Havai fişekler ve Sloterdijk
“Peter Sloterdijk, 20. Yüzyılda Ne Oldu?'da fosil yakıtların kullanımının ölçüsüzlüğünü anlamaktan uzak olduğumuzun altını bir kere daha çizerken, dünyayı kurtaracak olanın yeni türde bir ölçülülük ahlakı olacağını söylüyor.”

Hiroşima'ya atılan atom bombasının mantar şeklindeki bulutu ve bir petrol rafinerisi (kolaj)
Kasım ayında yayınlanan Direnişin Melankolisi muhtemelen benim gibi bütün Krasznahorkai hayranları için yılın kitabı olmaya aday olacaktır. Yine bu yıl çıkan Jenny Erpenbeck’in Kairos’unu, Lea Ypi’nin Özgür’ünü, Anna Lowenhaupt Tsing’in Dünyanın Sonundaki Mantar - Kapitalizmin Enkazlarında Yaşam İmkânı Üzerine’sini sıralayabilirim. Ancak burada çıktığı mayıs ayından beri elimden düşüremediğim, Sloterdijk’in 20. Yüzyılda Ne Oldu’sundan söz etmek istiyorum.
Zamana dair sorular
Sloterdijk’ten Türkçeye çevrilen ilk kitap İnsanat Bahçesi İçin Kurallar’dı. Sloterdijk’in bu metni üzerine özellikle Almanya’da epeyce patırtı koptuğunu da, aynı metin üzerine Sloterdijk-Habermas tartışmasını da hatırlayacaksınız. Heidegger’in hümanizm eleştirisini yeni bir bağlama taşıyan Sloterdijk, “biyoteknik müdahale olanaklarının ortaya çıkmasıyla insan türünün gelecekteki süreci için ortaya çıkabilecek bazı sorunlara” işaret ediyordu. Uzun erimde “tür düzleminde apaçık bir vasıf planlaması gibi bir şeyin olanaklı olup olamayacağını ve seçmeli doğumun (ters yüzüyle, doğum öncesi ayıklamayla birlikte) tür çapında üreme konularında yeni bir alışkanlık haline gelip gelemeyeceği”ni[1] sorguluyordu.
Günümüzde Almanya’nın en tartışmalı ve popüler düşünürlerinden birisi olan Sloterdijk genelde kültür felsefesine yoğunlaşıyor ve her güncel tartışmaya genellikle de nahoş açılardan bakarak ufuk açıyor. Sloterdijk devamlı olarak Nietzsche, Derrida ve Heidegger ile söyleşi halinde ama onun eseri Heidegger’in kavramlarının günümüz soruları karşısında yeniden teste tabi tutulması gibi de okunabilir.

20. Yüzyılda Ne Oldu’daki makaleler ve konuşmalar Suhrkamp tarafından 2016’da kitaplaştırılmış. Sloterdijk’in fazlasıyla üretken bir kişilik oluşu nedeniyle okurlarının onun düşünsel yolculuğunu izlemekte güçlük çekmeleri yüzünden yayınlarının tarihini vermek de zorunlu. Öyle ki, kendisiyle yapılan söyleşilerin seçkisinde editör Bernhard Klein 2012 yılına kadar tespit edebildiği 300 civarında söyleşi metninden söz ediyor. Bu yoğunlukta üretimin eleştiri konusu olabileceğini tahmin edersiniz. Sloterdijk bu türden ikazlara karşı “Hiç röportaj vermeyen veya nadiren veren yüksek itibarlı yazarlar vardır. Bunların yanı sıra röportaj tekliflerini dikkatsizce kabul edenler de var. Ben kendimi ikinci türden sayıyorum” diyor ve söyleşinin, diğerleri arasında edebi bir üretim biçimi olduğunu, röportajı denemenin bir alt türü olarak anladığını açıkça belirtiyor.

20. Yüzyılda Ne Oldu?
çev. Mustafa Tüzel
Tellekt
Mayıs 2023
280 s.
20. Yüzyılda Ne Oldu, Sloterdijk’in hemen tüm konu başlıklarını görebilmemizi de sağlıyor. Türkçeye çevrilen Yeniçağın Kötü Çocukları ve Kapitalist Dünyanın İç-Evreninde; Küreselleşmenin Felsefi Bir Kuramı başlıklı kitaplarının gündemleriyle burada da karşılaşıyoruz. Tabii henüz Türkçeye çevrilmeyen Kritik der zynischen Vernunft (Suhrkamp, 1983) ve Sphären üçlemesinin (Suhrkamp, 1998-1999) bazı temaları da mevcut. 20. Yüzyılda Ne Oldu’da Heidegger-politika ilişkisini yorumladığı makale de kendisinin düşünürü nasıl anladığı açısından hayli ilginç.
Bireyselleşmenin dinamiklerini ta en başından alıp yeniçağa kadar getiren Yeniçağın Kötü Çocukları, ataların ve babaların reddi dinamiğinin ortaya çıkarttığı yeni insan tipiyle alakalıysa –herkes babalarının yaptığı gibi yaşasaydı hiçbir şeyin değişmediği doğal bir düzen ilelebet sürerdi– Kapitalist Dünyanın İç-Evreninde: Küreselleşmenin Felsefi Bir Kuramı da 1400’lerin sonlarında başlayan deniz keşiflerinin yarattığı insan tipinin ve dönemin ruh halinin peşinden gidiyordu. Kitap küreselleşme sürecinin yarattığı kopuk insan tiplemelerinin, maceracıların, dünyaya doğru atılan Batılıların hikâyesiydi. Kitabın ikinci yarısında da küreselleşme tamamlandığında bir küresel ağa dönüşen dünyanın yeni sorunlarıyla yüzleşmeye çabalıyor, “öz ve yer” bağlantısının kopuşu fenomeni üzerine düşünüyordu: Özün yersizleşmesi ve yerin özsüzleşmesi. Daha önce de söylediğimiz gibi, onun dünya manzarasına bakışında Heidegger’in kavramlarıyla tabiri caizse “akışkanlaştırılmış” halde yeniden karşılaşıyoruz. Sloterdijk, Kapitalist Dünyanın İç-Evreninde’de küreselleşmeye karşı duruşun ancak yerellik, hatta yöresellik zemininde mümkün olduğunu söylüyordu.
Küreselleşmenin sonuçlarından birisi de sağlam duvarları olan bir toplumdan “ince duvarlı” olarak tanımlanabilecek bir yaşam tarzına yönelmemiz. Başka bir deyişle, zayıf sınırların ve geçirgen dış kabukların sosyal sitemlerin belirleyici özellikleri olan bir çağa giriyoruz. Bu da daha derin bir anlayış geliştirmemiz anlamına geliyor. Sloterdijk küreselleşme kitabında Batının dünyanın dört bucağına gittiğini ve küreselleşmenin tamamlandığı zamanımızda da artık Batının dünya açısından ulaşılabilir hale geldiğini söylüyordu. Bu durumda da göç olgusunun Batı başta olmak üzere dünyada birincil olgulardan birisi haline gelişine vurgu yapıyor. Artık yalıtılmış toplumlar ortadan kalkıyor:
“Bugün Avrupa ülkelerine yapılan göçte, sosyal ve politik bağışıklık sistemlerinin beklenmedik bir şekilde çalkalandığı koşullarla karşı karşıyayız – bunun sonucunda kimlik ve bağışıklık arayışının giderek artan bir biçimde kolektivist stratejilerden bireyselci stratejilere geçmesi gerekiyor.”[2]

Bu noktada oldukça tartışmalı “kimlik” meselesi de başka pek çok şey gibi özelleşmiş ve neredeyse kişiselleşmiştir. Gerçi Sloterdijk küreselleşme çağında kimliğin artık sadece kaybetmişlerin davası olduğunu söylüyorsa da, kaybetmişler yani dünyanın ezici çoğunluğu buharlaşıp yok olmuyor. Üstelik artık insanların bağışıklık davranışlarını daha kapsamlı bir koruyucu devlete yöneltmekten, kendi kendini korumaya ve kendi kendine bakmaya doğru yeniden programlaması da gündeme geliyor; yani artık açıkça nahoş bir sorunlar kümesiyle temastayız.
“Aslında bir kriz söz konusudur – sosyo-psikolojik bir kriz ve belirli bir derinlikle bir yaşama biçimleri krizi. Çünkü ulus insanlarını ulus sonrası insanlarına dönüştürmek kolay değildir. Ulus insanları derken Avrupa’da son 200 yılda ortaya çıkmış ve ulus-devlet biçimleri içinde yaşama ikinci doğası haline gelmiş bir sosyal karakteri anlıyorum. Bunlar, ülkelerini ve uluslarını sağlam duvarlı muhafazalar olarak yaşantılayan insanlardır – çoğunlukla tek dilli, toprağına bağlı, Ivan Illich’in söylediği gibi yerel, kendini kendi köşesinde yerinde hisseden ve yaşamın başka hiçbir yerde değil, sadece orada gelişen lehçesine sadık insanlardır. Birdenbire bu tıynette insanlardan, muhafazalarını parçalayan sığınmacıları bir gecede küreselleşmenin mantıksal sonucu olarak kavramaları söylendiğinde, elbette önce bir tereddüde anlayış göstermek gerekir.” (s. 77)
Geçtiğimiz yüzyıl
Sloterdijk 20. yüzyılı bir sabırsızlık yüzyılı olarak niteliyor. Yani sabırsızlık ilkesi, bedava ilkesi ve hemen ilkesi. Ona göre Bloch’un Umut İlkesi bu resimde yer bulamıyor (Bloch, Sloterdijk’in olumsuz anlamda devamlı muhatap aldığı düşünürlerden birisi; hemen her kitabında Bloch ile tartıştığını görebiliriz). Sloterdijk yüzyılı kabaca iki döneme ayırmakta. II. Dünya Savaşı sonuna kadarki dönem ve 1950’lerden sonrası. Yüzyılın şimdiki kuşaklar için hayalet haline geldiğinden, bugünkü kuşaklar tarafından anlaşılmaktan uzak olduğundan söz ederken de, esasen yüzyılın ilk yarısındaki radikal dalgayı dikkate alıyor.
“O dönemin Medusa tarzı aşırılıklarının hepsinin de basitleştirme köktenciliği karakterini taşıdıklarını açıkça görmek gerekir – militanlığın köktenciliği ve gerçi bu arada Avrupalılar arasındaki çekiciliğini kaybetmiş olsa da (...) devrimle yeni bir başlangıç yapıldığı mitosu da bunlara dahildir.” (s. 20)
“Yüzyılın akışı içinde nerede aşırı olanın tezahürleriyle karşılaşılırsa, orada karmaşıklığa yani zamana uygun olduğu kavranılan reel olanın biçim yasasına karşı isyan işbaşındadır – üstelik bu başkaldırı, tüm kamplarda kendisinden hareketle aşırı indirgemeci kavramların oluşturulduğu reel olanın adına gerçekleşiyordu.” (s. 82)
Böylece “modern dönem” ancak gerçekliğin anlamını yeniden belirleme mücadelesi çağı olarak anlaşılabiliyor. Devamla Sloterdijk bu dönemin başlıca olayının Batı uygarlığının ağırlığın dogmatizminden kopması olduğunu göstermeyi deniyor. Buradaki “ağırlık”ın izini, kitaptaki başka bir makalede “rahat yaşamdan duyulan korku” kisvesinde görebiliyoruz ki, buradan bakıldığında “faşizm yükten kurtarılmış ve mutluluk teklifleriyle çevrili insana Batılı, Katolik, cengâver ve sportif” bir yanıttır. Bu durumda da “realizm artık zekânın bizim dışımızdaki şeylerin düzenine alçakgönüllü bir karşılık düşmesi anlamına gelmiyor; gerçeğin, nedenlerin yeni sonuçlar doğrultusunda sürekli yoğunlaştırılması anlamında harekete geçirilmesini içeriyor”. Tabii bu tür eleştiriler sadece faşizme yönelik değil; aslına bakılırsa Sloterdijk yüzyılın ilk yarısındaki bütün radikal hareketleri aynı parantez içine alırken yüzyıl boyunca suç kavramının bile değiştiğini, “iyicil suç” gibi bir kavramın ortaya çıktığını ve devamla devrimcinin iyi suçluya dönüştüğünü de söylüyor. Ona göre altyapı gerekçelerinin öne sürülmesine de eleştirel yaklaşılmalıdır:
“Hakikatte her eleştiri ancak bir gravitasyon eleştirisiyle başlayabilir – bunun koşuluysa, reel olanın dogmatik oportünizminde düşünmenin, altyapı kuvveti olarak aşağıdan vazgeçmesi ve özgürce hareket ederek kendini ağır ve ağırlık karşıtı eğilimler arasında ortaya yerleştirmesidir.” (s. 95)
Antroposen
Sloterdijk için Avrupalılık tıpkı Derrida’da olduğu gibi son derece önemli bir kavram olsa da, özellikle fosil enerjinin yarattığı kirlenme ve aşırı tüketimle birlikte artık felaket tüm dünyanın gündemi haline gelmiş durumda. I. Dünya Savaşı dönemi Batının çöküşü söylemleri artık bütün dünyayı kapsıyor. Antroposen çağda “insan, artık yeryüzünde ikamet edilmesinden ve işletilmesinden bizzat sorumlu hale gelmiştir”. Kozmik tasasızlığın sınırına ulaşılması da yeni bir kıyamet çerçevesi oluşturur: “Zaman olarak zaman ancak tekdüze akışı bozulduğunda göze çarpar.”

Eski yaşlı dünyamız artık bir doğa büyüklüğü olarak tasavvur edilemiyor, aksine muazzam bir yapaylık olarak kavranabiliyor: “Dünya artık temel değil, bir inşa, zemin değil, bir taşıt.” Dünyamız yapay bir uzay gemisi haline gelmiştir ve “20. yüzyıl felsefesinin sözünü ettiği insanın ‘dünya-içinde-varoluşu’, arızalanmaya yatkın ‘kozmik-bir-taşıtın-bordasında-varoluş’ haline geliyor. Artık akıllı olmak, her şeyden önce son yüzyılların kinetik dışavurumculuğunun, şimdiden sona erdirilmezse, radikal bir biçimde tadil edilmesi gerektiğini anlamak anlamına geliyor.
Havai fişek etiğine karşı inziva etiği
Sloterdijk fosil yakıtların kullanımının ölçüsüzlüğünü anlamaktan uzak olduğumuzun altını bir kere daha çizerken, dünyayı kurtaracak olanın yeni türde bir ölçülülük ahlakı olacağını söylüyor. Ölçülülük ahlakı gibi bir kavrama da insanlığın şımartılmışlığı gibi bir düşünceden ulaşıyor:
“Benim gözümde insan olmak, eşsiz bir şımartılmanın yan etkisidir. (...) İnsanın şımartılması onun dilin evine taşınmasını sağlar. Artık şımartılmanın nihai insanlık durumu olduğunu ve bunun hakkında konuşmak istemeyenlerin insanlık hakkında sessiz kalması gerektiğini savunuyorum.”[3]
Sloterdijk insanlığın, insanı doğanın dışına fırlatan şımarma ve şımartılma dinamiğini henüz kavrayamadığını öne sürerken, bazen de homo sapiens’in bir uzay adamı olduğu imgesini kullanıyor. Şımartıcı bir roketin içinde oturuyor ve uzaya fırlatılıyoruz: “Her zaman zaten bir şımartılma uzay istasyonunda yaşıyoruz ve yine de genellikle fark etmiyoruz, çünkü şımartılmanın özelliklerinden biri de ulaştığı her aşamada kendini doğallaştırması ve bunu kanıksamasıdır.” Zira eski Avrupa etkilerinden dolayı insanı sefaletiyle tanımlamaya alışkınız – genellikle onu bir şeylerden yoksun bir hayvan olarak düşünüyoruz. Bir yandan dünyanın zengin kesimi 21. yüzyıl sona ermeden önce bitmiş olabilecek hedonist bir ara oyunu yaşarken, öbür yandan da daha önce efendilere ait olan iki hak, istediği gibi özgürce hareket edebilme ve keyfince harcayabilme hakkı hizmete koşulabilir bir doğanın sırtından demokratik bir şekilde genişletiliyor.
Modern durum bir bütün olarak bolluk zemininde yalnızca bir figür oluştururken, bu dönemin yurttaşları sürekli sınırları aşma duygusuyla zorlanıyorlar. İnsanların yaşamlarının normalliğin olmadığı bir döneme düştüğünü fark etmeleri gerekiyor ve fazlanın dünyasına atılmanın bedeli, ufkun kaydığı duygusuyla ödeniyor. Halbuki tarımsal muhafazakârlığın israf yasağı, yıllık çevrim içinde yenilenebilir enerjiyle geçinebilme buyruğunun türevleri olan kurallara tabiydi. Yani istikrar, zorunluluk ve kıtlık kategorilerine. Günümüzde ise ölçülülük yasağıyla karşı karşıyayız ve israf bir numaralı yurttaşlık görevi haline gelmiş durumda. Üstelik bu durum ilk bakışta kulağımıza tuhaf gelse de, sadece Batı ülkelerine özgü değil. Sonuç olarak “modern uygarlık, hak edilmemiş bir enerji bolluğunun girişim ve yaşantı uzamına sürekli akmasına dayalı hale gelmiş durumda”.
Sloterdijk güncel bolluğun gelecekteki koşulların belirleyici özelliği olacağı fikrinden hareketle kurtuluşun öncü teknik teknik fikirlerle eko-muhafazakâr ölçülülüğün hibrit bir sentezinden geçeceğini öne sürerken, “cehaletin altın çağını” sona erdirecek bir tür “siyah-yeşil ittifak” öngörüyor: “Post-kapitalist bir dünya biçimi ve ona karşılık düşen bir etik yalnızca güneşin yeni bir yorumlanışından doğabilir.” Sloterdijk bu gibi düşüncelerden hareketle 21. yüzyılın tarihe “sonunda insanlığın kurtuluştan ve kurtarıcılardan kurtarılmayı özleyecekleri, kurtarıcı kibirliliklerinin panayırı olarak” geçeceğini öne sürüyor. Önünde sonunda “havai fişek etiğiyle ölçülülük-inziva etiği” arasında, “manik savurganlıkla depresif tutumluluk” arasında bir seçim yapmak zorunda kalırken, “varlığımızı koruma çabasıyla kendini yükseltme istenci arasındaki gerilime de tabi olacağız”.
NOTLAR:
[1] Peter Sloterdijk, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, çev. Mustafa Tüzel, Everest Yayınları, İstanbul, 2001, s. 68.
[2] Peter Sloterdijk, 20. Yüzyılda Ne Oldu?, çev. Mustafa Tüzel, Tellekt Yayınevi, İstanbul, 2023, s. 78.
[3] Peter Sloterdijk, Selected Exaggerations, Polity Press, 2016, 84.
KİTAPLAR:
- Peter Sloterdijk, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, çev. Mustafa Tüzel, Everest Yayınları, 2001.
- Peter Sloterdijk, Kapitalist Dünyanın İç-Evreninde; Küreselleşmenin Felsefi Bir Kuramı, çev. İlknur Aka, Kırmızı Yayınları, 2008.
- Peter Sloterdijk, Ed. Bernhard Klein, Selected Exaggerations, Polity Press, 2016.
- Peter Sloterdijk, Yeniçağın Kötü Çocukları, çev. Şeyda Öztürk, Edebi Şeyler Yayıncılık, 2018.
- Peter Sloterdijk, 20. Yüzyılda Ne Oldu?, çev. Mustafa Tüzel, Tellekt Yayınevi, 2023.
Önceki Yazı

dünya (niye) çok uzak!
“Kitabın tümünü okuyunca şöyle bir sahne canlanıyor gözümde: Açık bir alanda, kar üstünde bir ateş yakılmış ve şair ateşin başından sesleniyor gibidir. Herkesi o ateş başına çağırarak; herkese 'felaket'i sorarak, sordurmak isteyerek, acısı güçlü bir tutkuyla sesleniyor. Yas içinde çılgın bir şenlik ateşi; Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi.”
Sonraki Yazı

Hamlet Filistin’de
“Hamlet’i Arapçaya ve Filistinlinin diline tercüme ederken, Filistinlinin tecrübesini de Sonia’nın algı âleminden süzerek İngilizceye ve Batılı okura tercüme etmek metinde birbirini karşılayan ve ahenkle hareket eden iki dinamik olarak ortaya çıkıyor. Ne söyleyebilir Hamlet Filistin’e? Peki Filistin ne kadar, hangi dilde, hangi araçlarla söyleyebilir kendini dünyaya?”