Manuel Muñoz’un öyküleri:
Merkez Vadi’den yersiz yurtsuzluk halleri
“Muñoz, öykülerinde can alıcı toplumsal meselelerden söz etmekle birlikte tekil insanların hikâyelerini farklı boyutlarını bir arada ele alarak anlatıyor; net doğruları ifade etme, sorunları saptama yanlısı değil, öyküyü bunlara koşmuyor; aksine, olayların birbirini takip edişi, her şeyin ifade edilmediği, ama sezgilerle duyguların kışkırtıldığı anlar, sahneler ve atmosfer anlatılanlar kadar önemli onun öykülerinde.”

Manuel Muñoz (kolaj)
Fresno. ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki bu şehri William Saroyan’ın okurları iyi bilirler. Onun memleketidir ve birçok öyküsü orada geçer. 19. yüzyılın sonlarında Hamidiye Alayları’nın katliamlarından kaçan Ermeni ailelerinden biri de Saroyan’ın ailesidir. Wikipedia’da, 1915’ten sonra soykırımdan kaçan çok sayıda Ermeni’nin de yerleşmesiyle Fresno’nun 1920’lerdeki nüfusunun % 9’unu Ermenilerin oluşturduğu ve büyük oranda tarım alanında çalıştıkları belirtiliyor. Saroyan bazı öykülerinde yaşadığı yöreyi San Joaquin Vadisi olarak da anmıştır. Ödlekler Cesurdur’daki iki öyküden iki cümle:
“Yirmi yıl önce San Joaquin Vadisi’nde yaşayan Ermeniler için hatiplik en büyük, en asil, en önemli, belki de varolan tek meziyetti.” (“Hatip Kuzenim Dikran”)
“1945 yılıydı. Yeniden San Joaquin Vadisi’nin havasını solumak, hayatımın büyük bölümünü birlikte geçirdiğim, benim gibi savaştan eve daha yeni dönmüş dostlarla sohbet etmek çok güzeldi.” (“Yabancı”)[1]
Geçtiğimiz aylarda yayımlanan Manuel Muñoz’un Neticeler’indeki[2] öykülerin büyük bölümünde de Fresno’yla karşılaşıyoruz. Onun öyküleri de Kaliforniya’daki tarım arazilerinin büyük kısmının yer aldığı Merkez Vadi’deki meyve bahçelerinde çalışan göçmenlerin ya da onların çevrelerindeki insanların hikâyelerinden oluşuyor; ancak bu öykülerdeki adamlarla kadınlar büyük oranda yasa dışı göçmenler ve tamamı Meksikalı. Manuel Muñoz, Neticeler’deki öykülerinden “vadi öykülerim” diye söz ediyor kitabın teşekkür sayfalarında. Saroyan’ın andığı San Joaquin Vadisi, Merkez Vadi’yi oluşturan iki vadiden biri; öbürü Sacramento Vadisi. Aynı şehirde, aynı coğrafyada geçmek dışında ortak yanları çok değil Saroyan’la Muñoz’un. Bunun iki yazarın dünyaya, edebiyata ve öyküye bakışlarının farklı olmasıyla ve aradan geçen seksen-yüz yılla ilgisi var elbette, ama bir nedeni de aradan geçen zaman zarfında göçmen işçi bahsine ABD’deki (ve dünyadaki) bakışın değişmiş olması. 20. yüzyılın başında göçmenler çok daha hoş karşılanırken 21. yüzyılda tarım işçisi olarak çalışmak üzere Meksika sınırından geçmek kriminal bir eylem olarak ele alınıyor; dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, bunun ucuz emek olduğu, orada bulunuşlarının yasal zemini olmadığı için çok rahat sömürüldükleri göz ardı edilerek üstelik.
Valeria Luiselli’nin Meksikalı kaçak göçmenlerle ilgili deneme kitabını Bana Sonunu Söyle’yi[3] hatırlayabiliriz burada. Keza Luiselli’nin Kayıp Çocuk Arşivi[4] romanını da.[5] Luiselli daha çok sınırın geçilmesi (ve geçilememesi) sırasında yaşananlara odaklanır bu iki yapıtında. Muñoz’un göçmen öykü kişileriniyse daha çok Merkez Vadi’deki bahçelerde çalışırlarken tanıyoruz, sınırı nasıl geçtiklerine pek az değiniliyor. Beri yandan şunu da eklemek lazım, Meksikalı göçmen işçilerin Kaliforniya’ya gelişleri yeni bir olgu değil. 1910’lardan, ‘20’lerden bu yana Kaliforniya nüfusunun en büyük topluluğunu Meksikalı Amerikalılar oluşturuyor. Nitekim Saroyan’ın harika öykülerinden “Nar Bahçeleri”nde[6] de Meksikalı tarım işçileri vardır, tarla tapan işlerinde Aram’la amcasının yanında çok daha deneyimlidirler.
Muñoz’un kitabında göçmen işçilerin hikâyelerinin ağırlıklı olması, bu öykülerin benzer kişiler ve meseleler çevresinde kaleme alınmış olduğu yanılgısına düşürmemeli bizi. Öncelikle “göçmen işçiler” tek tip değiller. Aralarında vatandaşlık alanlar ve almayanlar var; benzer biçimde Meksika’da doğmuşlar olanların yanı sıra ABD doğumlular da var. İngilizce bilenler var, sadece İspanyolca konuşabilenler var… Erkekler ve kadınlar keza bir başka ayrım; yaşadıkları sıkıntılar aynı değil; eşcinsel olanlarla olmayanların da, hatta eşcinsel öykü kişilerinden Fresnolu olanla Teksaslı olanın hikâyeleri de farklı. Babalarla oğulları da katabiliriz, Muñoz’un bizi hikâyelerine konuk ettikleri arasında az sayıda beyaz ABD vatandaşı da var. Bununla birlikte bunca çeşitliliğin yer aldığı öykülerde sıklıkla benzerliklerin de altı çiziliyor. Bir öykü kişisi, bir otobüs dolusu kadından “biz” diye söz ediyor mesela.
Bizimle aynı otobüse binmiş diğer yolcuları takip ediyoruz, bizler caddeye doluşan kuş sürüsüyüz. (s. 41)

Neticeler
çev. Fatih Yiğitler
Livera Yayınevi
Ağustos 2023
208 s.
Bu cümledeki ilk “biz” anlatıcıyla otobüste yanında oturan genç kadını ifade ederken, cümlenin devamındaki ikinci “biz” bütün yolcuları kapsayıverir. Benzerlik/ayrılık bahsi bu öyküde ayrıca önem taşıyor: Anlatıcı, yanına oturan ürkek kadının dünyasını, dertlerini, nereye niçin gittiğini görür görmez kestirebilir – salt aralarındaki ortaklıklardan ötürü ya da öbür kadında bir zamanlarki kendisini gördüğü için değil, benzer kaderi paylaşan birçok kadını yıllar içinde tanımış, görmüş olduğu için. Bununla birlikte ürkek yol arkadaşıyla aralarındaki farklılıkları da sezdirir (hem ona hem öyküyü okumakta olanlara); en önce İngilizce biliyordur anlatıcı, ABD doğumludur, sınırı geçmemiştir, belki vatandaşlığı da vardır ama gelgelelim öykünün anlatı zamanında aynı otobüstedirler işte. Anlatıcı, öbür kadının kılık kıyafetini de tanıdık bulur; kendisinden değil, başka kadınlardan, Amerikan dizileri seyrederek onlara özenenlerin tercih ettikleri şeylerdir üzerine giydikleri – yapacağı yolculuk için hiç uygun olmadığı halde.
Göçmenlere dair öyküler anlatarak Muñoz bu öyküleri yazmadan önce insanların zaten önlerine düşmüş mesele ya da meselelerin daha geniş kitlelerce bilinmesi gibi görev üstlenmiyor, başka bir deyişle Fresno’daki Meksikalı kaçak işçilere sözcülük etmek gibi bir derdi ya da politik bir misyonu yok. Öyküler böyle bir bakışla kaleme alınmış olsaydı benzer sorunlardan mustarip “tipik” göçmenlerin hikâyelerinin bir geçidinden ibaret olurdu Neticeler; oysa benzerliklerle benzemezliklerin birlikte anlatılması bakışımızı daha geniş bir alana çeviriyor. Bunu yapıyor yapmasına ama biz göçmenlikten, göçmen olma hallerinden çok uzaklara çeviriyor değiliz başımızı, gözlerimizi de kaçırmıyoruz, içerisinde göçmenlik de var bu geniş alanın, hem de nasıl var. Göçmen olanla olmayanın da benzer kaderi paylaştığı bir genişlik söz konusu olan. Belki “yersizlik yurtsuzluk” kelimesi karşılık gelebilir buna, ama kelimeyi salt “yer”le ilişkilendirerek almamak kaydıyla.
Bak ne diyeceğim, dedi yaşlı adam, seni hiç kimsenin özlemeyeceği gerçeğiyle oturup kalmak yeryüzünde cehennemi yaşamak gibidir. O adama dair seni harap eden de bu. Korkunç bir şeydir yalnız başına ölmek, hiç kimse senin göçüp gittiğini bilmeden. (s. 81)
“Yer” değiştirenin illaki biz olması gerekmiyor, biz alabildiğine sabit de kalsak, başkalarının çekip gitmesi (salt yersel anlamda değil, duygusal anlamda da, ama çok zaman ikisi bir arada yaşanır) bizi yersiz yurtsuz, bir anlamda göçmen haline getirir. Yaşadığımız yer aynı mıdır, evet, ama orası artık cehennem halini almıştır. Yahut başka cehennemlerden de söz edilebilir. İçine doğduğumuz yerde bizi tutacak, oyalayacak, başkalarına bile değil, daha öncesinde kendimize kavuşabileceğimiz hiçbir şey olmayabilir. Oradaki var oluşumuz kendiliğinden bir yersiz yurtsuzluktur, yersiz yurtsuzluğun içine doğmuşuzdur; çünkü orası bizim için “yer” ya da “yurt” değil, “hiçlik”tir.
“Hiçbir şey yoktur orada” demişti Teddy, sonra ona şekerpancarlarından ve tozdan söz etmişti. Tarla işleri ve gıda pullarından. Kasabadaki tek liseden ve saklanacak yerin olmayışından. Bir tarafta körfez kıyısı, diğer tarafta ovalar. Havada bir gün tuz, öbür gün gübre. Daracık sokaklar ve fazlasıyla kilise. Tek benzin istasyonu ve otuz mil uzaktaki hastane. Bingo salonu ve bir sürü Amerikan bayrağı. Hiçlikle dolu bir kent ve her nasılsa aileden de mahrum. (s. 111)
İnsanın bir yerinin yurdunun olmasının sadece “yer”le, “toprak”la, “arazi”yle ilgili olmadığını söylemeye lüzum yok belki de, ama yinelemekte de sakınca yok, kişinin başkalarından (hatta kendisinden) saklamak zorunda olduğu bir şeyler olması da bir başka yersiz yurtsuzluk halidir; “yer”e tam basamıyordur ayağını, ya da kendi ayağı değildir bastığı, taklittir, sahtedir, yapmacıktır. Ancak bu durumdan kurtulmayı başarmak en sonunda bir yer edinmek, bir yerlere yerleşmek olacaktır. Muñoz’un öykü kişileri bu halin de farklı görünümlerini sunuyorlar. Örneğin yeniyetmeler. Kendilerini saklamak, adeta görünmez olmak istemekle bir türlü bastıramadıkları kendilerini gösterme, görülme arzusunun onları iki yana çektiği sırada, yerleri yurtları ya da üzerinde dimdik durabildikleri bir zemin olduğu söylenebilir mi? Bir de bunlar arasında eşcinsel gençler olduğunu düşünün!
“Bütün ömrüm boyunca kendime yalan söyledim. Anneme ve babama daha az. Fakat bunun sebebi babamın nadiren konuşması, annemin neredeyse hiç dinlememesiydi” cümleleriyle başlayan “Nasıl Bir Aptalım Ben?” öyküsünde anlatıcı genç kadının bize kendi hikâyesini anlatacağını zannederiz başta, oysa kardeşidir öykünün odağındaki kişi, daha doğrusu birbirine dolanmıştır kaderleri, aynı yerde ya da uzakta da olsalar.
Teo’nun [anlatıcının eşcinsel kardeşinin] sabahlarının benimkine kıyasla nasıl uzun geçtiğini düşünürdüm ve öğleden sonraları bütün sıkıcılığıyla bulanıklaştığında onu sabırsızlığa iten şeyin birazını benim de hissettiğimi düşünürdüm. (s. 185)
“Tarla İşleri” öyküsündeyse kişinin kendisini yersiz yurtsuz hissetmenin bir başka biçimiyle karşılaşıyoruz. Anlatıcının babası bakımevindedir, sürekli değil geçici olarak oradadır, büsbütün belleğini yitirmediği anlaşılır, ne ki gelgitli bir durum olduğu da sezilmektedir. Bu sıkıntıların yanında bir sorunu daha vardır yıllarca tarla işlerinde çalışmış bu yaşlı Meksikalı adamın.
İlk birkaç haftanın sonlarına doğru bir hemşire onu gecenin köründe ilaçlarını vermek ve kan almak için uyandırdığında yaşadığı telaşı gözlerimle gördüm. Yönelim kaybı öylesine kuvvetliydi ki, bunun sonucu ancak acı olabilirdi. İradesi dışında bu odada tutulduğunu sezmişçesine yataktan kalkmaya uğraşıyordu ve İngilizce konuşan hemşirede onu yatıştıracak kelime yoktu. Tranquilo, tranquilo, [sakin, sakin] deyip durdum ama sesimi tanımadı bile.” (s. 141 – vurgu metinde var.)
Hemşire bu İspanyolca kelimeyi bilip kullanabilse yaşlı adamı sakinleştirecek, bu arada ondaki yönelim kaybını telafi edecektir; İspanyolca onun üzerinde durduğu zemin olacaktır. Belki de uzun yıllara yayılmış yersiz yurtsuzluğu içerisinde yine de onun “evi” olmayı başarabilen yegâne şey dilidir. Öykünün devamındaki şu cümlelerde benzer bir duygu bu kez başkalarından söz edildiği sırada belirecektir.
Annemle bu kadın [bir başka Meksikalı hastanın refakatçısı] muhabbet ederlerken sessiz kaldım. Birbirlerini dinliyorlardı. Kim olduklarını belli etmeye yetiverecek sorular sormayı biliyorlardı sanki. Birbirlerinin, şeffaf olmakla beraber her şeyi açık etmemelerine olanak sağlayan yanlarını biliyorlardı. Anlattıklarına birini dinlediğini göstermek için kullanılan, bildiğim bu o sözlerle yanıt veriyorlardı: A poco? No me digas. O si? Pa’ qué te digo?” [Az mı? Deme yahu. Sahi mi? Nasıl desem ki?]
“O sözler”in sadece karşılarındakine onu dinlemekte olduğunu gösterdiğini zannetmiyorum, koordinatlarını bildiriyorlar aslında; yeryüzünde aynı zemine bastıklarını ifade ederken kendi yerlerini de tespit ediyorlar bir yandan – “Senin yanındayım, öyle değilse bile çok da uzakta değilim” dediklerini düşünmekten yanayım. Derme çatma bir yer ya da bir yurt inşası yani.

Kaderlerin birliğini ya da benzerliklerini Muñoz, Neticeler’de bir başka şekilde daha duyuruyor. Bazı öykülerin kişilerine öbür öykülerde de rastlıyoruz; mesela bir ilişkinin iki tarafını iki ayrı öyküde anlattığı da oluyor, bir öyküdeki bir görüntünün, bir enstantanenin başka öyküde karşımıza çıktığı da; bir öykünün can alıcı sahnesi başka bir öykünün arka planında çıkıyor karşımıza. Bazen de bir giysi (uzun kot etek mesela ya da bir tişört) farklı öykülerdeki genç kadınların benzerliklerinin bir işareti halini alıyor.
Muñoz, öykülerinde can alıcı toplumsal meselelerden söz etmekle birlikte tekil insanların hikâyelerini farklı boyutlarını bir arada ele alarak anlatıyor; net doğruları ifade etme, sorunları saptama yanlısı değil, öyküyü bunlara koşmuyor; aksine, olayların birbirini takip edişi, her şeyin ifade edilmediği, ama sezgilerle duyguların kışkırtıldığı anlar, sahneler ve atmosfer anlatılanlar kadar önemli onun öykülerinde. Tarlalarda, meyve bahçelerinde çalışan Meksikalı işçilerin “koltukaltlarını sarartan” Vadi’nin sıcak iklimine ve yakıcı güneşine rağmen olayların apaçık sergilendiği ışıklı bir atmosfer söz konusu değil. Sıklıkla nesnelerin ya da kişilerin seçilmesinin zorlaştığı bir bulanıklık, fluluk dikkat çekiyor öykülerde; ne ki bulanıklığı yaratan okyanus kıyısındaki Vadi’yi kavuran sıcağın neden olduğu rutubet değil, yahut toz toprak da değil (yukarıdaki alıntı hatırlanabilir: “Bir tarafta körfez kıyısı, diğer tarafta ovalar. Havada bir gün tuz, öbür gün gübre.”) – öykü kişilerinin zihinlerindeki karmaşalardan kaynaklanıyor. Kiminin telafisiz acısı, bitimsiz kederi, kiminin uykusuzluğu yahut yorgunluğu, bazısının da sarhoşluğu, bulunduğu ortamı ya da seyrettiği manzarayı belirsizleştiriyor ve bulanık kılıyor onun için. Bu bulanıklıklar anlardan anlara, sahnelerden sahnelere geçişi kolaylaştırıyor öykülerde. Mevcut görüntüler bulanıklaştığında başka şeyleri gözlerinin önlerine getirmeleri daha mümkün oluyor belki de. Bunun sonucunda da görüntülerin netliğini yitirdiği bu bulanık atmosfer çok zaman bir aydınlanma ânı etkisi de yaratıyor öykü kişisi için. Kafalarında bir ışık çakmıyor, ama bulanık ve akışkan atmosfer sıçramalara, atlamalara imkân veriyor, yani yeni bağlantılar yakalamaya – yakalar gibi olmaya demek daha doğru, ne de olsa öyküden konuşuyoruz.
NOTLAR:
[1] William Saroyan, Ödlekler Cesurdur, çev. Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayınları, 2016 (3. baskı), 139 s.
[2] Manuel Muñoz, Neticeler, çev. Fatih Yiğitler, Livera Yayınevi, 2023, 204 s.
[3] Valeria Luiselli, Bana Sonunu Söyle, çev. Seda Ersavcı, Siren Yayınları, 2021, 106 s.
[4] Valeria Luiselli, Kayıp Çocuk Arşivi, çev. Seda Ersavcı, Siren Yayınları, 2019, 440 s.
[5] Bana Sonunu Söyle hakkında yazdığım yazıya ve Kayıp Çocuk Arşivi hakkında Nilüfer Kuyaş’ın yazısına bakılabilir.
[6] William Saroyan, Aram Derler Adıma, çev. İrma Dolanoğlu Çimen-Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayınları, 2017, 144 s.
Önceki Yazı

Karasu edebiyatında dilden tene cinsellik
“Cinsellik, Karasu edebiyatında bir duyumsallık bağlamı içinde yaşanır. Duyumsallık özel bir dildir: İlişkinin dilidir; coşkunun, heyecanın, umudun ve tutkunun dilidir. Söze dökül(e)meyen duyguların tene ulaşımını yaşamak (ve anlatmak) için yaratılmış bir dildir.”
Sonraki Yazı

Mahir Ünsal Eriş:
“İnsan kendi sözüne hâkim olmayı sever.”
Öyküleri ve romanlarıyla tanıdığımız yazar-çevirmen Mahir Ünsal Eriş’le son kitabı Babil Kulesi Kitabı üzerinden dilin geçmişini, geleceğini, toplum, siyaset ve kültürle bağını ve başka dillerle olan etkileşimlerini konuştuk.