Mahir Ünsal Eriş:
“İnsan kendi sözüne hâkim olmayı sever.”
Öyküleri ve romanlarıyla tanıdığımız yazar-çevirmen Mahir Ünsal Eriş’le son kitabı Babil Kulesi Kitabı üzerinden dilin geçmişini, geleceğini, toplum, siyaset ve kültürle bağını ve başka dillerle olan etkileşimlerini konuştuk.
Mahir Ünsal Eriş
Babil Kulesi Kitabı bir etimoloji kitabı olduğundan şöyle bir soruyla başlamak istedim. Bundan yıllar önce nasıldı, başka kültür ve ülkelerde de nasıldır bilmiyorum, ancak benim gözlemim şu; bir siyaset bilimi öğrencisi olarak elime aldığım her kitap ve makalede girizgâh bölümünde çoğunlukla kavramların etimolojik kökenlerinin veriliyor. Bir sözcüğün ya da kavramın etimolojisine dair bilgimiz o sözcüğü/kavramı algılayışımızda nasıl bir etki yaratıyor sizce?
Biz dille düşünen canlılarız ve dil anlaşmayı/anlamayı dayatır. Bir şeyle karşılaştığımızda onu adlandırmak isteriz, çünkü adlandırma zihnimizdeki anlam kütüphanesinde bir kayıt açmaya, o bilgiye ihtiyacımız olduğunda kolayca erişme imkânı yaratmaya yarar. Kelimeleri, kavramları tanımak isteyişimiz bizi etimolojiye, o kelime ya da kavramın kökenini çözmeye itebilir. Bilgi, güç ve hâkimiyet demektir, anlamların üzerindeki güç ve hâkimiyetimizi artırmak için de onların kökenlerini, varoluş yolculuklarını tanımak her koşulda iyi hissettirir.
Kitapta kısaca değiniyorsunuz; kimliklerin, toplumsal grupların jargonları var. Bunun da toplumsal grupların birbirine olan mesafesi ya da etkileşimiyle şekillendiğinden bahsediyorsunuz. Fakat sizin de kitap boyunca defaatle söylediğiniz gibi dil canlı bir varlık. Bu gruplar arasında hiç beklemediğimiz etkileşimler ve alışverişler oluyordur muhakkak. Bu etkileşimleri ve alışverişleri göz önünde bulundurursak dilin bir kamusal alan işlevi gördüğünü söylemek mümkün müdür?
Elbette öyledir. Çünkü dil kanun gibi bir şey değildir. Birileri oturup dili yazmaz. O toplumun bir arada bulunmaklığının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar. Toplumun bir arada bulunuşu da ister istemez bir kamusal alan varlığı doğurur. Her şey bu alanda birikir, o alana yansır ve buradan daha küçük birimlere taşınır.
Peki, son yıllardaki sosyal medya dilinin toplumsal hayata, siyasete ve kültüre etkisi için neler söylersiniz? Örneğin, “yeto”, “yıkıklık”, “x’in güzelliği halis mi” gibi kalıplar… Bunların dolaşımda olması, yaygınlığı geçici mi sizce?
Şüphesiz ki öyle. Günümüzde kimse, “Oha falan olmak, nasıl yani falan olmak” gibi şeyleri kullanmıyor. Daha önce de bir yerlerde vermiştim örneğini, 40 yaş üstündeyseniz, “Zzzt… Erenköy…” dersiniz. Eğer 40 altındaysanız, o sizin için, “Zzzt… Tokai”dir. Çünkü dil edebiyatıyla da, gündelik konuşmadaki haliyle de, gençlerin ya da alt kültür gruplarının kullandığı jargonal haliyle de bir zaman dilimine aittir. Elbette her biri kendi zamanını hatırlatan imleçler olarak tarihe gömülecekler ve muhtemelen yerlerine daha sinir bozucu olanları gelecek. Bir kısmı belki dile yerleşecek ama çoğunluğu unutulup gidecek. Endişeye mahal yok.
Dilin canlılığı, kelimelerin dolaşımı üzerine verdiğiniz örnekler hem çok bilgilendirici hem de çok eğlenceli. Görülüyor ki mukavemet ne kadar güçlü olursa olsun, dil bilinçli bir varlık gibi yaşamına hangi sözcükle devam edeceğini, hangi sözcüğü bünyesine alacağını ve onu nasıl yaşatacağını kendi belirliyor. Bu açıdan dil ile politika arasında zaman zaman tuhaf bir ilişki olduğunu biliyoruz. Bunun en güncel örneği de yabancı dildeki tabelalar. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu konuyu güncel politik ortamın içine bakarak değerlendirmek biraz hatalı sonuçlara ulaştırabilir bizi sanırım. Türkiye’deki Arapça, Farsça ya da Rusça tabelalardan rahatsız olanların Çin’e, Tayland’a gidip oralardaki İngilizce tabelaların yetersizliğinden şikâyet etmesi meselesinden daha karmaşık bir şey var burada. Şunu söyleyebilirim. Dili yönetemezsiniz. Dili kontrol altında tutmaya çalışabilir, edebiyatı, sanatı teşvik ederek, dil öğretimi ve denetimi konusunda yetkin kurumlar oluşturarak belki başıboş hareket etmesine engel olduğunuz yanılsamasına kapılabilirsiniz. Ama gerçekte dil tamamen kendi başına hareket eder. Siyasi gelişmelerden, coğrafi ya da konjonktürel durumlardan, kültürel çölleşme ya da çeşitlenme gibi olgulardan doğrudan etkilenir. Bir zamanlar şimendifer demek ne güzeldi, ben hâlâ onu kullanmaya devam ediyorum, diyemezsiniz. Eğer demiryolu ya da tren sözcüğü onun yerini aldıysa muhakkak bir sebepten olmuştur bu. Arkasında sosyo-politik, kültürel, zamana dayanan bir şey olmuştur ve artık şimendifer sözcüğü evvela demode, sonraysa tamamen işlevsiz hale gelmiştir. Demeye çalıştığım şu; bir dilde her ne oluyorsa o toplumda bir şeyler olduğu ve dile yansıdığı için oluyordur. Toplumun yaşadığı her şey, her devir dilde iz bırakır. Ayrıca dile her zaman bizim bildiğimiz haliyle yaşaması gereken, hatta her zaman yaşaması gereken bir varlıkmış gibi davranıyor olmamız da aslında kendimizi çok önemsememizden, kendimizi dilin merkezinde görmemizden olsa gerek. Biz yokken de bu dil vardı ve bambaşkaydı. Doğduğumuzda öğrendiğimiz dilin aynısını torunlarımızla konuşamayız bile. Dedelerimiz bizimle konuşamıyordu. Çünkü dil dinamiktir. Gündelik örneklerle, kısa vadeli siyasi gündemlerle düşünülemeyecek kadar karmaşık ve kestirilemez bir varlıktır bana göre.
Dil canlı diyoruz, bunu anlıyorum ama genellikle bu canlılığı başka bir dille etkileşimde olduğunda, farklı dillerden sözcüklerin dolaşımını açıklarken vurguluyoruz. Aslında dilin canlılığını yeni sözcüklerin türetilmesinden de anlayabiliriz. Fakat Türkçede bu (t)üretim faaliyeti yeterince yapılmıyor gibi… Bunun nedenleri ne olabilir sizce? Bir de, sözcüklere karşılık bulmak konusunda kurumlara fazla bel bağlıyor olabilir miyiz? Bu konuda çevirmenlerin, editörlerin, yazarların üstüne bir sorumluluk düşüyor mu?
Ama öyle olunca da okur, çevirmen beğenmiyor. Özellikle felsefe çeviri metinlerinde, yerel bir felsefe ve sosyal bilim dilinin oluşması için aşırı hassasiyet gösteren kimi çevirmenler okur mahfillerinde alay konusu oluyor. Eytişimsel özdekçilik yerine diyalektik materyalizm demek daha kolay ve işin açığı “normal” geliyor. Türkçenin kendini yenilemek, neolojiler türetmek konusunda da göründüğü kadar hantal olduğunu düşünmüyorum. Bilişim, gönderi, yazılım, veritabanı gibi kelimeler otuz-kırk yaşında bile değiller belki. Üstelik de hep varmışlar gibi doğal bir seyir içinde kullanılıyor. Bazı şeyleri orijinal dillerindeki adlarıyla kullanmanın bir dil adına yenilgi olduğunu düşünmüyorum. Özellikle bilimsel, teknik ve teknolojik terimlerin “yabancı dildeki” özgün halleriyle kullanılmasının evrensel bir bilgiler bütününe kolayca eklenebilmek gibi bir faydası var. Dünya değişiyor, ihtiyaçlar ve öncelikler de bu değişime göre sürekli değişimle yaşıyor. Dilde de bu türden zamanlar, sancılar her zaman olacaktır. Dil her zaman kendi için doğru olan yolu bulur, boşluklara dolmayı bilir.
Kitapta İncil’in çevirilerindeki kuzu-fok farklılığından bahsetmiştiniz. Siz yazarlığınızın yanı sıra çevirmenlikle de meşgulsünüz. O yüzden bu soruyu tam da ehline sorduğumu düşünüyorum; çevirmenin etimolojik hâkimiyeti gerekli midir ya da bu hâkimiyet çeviriyi nasıl etkiler?
Bir çevirmenin kendi diline de çevirisini yaptığı dile de hâkimiyeti elzemdir elbette. Yani kendi diline göre aldığı pozisyon itibarıyla kaynak dili de, erek dili de iyi bilmelidir. Bunun da yolu o dildeki kelime oluşumunun nasıl meydana geldiğini, kavramların nasıl yolculuklardan geçtiğini öğrenmekten geçiyorsa elbette etimoloji çevirmene çok fayda sağlar. Öte yandan, birçok çevirmen tanıyorum ve aralarında etimolojiye ilgisi olmayan yok gibidir. İki dille birden sayfalar, cümleler boyunca lego oynar gibi söküp takarak haşır neşir olan birinin kelimelerin ve anlamların köklerine merak duymaması beklenemez zaten. Çevirmenlerle kelime ve kavramların kökenleri hakkında çok sohbetlerimiz olur. Hatta Eren Cendey’le kökenini yeni öğrendiğimiz, yıllardır kullanıp da birden jetonun düşmesiyle anlayıverdiğimiz kelimeleri, ifadeleri hep birbirimize göndeririz. Eren Cendey çok iyi bir çevirmen olmasının yanında sıkı da bir etimologdur bana kalırsa. Bununla birlikte konuşmada ya da yazıda kullandığımız kelimelerin kökenlerini, onları bugünkü halleriyle önümüze getiren hikâyeleri duymak herkesin hoşuna gider. İnsan kendi sözüne hâkim olmayı sever.
Yine İncil örneği üzerinden gitmek istiyorum. Fok-kuzu çevirisini bir çevirmen arkadaşımla uzunca da konuştuk. Çeviride yerelleştirme için neler söylersiniz? Yerelleştirmenin metnin orijinaline sadık kalmak konusunda çevirmeni cendereye soktuğunu düşünüyor musunuz?
Çeviri bir anlamda bir eseri erek dilde yeniden yazmaktır. Buradaki sorumluluk, kaynak dildeki metnin duygu ve ifade dünyasını koruyarak erek dilin doğrularını gözetmektir. Her durumda çevirmenin inisiyatif alma cüretine sahip olması ve bunun da haddini, hududunu bilmesi gerekiyor. Bu bir cendere midir; belki. Ama maalesef her dil aynı coğrafi, iklimsel koşullarda, dünyanın birbirine benzeyen yüzlerinde gelişmiyor. Farklı dilsel ve düşünsel evrenlerde konuşulup yazılıyor. Bu da kimi zaman dilden dile çeviride aşılamaz bariyerler ortaya koyuyor. İncil’deki kuzu/fok örneğindeki farklılık gibi. O noktada çevirmenin iradesi hayati bir önem kazanıyor. Çok meşhur bir İtalyanca söz vardır. Traduttore traditore, diye. Çevirmen haindir anlamına geliyor. Guy Ritchie’nin Snatch filminde unutulmaz bir repliktir, “Katolik dini bir çeviri hatası üzerine kurulmuştur” der DelToro’nun oynadığı karakter. İşin teolojik yanını bilmem ama hakikaten de İbranicede genç kız, ya da kimi durumlarda halayık anlamına gelen sözcüğün Yunancaya yanlışlıkla “kızoğlankız” diye çevrildiğini biliyoruz. Eğer bu doğruysa İtalyanca söz çok haklı çıkar. İşte sırf bu nedenle çevirmenin iradesi ve dillerine olan hâkimiyeti hakikaten çok hayatidir.
Önceki Yazı
Manuel Muñoz’un öyküleri:
Merkez Vadi’den yersiz yurtsuzluk halleri
“Muñoz, öykülerinde can alıcı toplumsal meselelerden söz etmekle birlikte tekil insanların hikâyelerini farklı boyutlarını bir arada ele alarak anlatıyor; net doğruları ifade etme, sorunları saptama yanlısı değil, öyküyü bunlara koşmuyor; aksine, olayların birbirini takip edişi, her şeyin ifade edilmediği, ama sezgilerle duyguların kışkırtıldığı anlar, sahneler ve atmosfer anlatılanlar kadar önemli onun öykülerinde.”
Sonraki Yazı
Ebru Ceylan ile Kuru Otlar Üstüne'ye dair:
“Bir sanatçının eserleri onun aynı zamanda yurdudur”
“Bizim filmlerimizdeki melankolik karakterler romantiklerin aksine karamsardır. Ruhlarını özgürleştirmek için kıvranır, kâinatta bir anlam, yeryüzünde bir aidiyet ararlar. Hayatın katı gerçekliğini, insanın trajik kaderini inkâr etmek bir yana, onun ağırlığı altında ezilirken, bir yandan bu acıyla ortaya çıkan anlamdan gizli bir haz duyarlar. Nereye giderlerse gitsinler, kendi taşralarını içlerinde taşırlar.”