Min Nevâdiri’l-Kütüb – 32:
Şarkiyatçı bir İstanbul kurgusu
“Hikâyeler elbette kurgusal, ama her birine gerçeklik çeşnisi verecek miktarda tarihî ayrıntı yerleştirildiğinden inanılırlık kazanıyorlar. Ve bu şekilde şarkiyatçılık Şark’ı yansıtmaktan ziyade inşa ediyor.”

İstanbul. England's Battles by Sea and Land II: Russia and Turkey adlı 1857 basımı kitaptan.
Dizinin adından anlaşılacağı üzere her ay burada nadir kitaplardan söz etmeye çalışıyorum. Fakat zaman zaman ilginçlik nadirlikten ağır basabiliyor, her köşe başında olmasa da piyasada aransa bulunabilecek kitaplara da yer veriyorum. Bu ayın kitabıysa gerçekten çok nadir. Bırakın piyasayı, WorldCat, Library of Congress, British Library’de bulamadım, hattâ Bibliothèque nationale de France kataloğunda bile yok, Fransızca olmasına rağmen. Neyin nesidir, yazarı kimdir, hiçbir bilgiye ulaşamadım.
Kitabın başlığı Mystères amoureux des harems, ou Chronique scandaleuse de l’Orient (Haremlerin âşıkāne gizemleri, yahut Doğu’nun rezâlet dolu vakāyinâmesi), belli ki piyasa gözetilerek seçilmiş. Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekânsallık (çev. Savaş Kılıç ve Gamze Sarı [İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002]) kitabımda Avrupa dışındaki yörelerin Avrupa kültüründe nasıl bu tür yayınlar yoluyla cinselleştirildiğini anlatmaya çalışmıştım. Eskiye giden bir motif bu.
Yazarın adı künye sayfasında “A. du Barry” diye verilmiş. Mutlaka müstear bir isimdir, başka yerde rastlamadım. “Du Barry” adı Kral XV. Louis’nin metresi Madame du Barry’yi (1744–1793) akla getiriyor hemen, ki seçilmesindeki amaç da o herhalde. Ama gayrimeşru bir fakir terzi kızından kontesliğe yükseldikten sonra Fransız Devrimi akabinde giyotinde hayatını kaybetmiş olan bu güzel kadının kitapla ilgisi olmadığına şüphe yok.
Yayın bilgisi ise şöyle verilmiş: “Konstantinopolis, bütün kitapçılarda bulunur, Hicrî 1251”, yani Milâdî 1835–36. Kurmaca tabii, ne İstanbul’da, ne de 19. yüzyılın ilk yarısında yayınlandığına ihtimal veriyorum bu kitabın. Egzotik-erotik kitaplara bu türden sahte künye konmasına sık rastlanır. İstanbul’da yayınlanmış süsü verilmiş olan bazı yayınlar hakkında Yahya Erdem’in “18. Yüzyıl’da Avrupa’da Basılan Constantinople Rumuzlu Kitaplar” (Müteferrika 5 [1995]: 17–41) başlıklı makalesine bakılabilir. Daha genel olarak bu konuda şu eserlere danışılabilir: Emil Weller, Die falschen und fingirten Druckorte: Repertorium der seit Erfindung der Buchdruckerkunst unter falscher Firma erschienenen deutschen, lateinischen und französischen Schriften (Leipzig, 1864); Gustave Brunet, Imprimeurs imaginaires et libraires supposés: Étude bibliographique (Paris, 1866); a.y., Dictionnaire des ouvrages anonymes, suivi des Supercheries littéraires dévoilées: Supplément à la Dernière édition de ces deux ouvrages (Paris, 1889). Peki, o halde nerede ne zaman yayınlanmış? Bilmiyorum vallahi. Sanırım Paris’te, belki 1915 civarında basılmış olabilir, ama bu sadece bir tahmin.
Gelelim kitabın içeriğine. Altı hikâyeden oluşan metin, kitabın başlığının vadettiklerini vermiyor açıkcası. Oryantalizmin alt kademelerinde, klişe dolu, eğlendirici ama sığ maceralar anlatılıyor, öyle esrarengiz aşklar yahut rezâletler yok.

İlk hikâyenin adı “Tiryaki Mehmed ile Ayyaş Mahmud,” güya Sultan Deli İbrâhim döneminde geçiyor. Haznedar ağanın etkisiyle tütün ve şarabı yasaklayan padişah, bir akşam tebdil gezerken zil zurna olan fırıncı Mahmud ile karşılaşıyor, o da içkinin etkisiyle azılı bir tütün tiryakisi olan komşusu manav Mehmed’i ele veriyor. Padişah her ikisini de saraya getirtiyor, kendilerini nasıl işkence ile idam ettireceğini söylerken manav Mehmed tütünün güzelliklerini uzun uzun anlatıyor, sonunda padişah denemeyi kabul ediyor ve mest oluyor. Sonra sözü fırıncı Mahmud alıp şarabı öve öve bitiremiyor, haram olmasının bir hatadan kaynaklandığını, öldükten sonra cennette serbestçe içilecek olan şarabın ölmeden önce yasaklanmış olmasının mantığa uymadığını belirtiyor. Padişah ona da kanıyor, şarap içip kendinden geçiyor. Böylece aklını çelen haznedar ağayı astırıp yasakları kaldırıyor, manavla fırıncıyı ise musahip olarak yanına aldırıyor, hikâye bitiyor.
Anlatılanlar büyük ihtimalle kurgusal gerçi, ama yazarın döneme dair biraz araştırma yaptığı anlaşılıyor. Hem terminoloji (örneğin djulousaktchéci = cülûs akçesi), hem devrin bilumum kahramanları (örneğin Deli İbrâhim’in sadrazamı Hezârpâre Ahmed Paşa) konularında bilgisi hiç yok değil. Nitekim ikinci hikâye olan “Bir Yeniçerinin İntikāmı,” annesiyle babası Ahmed Paşa tarafından feci şekilde öldürülmüş olan genç bir yeniçerinin onu kılıcıyla paramparça (hezâr pâre = bin parça) edişini anlatırken, gerek saray erkânı, gerekse yeniçeriler hakkında muhtelif ayrıntılar sansasyonel anlatıya bir gerçeklik havası veriyor.
Üçüncü hikâye, “Barbet ve Griffon” başlığını taşıyor, bu isimlerdeki iki Fransız köpeğin 1689 yılında Fransa elçisinin maiyetinde geldiği İstanbul’daki maceralarını konu ediniyor. Diğer hikâyelerde olduğu gibi burada da tarihle kurgu birbiriyle karıştırılmış. Örneğin büyükelçinin adı Pierre-Antoine de Castagnères de Châteauneuf diye verilmiş ki gerçekten de 1689–1692 yılları arasında bu isimde biri İstanbul’da elçilik yapmış. Fransa’da kendilerine çok kötü davranılan iki köpek, İstanbul’da sokak köpeklerinin ne kadar rahat olduğunu görünce aralarına katılıyor, elçilikten çaldıkları etleri onlara getirerek nüfuz sahibi oluyor. Ancak sokak köpeklerinin insanları rahatsız etmesi neticesinde şikâyetler artınca padişah bir ermişe danışıp onları öldürmenin caiz olup olmadığını soruyor. Ermiş ise öldürtmemesi gerektiğini, ama başka yere naklettirebileceğini söyleyince köpekler toplanıp Marmara denizindeki ıssız adalara taşınıyor ve kaderlerine terk ediliyor. Gerçi rivayete göre daha önce de buna teşebbüs edilmiş ama bilindiği gibi on binlerce İstanbul köpeğinin Hayırsız Ada’ya götürülüp aç susuz ölüme terk edilmesi 1910’da cereyan ettiğine göre kitap o tarihten sonra basılmış olmalı diye düşünüyorum. Barbet ile Griffon elçiliğe sığınarak iki yıl sonra Fransa’ya dönüyor ve –her ne kadar bu açıkca belirtilmiyorsa da– özgürlüğün anarşiye karıştığı Doğu’da kalmaktansa Batı’nın özgürlüğü kısıtlı ama daha güvenli hayatında mutlu mesut hayatlarını sürdürüyor.
Uzatmayayım. “Tunç Havan” adındaki dördüncü hikâye IV. Murad döneminde geçiyor ve biraz harem entrikalarından söz ederek kitabın adını meşrulaştırmaya çalışıyor. Beşinci hikâye olan “İhtiyar Râşid’in Bıyığı” II. Mahmud döneminde, Vak’a-i Hayriyye sonrasında geçiyor, olay kahramanı padişahın emrine inat bıyığını kesmeyi reddeden eski bir yeniçeri. “İstanbul’un Kunduracısı” adını taşıyan altıncı ve son hikâye ise Silâhdar Fındıklı Mehmed Ağa tarihinde anlatılan, 1680 yılında cereyan eden meşhur recm olayı üzerine kurulmuş.
Yukarıda verdiğim özet, şarkiyatçı anlatıların yöntemini güzelce ortaya koyuyor aslında. Hikâyeler elbette kurgusal, ama her birine gerçeklik çeşnisi verecek miktarda tarihî ayrıntı yerleştirildiğinden inanılırlık kazanıyorlar. Ve bu şekilde şarkiyatçılık Şark’ı yansıtmaktan ziyade inşa ediyor. Bu durumda Meşhur Kont Joseph Arthur de Gobineau’nun (1816–1882) “Asya’da atılan her adımla birlikte insan, dünyanın bu yöresindeki krallıklar üzerine yazılmış en güvenilir, en gerçek ve en eksiksiz kitabın Bin Bir Gece Masalları olduğunu daha iyi anlar” demesi tevekkeli değildir. (A. Gobineau, Trois ans en Asie, de 1855 à 1858 [Paris: Librairie de L. Hachette et Cie., 1859], s. 170.)
E hani “haremlerin âşıkāne gizemleri” derseniz... geçmiş olsun, kitabı satın aldınız ya, gerisi yazarın, yayıncının ne umurunda?