Yıldızlar bize mesaj yollamış
“Louise Erdrich’in 2021 Pulitzer ödüllü romanı Gece Bekçisi, Kaplumbağa Dağı Chippewa Grubu mensubu Amerika yerlilerinin mücadele, dayanışma ve sihir dolu hayatlarını, bir kez daha yıkımlarına yol açacak bir sözleşme feshinin gölgesinde hikâyeleştiriyor.”

Louise Erdrich ve Gece Bekçisi'ne ilham kaynağı olan büyükbabası Patrick Gourneau.
Kızılderililer, komşularının çoğu için, büyük acılar çekmiş, yıkık dökük kulübelere sinmiş ya da apaçık ve rezilce sarhoş bir halde sokaklarda sürten insanlardı. İyi olanlar hariç. Birilerinin illaki tanıdığı bir ‘iyi Kızılderili’ vardı. (s. 63)
Amerikalı yazar, şair ve Kaplumbağa Dağı Chippewa Grubu’nun üyesi Louise Erdrich’in 2021 Pulitzer ödüllü kitabı Gece Bekçisi’nin anlatıcısı böyle diyor, bir boks maçı sırasında izleyicilerin düşüncelerini seslendirirken.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, 1974-83 arası televizyon dizisi olarak yayınlanan, yaşı tutan Türkiyelilerin de TRT’den Küçük Ev adıyla hatırlayacağı dizinin kaynağı Küçük Ev kitaplarının üçüncüsü Çayırdaki Küçük Ev’in (Little House on the Prairie) karakterlerinden Bay Scott’ın, bu “iyi Kızılderili” hakkında bir fikri var:
Bay Edwards o kamplarda çok fazla Kızılderili olduğunu söyledi; bu hoşuna gitmiyordu. Bay Scott bu kadar çok vahşinin şeytanlık peşinde değilse hangi amaçla toplandığına anlam veremediğini söyledi.
“Tek iyi Kızılderili, ölmüş Kızılderilidir” dedi bay Scott. (s. 223)
1867 Wisconsin doğumlu Amerikalı yazar Laura Ingalls Wilder, kendi hayatından esinlenerek yazdığı dokuz kitaplık Küçük Ev serisinde üç çocuklu bir ailenin Amerika’nın orta batısında, eyaletten eyalete taşınıp her seferinde yeni baştan hayat kurmalarını hikâye ediyor. Birleşik Devletler’de 1935’te basılan Çayırdaki Küçük Ev, ailenin 1869 yılında, Kansas eyaletinin o sıralar “beyazların” yerleşimine açılan Osage Diminished Reserve’e (Indian Territory, “Yerlilerin Bölgesi” olarak da geçiyor) taşınmasını konu ediyor. Baba daha hümanist, diyelim, anneninse önyargıları keskin, korkusu büyük.
Yüzleri cüretkâr, hiddetli ve korkunçtu. Siyah gözleri parlıyordu. Bu vahşi adamların alınlarının ötesinde ve kulaklarının arkasında, normalde saç olması gereken yerlerde hiç saç yoktu. Fakat başlarının tepesinde dimdik, bir tutam saç duruyordu. İple sarılmış, içine tüyler sokuşturulmuştu. (s. 110)
Gece Bekçisi’ni okurken Çayırdaki Küçük Ev geldi aklıma, kitabı tekrar elime aldım. Enteresan bir okuma deneyimi oldu; belirleyici teması aynı olan hikâyeyi bir de karşı kıyıdan okuyormuşum gibi.
Gece Bekçisi’nin gece bekçisi, Erdrich’in kendi büyükbabası Patrick Gourneau’dan esinlenerek yarattığı başkahramanlardan, Thomas Wazhashk. Alman, Norveçli, İrlandalı, İngiliz karışımı, “sarı saçlı, sarı kirpikli” matematik öğretmeni Barnes ile sohbetleri sırasında Barnes ona, kendisi de bu kadar “karışık iken” Kızılderililerin durumunun neden farklı olduğunu soruyor. Thomas’ın cevabı küçük bir çocuğun bile anlayabileceği kadar basit:
“Biz buralıyız” dedi Thomas. Bir süre düşündü, çayını yudumladı. “Bunu bir düşün. Biz Kızılderililer toplanıp oraya gitseydik, çoğunuzu öldürüp toprağınıza el koysaydık ne derdin buna? Diyelim ki İngiltere’de kocaman bir çiftliğin var. Gidip tam ortasına kamp kuruyoruz ve seni kovuyoruz. Ne derdin?”
Bu senaryo Barnes’ı afallatmıştı. Kaşlarını öyle hızlı kaldırdı ki saçları çırpındı.
“Buraya önce biz geldik, derdim!”
“Peki” dedi Thomas. “Biz de, umurumuzda bile değil, desek. Bütün o meşakkate katlandığın için, şu bir avuç toprağı elinde tutmana izin vereceğiz, desek. Orada yaşayabilirsin, ama bizim dilimizi konuşmak, aynen bizim gibi davranmak zorundasın, desek. Çünkü biz eski, köklü Kızılderilileriz desek. Sen de eski, köklü bir Kızılderiliye dönüşmek ve Chippewaca konuşmak zorundasın, desek.” (s. 217-18)
Laura Ingalls Wilder’ın romanındaki baba da kızı Laura’nın “Burada ne işimiz var?” minvalindeki sorusuna şu cevabı vererek, resmî tarihin yıllarca yok saydığı gerçekleri bir çırpıda deyiveriyor:
“Hükümet bu Kızılderilileri batıya mı gönderecek?”
“Evet” dedi Baba. “Bölgeye beyaz yerleşimciler gelince Kızılderililer ilerlemek zorunda. Hükümet bu Kızılderilileri bugün yarın daha batıya kaydıracak. Bu sebeple buradayız Laura. Tüm bu topraklara beyaz insanlar yerleşecek, biz de toprağın en iyisini alacağız, çünkü önce biz geldik ve seçme hakkımız var. Şimdi anladın mı?”
“Evet baba” dedi Laura. “Ama baba, burası Kızılderili Bölgesi sanıyordum. Kızılderililerin buradan gitmek zorunda olması onları kızdırmaya –”
“Başka soru yok Laura” dedi baba sertçe. “Şimdi uyu.” (s. 185)

Gece Bekçisi
çev. Püren Özgören
Kafka Kitap
Mart 2023
456 s.
Bu arada geç olmadan not düşeyim: Türkçe çeviride “Kızılderili” ifadesi kullanılmış, alıntıları malum olduğu gibi aktardım fakat çevirmenin, “redskin” kelimesinin bire bir Türkçe karşılığı olup küçültücü bulunarak kullanılmaktan imtina edilen bu ifadeyi neden seçtiğini merak ediyorum. Erdrich orijinal metinde kendi halkına bu şekilde sesleniyorsa ayrı mesele.
16 romanı, şiir ve çocuk kitapları olan, The Round House ile aldığı 2012 Ulusal Kitap Ödülü dahil bol ödüllü yazarın Gece Bekçisi romanının çıkış noktası, Birleşik Devletler Kongresi’nin 1 Ağustos 1953 tarihli, 108 sayılı Müşterek Meclis Önergesi. Amerikan Yerli halkıyla yapılan, iki ulus arasında “otlar yetiştiği, ırmaklar aktığı” sürece geçerli olan bütün antlaşmaların feshine yönelik bir yasa teklifi olan bu bildiri, ilk etapta Kaplumbağa Dağı Chippewa Grubu’nun da aralarında bulunduğu beş kabilenin, sonunda da ülkedeki bütün kabilelerin derhal sonunun getirilmesi anlamına gelmektedir aslında. Yazarın büyükbabası Patrick Gourneau bir yandan gece bekçiliği yaparken bir yandan kabile başkanı olarak bu sonlandırma önergesine karşı savaşmış. Kitap, Kuzey Dakota’da, Turtle Mountain Rezervasyonu’nda (ya da yerleştirme bölgesinde, yerleşkesinde) yaşayan kabile üyelerinin pek çok alanda mücadele gerektiren, yoksul fakat birbirine sıkı sıkıya sarılıp bir şekilde ayakta durdukları büyülü yaşamlarından bir kesit sunuyor.
Asimilasyonun coğrafyası, mücrimi, mağduru farklı fakat dili ve yöntemleri benzer.
Joyce Asiginak, “Buna ‘yer değiştirme’ diyorlar. ‘Ortadan kaldırma’nın kibarcası” dedi. “Kaç kez ortadan kaldırıldık? Sayısını unuttum.” (s. 127)
Bu satırlar tarihin akıl almaz bir başka sistematik soykırımını, Yahudi soykırımını getiriyor hatırlara. Nazilerin kendi kafasındaki sapkın ideallerden başka bir sorun varmış gibi, titizlikle organize ettikleri katliama uydurdukları kılıfa “Yahudi sorunu” demeleri benzeri “beyaz adam” da yerlilerin sonunu getirmeyi saplantılı bir biçimde kafaya takmıştı, bildiğimiz üzere:
Thomas’ın deneyimlerine göre, sürekli Kızılderili “dramı” ya da “sorunu” diye söz edilen şeyi görev edinen ve kökünden çözmeye soyunan kişinin, bunun için mutlaka kişisel bir nedeni oluyordu. Arthur V. Watkins’in nedeni neydi acaba? (s. 281)

Asimilasyon makinesi çalışırken çarka pratik nedenlerden dolayı “ortaklar” dahil edilir; hedef nüfusu bilen, gerektiğinde onları mobilize edebilecek, sözü dinlenebilecek kişilerden oluşan komiteler, şuralar, danışma kurulları… Nazilerin, “Yahudilerden temizlemek istedikleri” şehirlerde kendileriyle işbirliği yapmaya zorladıkları Judenrat’lar (Jewish Council, Yahudi Şurası) oluşturması gibi, Amerikalılar da sofistike tamlamalar ardına saklanmış yapılar oluşturmuş, Erdrich’in kitabın sonsözünde belirttiği üzere:
Jim Crow’un hüküm sürdüğü, Amerikan Yerlilerinin de dibe vurduğu yıllardı; geleneksel dinî inançlarımız yasadışı ilan edildi, topraklarımıza kaynak çıkarma şirketleri tarafından sürekli ve kanunsuzca el konuldu (şu an bile devam ettiği gibi), dilimiz devlet yatılı okulları eliyle zayıflatıldı. Dahası, liderlerimiz asimilasyoncu devlet görevlilerine hesap vermekle yükümlüydü: Örnek olarak, büyükbabamın “danışma kurulu”ndaki tanımına bakmanız yeterli. Onun ve kabile üyesi yoldaşlarının neredeyse hiçbir yetkisi yoktu. Varoluş amaçları Kızılderili İşleri Bürosu’nu bilgilendirmekti; yine de halklarını temsil etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadılar. (s. 447)
Fakat bu, zulümlerin en korkunçlarına uğramış halkların bile “vaat edilmiş topraklar” uğruna başka halklara çektirmesini de engellemiyor, insan balık hafızalı ve egoist… İsrail hükümetinin işgal altındaki topraklarda Filistinlilere ettiği zulmü rasyonalize ediş şeklinin, sonlandırma yasasının arkasındaki isim, senatör Arthur Watkins’in inancıyla benzeşmesi tesadüf olmasa gerek:
Şimdi Thomas uyanık kalmayı başarıp da Mormon Kitabı’nı okudukça, bu adamın özgün antlaşma yasasını neden hor gördüğünü daha iyi anlıyordu. Watkins’in dininde, ilahi güç tarafından Mormon halkına istediği bütün topraklar bahşedilmişti. (…) Birleşik Devletler’deki en üst düzey devlet kurumlarıyla imzaladıkları bütün o yasal antlaşmalar da Watkins için yok hükmündeydi. Meşruiyet, kişiye özel vahiylerden sonra gelirdi. Her şey özel vahiyden sonra gelirdi. Ve Joseph Smith’e inen özel vahiy de Mormon Kitabı’nda etraflıca anlatıldığı üzere, yeryüzündeki en yüce halkın onun halkı olduğunu söylüyordu, dolayısıyla toprağa da onun halkı sahip olmalıydı. (s. 383-84)

Erdrich’in sonsözünde belirttiği üzere sonlandırma felaketini 113 kabile yaşamış, 1,4 milyon dönüm kabile toprağı kaybedilmiş. Pek çok yerli, hayatını erken yaşta, yoksulluktan kaybederken servet özel şirketlere akmış. Sonunda, kabilelerden oluşan 78 ulus federal tanınırlığını yeniden kazanmış; 10’u eyalet olma hakkını elde edip federal tanınırlığını geri alamamış; 31 kabile topraksız kalmış; 24 tanesi “bitmiş”, tamamen soyu tükenmiş kabul edilmiş. Richard Nixon, 1970 yılında Kongre’ye seslenip bu politikaya son verilmesi çağrısında bulunmuş. Beş yıl sonra Kızılderili halkları için yeni bir kendi kaderini tayin etme devri başlamış. Yıllar sonra, 2009’da senatodan bir yasa tasarısı geçirilmiş olsa da, hükümet henüz Amerika yerlilerinden “hakkıyla” özür dilemiş değil.
Kitabın tarihsel ve toplumsal önemi, sürükleyici kurgusuyla, günlük hayat dertlerini ruhsal bir zenginlikle harmanlamış olmasıyla sağladığı okuma zevkini daha önemsiz kılmıyor. Hikâye iki koldan akıyor; Thomas’ın önderliğinde bildirgeye karşı verilen mücadele ile Patrice’in şehre göçtükten sonra kaybolmuş ablası Vera’yı bulma çabaları. Topluluğun kendine özgün mizah anlayışı okura umulmadık anlarda tatlı bir ferahlama sunuyor. “Gerçeklikleri” sorgulanmayan ev sakini “hayaletler”, içince hem bir sürü derde deva olup hem de ağaçların bilgeliğini paylaşabildiğin özsuları, bütünleşik bir evren algısı, çıplak gözle görünenin ötesinde geçirgenlik derken materyalist batının ekonomik çıkarların yanı sıra Amerikan yerlilerinden varlıklarının derinlerinde bir yerde neden korktuğunu da bir parça daha anlıyoruz: iki artı ikinin dört yapmadığı bir denklem tehlikelidir.
Beyazlar onun gibi Kızılderililere bakar ve keçi gibi inatçı derdi. Oysa Zhaanat’ın zekâsı korkutucu boyutlardaydı. Bazen bilmemesi gereken şeyleri bilirdi. Ortadan kaybolan bir adamın, buzun içine düştüğü yer. Üşütük bir kadının dizanteriden ölen çocuğunu nereye gömdüğü. Bir hayvanın kendini neden o avcıya değil de bu avcıya teslim ettiği. Hastalığın neden genç bir adama musallat olup da yaşlı, aciz dedesini atladığı. Acayip bir taşın bir sabah, durup dururken kapının önünde neden belirdiği.
“Yıldızlar bize bir mesaj yollamış” demişti Zhaanat. (s. 195)

Kaplumbağa Dağı, Kuzey Dakota, ABD.
Yıldızlardan gelen mesajları, bu gezegenin aslında kimsenin olmadığını sıklıkla unutuyoruz. Bir millet için bir kıtanın “keşfi”, bir diğeri için sürgün ya da yok oluş anlamına gelebiliyor. Birinin bağımsızlık savaşı diğerinin Büyük Felaket’i olabiliyor. İsveçleştirilmek için yatılı okullara yollanan Sami çocuklar; Avustralyalılaştırılmak için hapishane benzeri eğitim birimlerine kapatılan Avustralya yerlileri; “Türkleşme faaliyetleri” doğrultusunda Dersim, Bingöl, Elazığ köylerinden “toplanıp” yatılı Elazığ Kız Enstitüsü’nde “okutulan” Kürt çocukları… Hepimizin zamanın herhangi bir kesitinde görünüşü, görüşü, inancı, hayatı algılama ve deneyimleme şekli farklı diye acımasızca ötekileştirilmeye müsait, hepi topu etten kemikten, akılsız dünya sakinleri olduğumuzu unutuyoruz. Cesaretin şefkatle el ele yürüyebileceğini unutuyoruz.
Son olarak, bir devlet belgesindeki kupkuru sözcük bolluğunun ruhu paramparça edebileceğinden ve yaşamları yıkabileceğinden en küçük bir kuşku duyuyorsanız bırakın, bu kitap o kuşkuyu ortadan kaldırsın. Öte yandan, o kuru sözcükleri değiştirecek gücümüzün olmadığından eminseniz bırakın, bu kitap size o cesareti versin. (s. 453)
Önceki Yazı

Şampiyonlar ligi:
“Türk finali”nin Türkleri
“Gündoğan Balıkesirli, Çalhanoğlu ise Bayburtlu bir ailenin Almanya doğumlu çocukları. Gündoğan Schalke 04 ve Bochum altyapılarında, Çalhanoğlu Waldhof Mannheim ve Karlsruhe altyapısında yetişti. 'Almancı' denilen kavimdenler, yani. Gündoğan Almanya’nın, Çalhanoğlu Türkiye’nin ulusal takımlarına oynuyor. Biri bir yıldır Türkiye’nin, diğeri üç aydır Almanya’nın kaptanı...”
Sonraki Yazı

Nurhan Damcıoğlu’na dair notlar, düşünceler
“Kariyerinin başında ustalaşacağı alana dair okuyan, araştıran, kendisinden önce kantoya emek vermiş insanları arayıp bulan, onların repertuvar ve deneyimlerinden faydalanan, onların belki de on yıllar sonra ekrana çıkmasına, birer ikişer kayıtlarının bugüne kalmasına önayak olan Nurhan Damcıoğlu’nu saygıyla anıyorum.”