Şairin çağına blues
“Topaloğlu’nu kimi zaman 'hiçlik' duygusuyla kuşatan şey, kendisiyle bulunduğu zaman arasındaki bağın özelliksiz oluşu: yüzleşerek aşamadığın acıları / öperek sağaltacak ağzı yok zamanın”

Enver Topaloğlu
Şairlerin çağına bakışına yeni bir örnek: “yaşadığım çağa blues”;[1] “bugün yüzüne konuşuyorum ki /yarın karşında/ kaçacak yer aramasın gözüm” diyen bir şair sesleniyor kitapta. Enver Topaloğlu zamanıyla yüzleşmeyi seçimli bir poetikaya dönüştürmüş şairlerden. 1983’ten bu yana yazıyor; yayımladığı yedi kitapta hayat çarkının insana ve doğaya yabancılaşma hallerini, olabilecek en yalın dille, negatif bakışın sorgulayıcı gözüyle yazmayı deniyor.

“Gelecek kuşakların yaşadığımız çağa ne gözle bakacaklarını hiç düşündünüz mü?” diye sormuştu Memet Fuat. “Belki de dünya tarihinin hiçbir çağında böylesine ustaca, böylesine güçlü yalan söylenmedi!.. Yalan en önemli silah bilinmedi!..”[2] Çağını sorgulamak modern sanatın boyun borcu mu; bugün de giderek yaygınlaşan, her şairin kendi meşrebince denediği bir tema. Burada (K24) yayımladığım üç yazıda (Aydın Afacan / Dünya Çok Uzak, Hüseyin Kaytan / Benim Karanlık Çağım ve şimdi Yaşadığım Çağa Blues) çağını sorgulayan şairleri anlamaya çalışıyorum.
Afacan, dünyanın insana uzak halinden; Kaytan, “Ortadoğu’nun kalbi”nden, Topaloğlu, İzmir kıyılarına dalgaların getirdiği mesajlardan bakıyor çağına. Üçü de “mutsuz bilinç”in (Hegel terimi) pençesindeler. İdeallerindeki kurtuluş ütopyalarına ulaşma arzusunun uzaklığı ölçüsünde derinleşen bir mutsuzluk. Melankolinin zihinle kaynaştığı karmaşanın içindeler. Üçünde de negatiften beslenen bir bakış var. Zamanın ruhu, kokusu, hızı, şiddeti, vahşeti hissediliyor; uzak ya da yakın ama mutlaka benzerlik görülüyor bu şairlerde. Adlandırmalar farklı ama bağlamlar ortak. Afacan “insanca olmaktan uzak”; Kaytan “kaotik bir karanlık”, Topaloğlu fazlasıyla “keder yüklü” hissediyor çağını. Kuşkusuz bu duyuş ve düşünüşlerin hiçbiri yeni değil, ama giderek daha sert, yatışması kolay olmayacak sancılarla yüklü.
Şairlerin çağlarına ad yakıştırma geleneği mi var modern şiirde? İnsanı “efendi” yapmayı, korkularından kaygılarından arındırmayı vaat eden Aydınlanma’nın zamanla bıraktığı düş kırıklığını en önce şairler hissetmişti. Romantik çağı başlatanlar da şairlerdi. Sayıklamalarını, sanrılarını yazsa bile şairin “bilinçli” olmadığını düşünmek büyük saçmalık. Sayıklamalardan çıkıyordu kimi şiirsel aydınlanışlar. “Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar” demişti Melih Cevdet Anday. Arthur Rimbaud’nun sayıklamalar halinde yazdığı Illuminations soruları bugün de aynı yakıcılıkta değil midir?
“Kime kiralasam kendimi? Hangi hayvana tapsam? Hangi mübareğe saldırsam? Hangi kalpleri kırsam? Hangi yalanı söyleyip dursam- Hangi kanda yürüsem? (…) De profindis domine, kafayı mı üşüttüm ne!”[3]

Rimbaud’dan yaklaşık yüz yıl sonra Necatigil, “önceden düşünemedik, çok çiğ çağ” demişti, kederli bir hayıflanmayla. Anday ısrarla bir ad arıyordu kendi çağı için: “bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte/ bırakmaz günün adını koyalım”. Cemal Süreya daha da dramatik. “Bayramsızlık” diyordu çağına: “Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sinema günleriyle cenaze günleri aynı tadı taşımakta. Bayram mı, bayramsızlık’ın içindeki kadar bir bayram mı?” İlhan Berk, “Puşt bir çağ bu” diye yakınıyor. Mehmet Taner kâbusun ortasından sesleniyor: “– Orta Avrupa’nın bombaları Hafız’ın kabrinde / Abi atom vanası açık mı kalmış baksana.” Orhan Alkaya, çağına isim bulmanın yakıcılığında: “alt yanı bir isim, siz öyle sanırsınız! / deriye dökülür kezzap, dağlar”.
Enver Topaloğlu ise şöyle sesleniyor:
paslı iğne kırık mekik kör tığ
boş düğüm seyrek ilmik üstünkörü teyel
rasgele alakalar muğlak anlatılar
puslu tanımlar ve kâbus
sarılmış etrafımız
fakat kalmıyor bu kadarla da
dünyanın tüm kolonları kesilmiş sanki
matriksin sedyesinde baygın yatan bir hasta umut
bugünün bir adı olmalı

Yaşadığım Çağa Blues
Pikaresk Yayınları
Aralık 2024
91 s.
Örnekleri çoğaltabiliriz; çağ, getirdiği kötülükleri lanetleyeni de kendine esir kılan bir zaman dilimi. Şairin sözüyle, bireyi “matriksin sedyesinde baygın yatan bir hasta umut” halinde bırakıyor. Asıl konu bu hastalık. Şiirin dert saydığı her şey felsefenin de sorunu olmadı mı? Giorgio Agamben, “Çağdaş olmak ne demek”, “Kimin ve neyin çağdaşıyız?” diye başlamıştı dersine.[4] “Peki, zamanını gören kişi, gerçekte ne görmektedir? Bu çağın yüzündeki o manasız tebessüm nedir?” diye sorarak. Yanıt ararken Nietzsche’nin “zamana aykırı düşünceler”ini anmadan geçilmez elbet. Nietzsche, Sokrates’in kendi çağdaşlarınca ölümüne lanetlenişini tartışarak başlamıştı tragedya yorumlarına.[5] Nietzsche ile aynı yüzyılı paylaşan Marx’ın çağına bakışı, ondan bekleneceği gibi, daha az yakıcı değil: “İçinde yaşadığımız atmosfer her birimizin sırtına 40.000 okkalık bir güçle bastırıyor, ama hissediyor musunuz onu?” diye soruyordu.”[6]
Çağını dert etmeyen bir şair, bir yazar, bir düşünür var mı? Çağdaş Söylenler yazarı Roland Barthes’ın bakışı kesin: “Çağdaş olan, zamana aykırı olandır” diyerek kesinler. Borges ise kahramanını şöyle konuşturur: “‘Ben,’ dedi, hiç de gereği olmayan bir heyecanla, ‘çağdaş insanı şöyle görüyorum: En gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosunun kulesine bile kapanmış olsa, gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramofonlarla, radyolarla, sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla, bültenlerle…’” Borges’in kahramanı, türlü ağlarla bağlarıyla bağlanmış “çağdaş”ı betimlerken şöyle bir son durum üretiyor: “Böylesine donanmış bir adam için sahici bir yolculuğun artık gereksiz olacağını belirtti. 20. yüzyılımız Muhammet’le dağın öyküsünü tersine çevirmişti. Bugün artık dağ çağdaş Muhammet’e geliyordu.”[7] Postmodern düşünüşün yolunu betimleyen bu önceki “çağdaş”, 21. yüzyılın “sanal devrim”inin işaretlerini erkenden görmüş gibidir. 20. yüzyıla dair “bilgi çağı, kaygı çağı, kuşku çağı” gibi adlandırmalar şimdi nasıl da naif kalıyor! Derisi yüzülmüş, havası suyu toprağı zehirlenmiş, yerde ve gökte koruyucu kabukları yırtılmış bir yeni-dünya vardır artık. Katı olan her şeyi buharlaştıran (Berman), dikkat duygusunu anlar içinde yağmalayan, siste bırakan, yol yitirten bir çağ. Agamben’in yanıtına dönersek, şunu kaydediyor filozof:

“Çağdaş, ışığını değil karanlığını görmek için bakışını kendi zamanına sımsıkı kenetleyen kişidir. Çağdaşlığı tecrübe eden herkes için, tüm çağlar loştur. Çağdaş, tam da bu loşluğu görebilen, kalemini şimdinin loş hokkasına daldırarak yazabilen kişidir.”
Şairin kendisiyle içsel diyalogunun başlangıç sorusu da, sorunu da bu. Hangi şair, hangi düşünür bu ve benzer soruları sormadı, “Kafayı mı üşüttüm ne!” demedi. Nietzsche, “delirdim mi” kuşkusundayken şairlere, örneğin Hans Sachs’ın şu dizelerine sığınıyordu:
Ozanın aşamasıdır yapıtı gönüldeşim
Görmüş sezmiş onun düşlerini bile
İnanın bana, insanın en gerçek deliliği
Düşte gösterir kendini
Her şiir, her ozanca işleyiş
Bir gerçek düş yorumundan başkası değil [8]
Çağı, Enver Topaloğlu’nu nasıl bir zora çağırıyor; mahkûm kaldığı diskronik duyguyla nereye nasıl bakacaktır? Ondaki “emekçi bilinç”in olumsuzlayıcı gücü nasıl çalışacak? Topaloğlu, yaşadığı çağın trajik göstergelilerinden bazılarını Ege kıyılarından şöyle betimliyor:
sandal iskeletinin yanında
yan yatmış bir başka sandal
bavul artığının yanında
dağılmış bir başka valiz
postal eskisinin yanında
tabanı delik bir başka bot
(…)
oradaki savaşın
buradaki kumsala bıraktığı mesaj
Son iki dize yazılmasa olmaz mıydı? Yaşadığı günler şairin ruhuna, bilincine kaç bin okkalık bir yükle bastırmış olmalı ki, denizin şarkı söyleyen dalgalarını, meltemin okşayan nefesini değil, savaştan can havliyle kaçarken yolda yitenlerden kalan eşyalarındaki “mesajı” okumayı, duyurmayı görev ediniyor. Şairin kaçınmadığı bu görme biçimi bu, negatifin gözü bunları görür. Çiçeği görür tabii, ama “kötülük çiçekleri”ni görmezden gelemez. Ahlaki sorumluluğu vardır bu bakışın. Bu bakışı yeğleyen gözün algı çeperleri her varlığı kuşatır. Şair havalimanında çantasını beklerken şöyle mırıldanacaktır:
bir sırt çantası
bir sırt çantası değil yalnızca
omzuna astığında
tarih kültür coğrafya
yas tasa ne varsa
yüklenmiş oluyorsun sırtına
yoldaki adın yolcudur
başka sıfatlara tanımlara kulak asma (…)

Edip Cansever’in “Masa”sını da hatırlatan bir çanta bu. Masa, çanta, yolcu, sandal, ayakkabı, daktilo, bilgisayar veya tek tek bütün varlıklar, özellikle seçilmiş nesne, tek başına olduğu şey değildir. Şair, “durduğu yerde durmaz hiçbir şey” diyerek düşleyecektir nesneleri. Kendisiyle seçtiği nesne arasında; gördüğü, dokunduğu, hissettiği varlıklar arasındaki diyalojik bağı düşünürken kendi sorumluluğuyla yüzleşecektir. Negatif bakışın duygusu ister istemez melankoli yüklüdür. “hiçlik yolumu kesiyor/ umutsuzluktan dayak yiyorum / hangi şiiri okusam içimde bir boşluk büyüyor”. Bu serzenişe rağmen, “şiir olmasa hayat çirkindir” diyen şair için “yolda olmanın, yolcu olmanın” anlamını sorgulayarak yürüyor Topaloğlu. “Gittiğin yol önemli. O yol bütün bir macerayı anlatıyor” diyordu Orhan Alkaya.[9]
Topaloğlu’nu kimi zaman “hiçlik” duygusuyla kuşatan şey, kendisiyle bulunduğu zaman arasındaki bağın özelliksiz oluşu. Böyle düşünüyor. Özellik; bir adı olma, bir niteliği, bir özgünlüğü olma durumu. Şair, “bugünün bir adı olmalı” diyor ısrarla:
“her şeyin mi ekseni kayar anlatabiliyorsan anlat
bugünün bir adı olmalı
lanetli korolarda şarkı söylüyor kutsallar ve
dil dilin soykırımcısı
yüzleşerek aşamadığın acıları
öperek sağaltacak ağzı yok zamanın
Çağın özelliksiz oluşunun öperek sağaltacak ağzı yok olmasının bir anlamı da şu: Özneyi durmadan uyaran ama doyurulması imkansız bir istekle baş başa bırakan, baş döndüren hızların tutsağı bir zaman bu. Hem öznenin ihtiyacından hem de nesnenin verebileceğinden fazlasına yönelten, ama hiçbir doyum rahatı vermeyen, “hakikatin masalı /gerçeğin yalanı kanırttığı” bir çağ. Kitabın bütününde de yaşadığı çağı böyle görüyor Topaloğlu; ruhu aç bırakan, emziği yalancı çağ. Negatiften güç alan benzer duyuşlarla dünyayı duyumsarken şiirinin havasını buradan besliyor. Her konumda kendini bir sınava iterek:
herkesin taş attığı kuyuyu madem hâlâ
şiirle doldurup yeryüzüne taşırmak amacın
sordun mu ne diyor hayat.
Lirik şiir bireyin duygu titreşimleriyle ses verirken, dışarısını da ötekini de kendi iç aynasında görür, duyar, düşünür. Ama bu öznel ısrar sürdürülse de nesnel bilginin uzak sınır tutkusuyla çalışmak gibi değildir bu süreç. Şöyle deyip bırakabilir: “gözyaşları sorulmasına izin verilmemiş sorulardır / bakın çocukların gözlerine.”

Yaşanan dramı (trajediyi?) nesnelliğin çelik soğuğu diliyle yazmak da var. Ama olan biteni duyan bir yürek çarpıyor burada. Bu çarpıntının dili hiçbir disiplinin diline benzemiyor. Şair dışsal olan içinde ancak içsel olanla bağlantısını hissederken konuşuyor. Örneğin yaşadığı mekân, takıldığı nesne en fazla adıyla oradadır; onun orada oluşundan duyulanlar, içte yarattığı hissedişler öne çıkar ve dile gelir. “konum atıyorum/ burası/ bütün haritalarda var/ hakikatin masalı/ gerçeğin yalanı kanırttığı/ siyahın siyah/ beyazın beyaz olduğu yer.” Burası soyut bir konum değil aslında, dünya bütünü; çağının bir soyutlaması. Bu konumda duyumsanan çağda, yürek titreten keder içerisinde, ıstıraptan alınan bir zevk de ortaya çıkabilir. Ya da sadece bu ıstırapları yazabiliyor olmanın buruk zevki: “şenliklerin sırtında bıçak/ sevinçlerin göğsünde hançer/ mutluluğun alnında kurşun.”
Peki, kitabın adındaki “blues” neden? Siyah halkın müzisyeni de mi benzer bir negatif “çağdaşlık” duyuşundaydı, blues’lar söylerken? Afrika kökenli Amerika halkı için müzikten öte bir anlamı da vardı denir blues için. Genel nota formlarının içinde ama formların ötesinde bir arayışla bağlantılıdır denir. “Minör pentatonik gamın iki notasını es geçince” ne oluyor? Majör gamdan nasıl bir çalımla kopuşuyor bu sesler? Afrikalı köklerinden kalan sesler mi aranıyordu o boşlukta, o uçurumlu kesikte? Belki, ama şunu hissederiz blues dinlerken: Bu sesler yürekten geliyor; acıyı seslendiriyor, hüzne dil oluyor, bazen keder kadar koyu yankılanıyor. Tıpkı lirik şiirin işlemi gibi. Enver Topaloğlu blues’u belki böyle anlıyor olmalı ki sözcükleri budarken, azıyla yetinirken, boşluklar bırakırken, bunların uzak-yakın çağrışımında birbirine verdiği yankıdan devinen sese yaslanmayı mı deniyor? Çağına bakarken düş gücünün his gücü mü demeli buna; “saf şiir” mi, ya da “düşünceli şiir” mi demeli, Schiller gibi? Bunlar birbirinden hiç de ayrı değil burada. İçin ve dışın birbiriyle karşıtlaşacak kadar göz göze gelmesi, konuşması, tartışması, bazen de huzursuzca çekişmesi. Tanış bir durum.

Enver Topaloğlu bu yoldan gelen öncekilerin bıraktığı işaretlere dikkatli, özenli ve sadık. Örneğin yukarıda andığım şairlerin ama özellikle Ahmet Oktay’ın yol arkadaşı. Son şiirlerinden birinde “Ey güneşten körleşmeyen yolcular!” diye sesleniyordu Oktay: “Tıklatabilsem/ yollarda paslanan şu daktiloyu/ alevsi sözcükler fışkıracak/ bildiğim, bilmediğim dillerin harflerinden.” Orhan Koçak’ın Ahmet Oktay şirini tanımlarken kurduğu şu kısa cümlenin içeriği Topaloğlu’nun şiirinin de gayreti: “Olumsuza yüklenen ahlaki, estetik değer.”
NOTLAR
[1] Enver Topaloğlu, yaşadığım çağa blues, Pikaresk Yayınları, İzmir, 2024.
[2] Memet Fuat, Çağını Görebilmek, Adam Yayınları, İstanbul, 1982, s. 102-103.
[3] Erdoğan Alkan çevirisi.
[4] Giorgio Agamben, "Çağdaş Nedir?" skopbülten, çev. Elçin Gen, 19/8/2012.
[5] Friedrich Nietzsche, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu, çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, Say Yayınları, İstanbul, 2020.
[6] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ- Bülent Peker, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 17.
[7] Jorge Luis Borges, Alef, çev. Fatma Akerson, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 135-136.
[8] Friedrich Nietzsche, a.g.e., s. 18.
[9] Deniz Durukan, Orhan Alkaya ile söyleşi: "Parçanın Kendisi Bir Bütün", Artı Gerçek