıl yapı devlet. Türkiye’de ise devlet sakatları insan yerine koymakla övünen insanlardan müteşekkil. Kendini Türk olarak tanımlamayı tercih etmeyen etnik kökenliler, LGBTİQ+’lar ve diğer tüm azınlıklar olarak şayet size bir rejimde söz hakkı verilmiyorsa, insan haklarından mahrumsanız o yönetim biçimi demokrasi olarak değil, başka bir şekilde tanımlanmalı. Azınlıklar toplumun rengidir ve renklerin olduğu gibi korunması gerekir. Ama zaten devletlerin renkleri sevdiklerini düşünmüyorum.
“BİR YA DA BİRİLERİ ÇIKIP 'SAKATLIK NE KADAR BOKTAN, NE KADAR ACINASI BİR ŞEY' DESE KIYAMETLER KOPARACAK, SÖYLEDİĞİNE PİŞMAN EDECEK OLAN BEN, YANİ TAM DA O BEN, SAKAT OLARAK ANILMAKTAN, GÖRÜLMEKTEN ÖLESİYE KORKUYORDUM.” (S. 155)
SP’li biri olarak nasıl direniyorsun?
Ortak arkadaşımız Saltuk (Erginer) bir sohbetimiz sırasında “Senin her sokağa çıkışın siyasi bir eylem aslında kızım” demişti. O zaman bunu çok abartılı bulmuş ve ona da bunu söylemiştim. Sonra, düşününce söylediğinin doğru olduğuna karar verdim. Elbette kendimi ve sokaktaki varlığımı abartılı bir şekilde değerli bulduğumdan değil ama aslında sakatların sokakta olması bile bir direnme biçimi. Şartlar gereği sokağa çıkamayan, ailesi tarafından çeşitli sebeplerle sokaktan alıkoyulan pek çok sakat var. Oysa şartlar zorlanmalı ve sakatlar mümkün olduğu kadar ortalıkta olmalı. Direnmenin ve hakkımız olan şartları talep etmenin en etkili yolunun da bu olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki sokakta yani ortalıkta olmayan yok sayılıyor. Elbette dernekler, vakıflar da çok iş yapıyorlar ama bana esas iş sokakta ve aktif olmakta bitiyor gibi geliyor.
Denize Dökülen’i senin başkalarına açıldığın bir kapı olarak değerlendirmek yanlış mı olur? Kitabının türü nedir?
Hiç yanlış olmaz. Bir önceki sorunun cevabına ek olarak da söyleyebilirim ki, yazmak benim için ses çıkarmanın, ben de varım demenin en iyi yollarından biri. Kitabın türünü ise, eleştirmen bir hocam otobiyografik roman olarak tanımlayınca ben de benimsemiştim.
“TÜRKİYE DENEN YER, SUNDUĞU İMKÂNLARLA DÖNEMİN BİR MİLLETVEKİLİNİN SÖYLEDİĞİ GİBİ, SADECE ‘İNSAN YERİNE KONMAYA’ RAZI BİR SÜRÜ SAKAT VE SAKAT AİLESİ YETİŞTİRMİŞ BİR COĞRAFYAYDI.” (s. 68)
Yazma sürecin nasıl ilerledi; “içeriden ve dışarıdan” nasıl zorluklarla karşılaştın?
Pandemiden önceki son yazdı. Bir cümle kurdum ve o cümle Denize Dökülen’i getirdi. Cümleler aktıkça aslında hayatımı yazdığımı fark ettim. Kimseye çaktırmadan yazmaya devam ettim, çünkü tamamlayabileceğime inanmıyordum. İnsanın kendi hayatına bakmasının ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu fark ettiğimdeyse artık çok geçti. Ben kitap olmuştum. Kitabın aksak taraflarını değiştirirken sanırım ben de değiştim. Ben değişince kitaptaki ifadeler de değişti. Kendimi yazmak zordu ama çok da eğiticiydi. Fakat hayatımı ortaya koymak sadece benimle ilgili değildi. Çünkü kendinizi anlatırken başkalarının hayatlarına da dokunuyorsunuz ve yapmak isteyeceğim en son şey başkalarının sınırlarını ihlal etmekti. Başlangıçta ailemi ve benimle farklı zamanlarda yürümüş insanları düşünerek ister istemez oto sansür uyguluyordum. Buna kendimce bir çözüm buldum: Gerekli gördüğüm yerlerde birtakım isimleri, onların fiziksel özelliklerini vs. değiştirdim. En nihayetinde kitabın amacı yaşadıklarımın bana yani sakat bir kadına hissettirdiklerini anlatmaya çalışmaktı. Umarım kimseyi incitmeden becerebilmişimdir.
Hayatını okurken seni incitenleri bile incitmemeye özen gösterdiğini fark ettim. Bu da okuyucuya sana dair çok kuvvetli bir fikir veriyor. Kitapta yazmakta en zorladığın bölümler hangileriydi? Bir de yazmasam olmaz ama hiç de yazasım yok dediğin bölümler var mıydı?
Kitapta yapmaya çalıştığım şeyi başardığımı söylüyorsun, ne güzel! Teşekkür ederim. Zorlandığım bölümler genellikle çocukluğumla ilgili kısımlardı. Gerçekten zor denebilecek bir hayatın üstesinden çocukken bile, şikâyet etmeden gelmeye çalışmak, başkalarının yardımını istememek için kendini yersiz yere zorlamak çocuk Pınar’a haksızlıkmış ve ben bunu kitabı yazarken idrak ettim. Pek de memnun olmayarak ama onlarsız da kitabın tam olmayacağını bilerek yazdığım kısımlar, başkalarının hayatlarına dair detaylar verdiğim kısımlardı. Mesela annemle babamın arasındaki garip ama kuvvetli ilişki. Beni ben yapan şeyler arasında bu ilişki de olduğu için yazmalıydım.
“HAYATIMI YAZARAK KAZANMAYI BIRAKINCA VE BAŞKASI ADINA CÜMLELER KURMAYINCA YARATICILIĞIMIN SERBEST KALDIĞINI VE YOLUNU ARAYAN SU GİBİ KABARIP DURDUĞUNU ŞAŞIRARAK GÖRDÜM.” (s. 241)
Yayımcılarınla nasıl buluştun?
Kitabı tamamlayıp birkaç yayınevine gönderdim. Hemen hemen hepsinden “Dosyanızı beğendik ama”yla başlayan cevaplar aldım. Söyledikleri özetle şuydu aslında: “Sıradan, tanınmamış birinin hayatını pek kimse merak etmiyor.” Dosyamı başkasının hayatıymış gibi yazmamı, romana dönüştürmemi istediler. Ben de bunu istemedim. Bu arada her cevabı birkaç ay beklediğim için çok zaman kaybettim. Türkiye Spastik Çocuklar Vakfının (TSÇV) çalıştığı yayınevi olan Boyut Yayın Grubu aklımdaydı. Onlara dosyayı gönderdikten kısa bir süre sonra arayıp sevdiklerini, basacaklarını söylediler. Sonuç olarak arka kapağı dahil her şeyini benim yazdığım bir kitap oldu.
Sence neden bugüne kadar hiçbir söyleşi yapılmadı kitapla ilgili? Yayınevinin kitapla ilgili yayımlamak dışında herhangi bir tanıtım faaliyetinde bulunmamasının sebebinden biraz bahsedebilir misin?
Tanıtım yapılmadı, kitabın çıktığından sadece yakın çevrem haberdardı. Bir de sosyal medya hesaplarımdan kendi ahalime haber verdim, o kadar. Boyut Yayın Grubu sanırım çıkardığı hiçbir kitap için kuvvetli bir tanıtım faaliyeti yürütmediği için Denize Dökülen’le de yakından ilgilenmedi. Ayrıca kitap tanıtımı yapan, yeni çıkan kitaplardan bahseden birkaç YouTuber’la iletişim kurmaya çalıştım. Sadece biri yanıtladı. Belirtmeden geçmek istemem, Akademi İstanbul’dan hocamız Necmiye Alpay, K24’te kitaptan henüz yayımlanmamışken övgüyle bahsedip yayınevi aradığımı belirtmişti. Bizzat tanıtmak içinse bir tanıtım metni, eleştiri, vs. yazılmasını bekledim. O da olmayınca elimde bir kitap vardı, e onu da zaten duyurmuştum.
“KARŞI KOYMAK, DEYİM YERİNDEYSE DAYILANMAK, YAPANI YAPTIĞIYLA YÜZLEŞTİRMEK, UTANDIRMAK VE BİR DAHA BAŞKA BİRİNE YAPMASINI ENGELLEMEK İÇİN YÜKSEK SESLİ BİRİ OLMAYI SEÇMİŞTİM. YÜKSEK SESLER ÇIKARMANIN BENİ NE KADAR YORDUĞU, ENERJİMİ NASIL SÖMÜRDÜĞÜ O SIRADA FARKINDA OLMADIĞIM BİR ŞEYDİ.” (s. 152)
Şu anki kitabın ne üzerine?
Bu kitap büyüyünce bir roman olacak. Bu sefer tamamen kurgu bir şey yazıyorum. Elbette tanıdığım, bildiğim bir konu üzerine. Yine sakat bir karakterimiz var. Konusu yakın arkadaşlık, arkadaşlığın içyüzü ve aslında neler barındırdığı üzerine. Kitap henüz kendi ivmesini yakalayamadı. Ama yazmak beni var eden, hayatımı değerli kılan şeylerden biri ve yazdıkça kendimi ve hayatı tanımaya devam ediyorum.
[1] Serebral Palsili Çocuklar Derneği’nin hazırladığı rehbere göz atmak isterseniz lütfen buraya tıklayın.
Önceki Yazı
Kevin Barry’nin öyküleri:
Taşkın anları, alacakaranlıklar ve aşk
“Kevin Barry’nin öykülerinin atmosferinde doğa ve ışık dikkat çekici biçimde öne çıkıyor. İrlanda’nın kıyıları, dağları ve ormanları hemen her öyküde sadece bir fon değil, aynı zamanda öykü kişilerinin ruh halinin birer yansıması ya da tamamlayıcı parçası olarak beliriyor, anlatılıyor.”
Sonraki Yazı
David S. Meyer ile söyleşi:
Toplumsal Hareketler (Bazen) Nasıl Fark Yaratabilir?
Toplumsal Hareketler (Bazen) Nasıl Fark Yaratabilir’in yazarı David S. Meyer’la toplumsal hareketlerin sosyal medyayla ilişkisini, hareketlerin örgütler çıkarmasının sonuçlarını ve toplumsal hareketler çalışmalarını konuştuk.