dünya (niye) çok uzak!
“Kitabın tümünü okuyunca şöyle bir sahne canlanıyor gözümde: Açık bir alanda, kar üstünde bir ateş yakılmış ve şair ateşin başından sesleniyor gibidir. Herkesi o ateş başına çağırarak; herkese 'felaket'i sorarak, sordurmak isteyerek, acısı güçlü bir tutkuyla sesleniyor. Yas içinde çılgın bir şenlik ateşi; Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi.”

Aydın Afacan
“Avaz avaz çıktım masaldan/ Pervasız/ buradayım işte dünyada yapayalnız. // evlerin göz çukurları karanlık/ simsiyah kan kokusu/ rüzgâr perişan/ karşıya dikilmiş bir duvar/ ziftten zifirden beter, bu/ bataklık… bu ‘dünya devi’ cüceler.” (…)
“Gri” adını verdiği ilk bölümde sanki bir masaldan, gökteki herhangi bir yıldızdan ya da yaşayanlara ukdesini hissettirmesi asla bitmeyen ölüler diyarından (“ölü geçmiş yaşayanların üstüne bir kâbus gibi çöker”) dirilip de bu zamana düşmüş bir şair konuşuyor, Aydın Afacan’ın “dünya çok uzak” yapıtında.[1] Yaşadığımız dünya hakkında şaşkınlık, ürperti, öfke ve dehşetle başlıyor seslenişi. Ama artık bu çağdaki kişinin Homeros zamanındaki gibi “anlat bana!” diye soracağı Mynomesine gibi bir tanrıçası ve onun esin perileri yok; masaldan çoktan çıkmış, kendinden başka danışacağı kimsesi yok; kendiyle konuşarak ve durmadan sorarak bir sürgün gibi gezinmesinden başka yolu kalmamış, birçok modern şair gibi: “Ne olmuş burada; aynalar kükrüyor/ bu kargaşa, bu telaş, bu gürültü…/ ne hal etmiş size böyle yalanlarınız.”

dünya çok uzak
Everest Yayınları
Haziran 2023
88 s.
‘Yapayalnız’ım dese de bu tam doğru değil; şiirsel konumunu açıklamıyor. Çünkü onun da konuşacak yakınları, kendince bulduğu esin perileri var. Öncekiler gibi tıpkı; bu dünyaya kriz anlarında düşenlerdir; dertleşeceği, danışacağı şairlerdir onun esin perileri; onlardan bir el alacağı, bir ses, bir koku duyacağı, asla unutamayacağı ölüleri vardır. Aydın Afacan’ın “perileri” baştan sona bir tarih zinciri oluşturacak kadar kalabalıktır.[2] Ölü ya da yaşayan şairlerle bu denli içli-dışlı, apaçık bir diyalog içinde başka bir şiir yapıtı var mı, ben bilmiyorum. Aydın Afacan’ın “dünya çok uzak” kitabı bu cesaretin uçkun ve bereketli bir örneği.
Peki, öyleyse neden şair için “dünya çok uzak”? Afacan şiiriyle yanıtlıyor bu soruyu: “Karanlık zaman” diyor yaşadığı zaman için, “sırrını erdiğin yerde kaybolan” bir zaman bu; “mezarlıklar çağı”, “yakarılar” çağı; “gri” bir çağ, “köprüleri yıkılmış”; anlamlar değerini hızla yitirmiştir; “buradaydı az önce”, onu “almışlar”dır; “şehirler “kopuk”, “sokaklar uzak bir ülke” gibi ya da “kilitli”dir; “en büyük ağacı” koparılmış siyah bir “gece”de yaşanıyordur. Sorar şair; “nereye dayamalı dünyayı bu boşlukta?”, “altına şarkılar sakladığım merdiven nerede?” Dünyaya ruhunu veren “melek nerede?” Bu sorularla, bu bakış yerinin duyuşuyla soruyordur; şairin sesini yabancılaşmanın, şeyleşmenin, “buharlaşma”nın duyum alanlarından işitiyoruzdur. Sert bir yadsıma, lirik bir öfkeyle umut ışıklarının silik izinde, kendi kendini “sürgün” etmiş şairi görüyoruz yapıtta. Afacan, daha önce epeyce sığındığı bazı “havuzdaki” simgeleri bu kez çıplaklaştırarak yabancılaşıp uzaklaşmış dünyayı, şiirin olanaklarıyla anlamaya çalışıyordur:
“kanat nedir uçup süzülmek yoksa/ eski, çok eski dağların ardına bakmak/ ışığın düştüğü yerler perişan/ yeryüzü baştan başa çarmıh/ üstü başı kan içinde bir dünya/ sınırdaki ‘son’ için ne yapabilirdi ki/ solgun gökler, orada kararmaktan başka?” // melek yok artık, zaman ‘yaşlandı hızla’/ beton labirenti… uçmak eridi…/ şair de bir albatros değil miydi?/ konuşmayacak kimse dünyanın sefaletini/ geçmiş her yerde işte/ dünyayı cümle yaralarıyla gördüğümüz/ her geçen gün daha sefil sözcükler, daha…” (…) “nerede kanadın insan? Nerede kanatlı dünyalar?”
Beş bölümlük şiir toplamında ilk bölümün havası böyle; ama yabancılaşmış bulduğu bu uzak dünyada sığınacağı tek şey şiirin kanatları; “burada dünya/ içimizde gül kırmızı kapılar”. Aşka, doğaya, umuda, kimi zaman melankoliyle, kiminde kederli bir neşeyle yer açtığı geniş bir dalga boyu var yapıtın tümünde. Aslında başından beri böyleydi Aydın Afacan. Itır ve Güneş, Yanyana Yedi Kırmızı, Rengin ve Hayal, Binbir Deniz, Âteşîn Beyaz adlarını verdiği önceki kitaplarında da şairlerin kurduğu ama çoktan kayıp gezegende dolaşırdı. Şiirin şiir okuyarak, öncekileri derinden ve tekrar tekrar okuyarak, onlarla dertleşerek, kimi zaman çarpışarak yazılacağını bilenlerdendir.
Bu yeni yapıtında şair önceki eğilimini baştan sona yeni bir programa dönüştürüyor; şiirden başka bir sözün olmadığı zamanlardan el alarak, izleri sürerek bugüne gelmesi, birçok modern şairin olduğu gibi onun da poetikası. Bu yönelimine dair bir de incelemesi var. Şiirin “ortak zemini” dediği “şiir ve mitoloji”nin modern Türkçe şiirdeki izlerini belirleyen kapsamlı bir çalışmanın yazarıdır Aydın Afacan.[3] Belli bir yere, belli bir dile ait olsa da yerinin “dünya edebiyatı” içinde bir yer olduğunu anlamışlardandır. Goethe’nin “dünya edebiyatı başlamıştır” dediği günden bu yana (1827; Marx bunu 1848’de Manifesto’da yeniden açıklayıp ilan etmişti), sanatçıyı “yerel dar kafalılıktan” çıkmaya çağırdığı günden bu yana, bu bilinç modern sanatın belleğine işlenmişti. Çin’de, Fin’de ya da yeryüzünün bir yerinde kanat çırpan kelebeğin rüzgârının uzak diyarlarda bile genişleyerek dalgalanacağını şu son yüz yılda daha da somut olay ve olgularla gördü, küresel insanlık ve bütün canlılar. Bu öngörünün ilk işaretleri şiirde belirmişti. Hayır, yerel olan asla kaybolmadı; tam aksine yerel motifler ısrarla dünya edebiyatındaki yerini aradı; onda hak ettiği yeri bulmak istedi. (Babil gerçeğinin içinde bile, dillerin iç dünyasının girdabında bile.) Adorno şu noktaya dikkat çekiyordu: “Bir şiirin tözü ya da gövdesi,” diyordu, “sadece bireysel itilerin ve deneyimlerin dile gelişi değildir. Bunlar ancak estetik biçim verildiklerinde edindikleri özgüllük sayesinde belli evrenselliğe katılmakla sanat açısından anlamlı olabilirler.”[4]
Ancak, “estetik biçim” Hegel’in “çağı geldi” dediği ama onun da “geçip gidecek” bir şey olduğunu bildirdiğini de hatırlamalı. Katılaşmış her “biçim”in hızla buharlaştığı, görünür bir çağ bu çağ. Tekniğe tapan, canlıya yabancılaşan bir çağ. Modern insan çağın nesnesi olduğu kadar öznesi de olmak için, bu eşsiz gezegeni kendi evi sayabilmek için her alanda var gücüyle çabalıyor olsa bile bu böyle. Bu çabanın gittikçe hayat-memat meselesine yükseldiği de apaçık gerçek. Dünyanın her yerinde sanatçıların, biliminsanlarının, düşünürlerin birbirinden ilham alarak geliştirdikleri fikirlerin, biçimlerin, yeniliklerin yeşerdiği bir çağ.[5] Afacan, bu bilincin Türkçedeki temsilcilerindendir. Kitabın bütününde bu bakışın şiire dönüşmüş örnekleri vardır.

Afacan
Afacan’da bir de şu eda görülüyor: Romantik çağın isyancı şairlerinin edası; hem dışarlak hem de içerlek bir sesle söylüyor modern ağıtını. Kitabın tümünü okuyunca şöyle bir sahne canlanıyor gözümde: Açık bir alanda, kar üstünde bir ateş yakılmış ve şair (şiirinde “kar” tekrarlı bir imgedir, çocukluğunun Bingöl’ünden kalma), ateşin başından sesleniyor gibidir. Herkesi o ateş başına çağırarak; herkese “felaket”i sorarak, sordurmak isteyerek, acısı güçlü bir tutkuyla sesleniyor. Yas içinde çılgın bir şenlik ateşi; Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi. Sözcüklerin her biri birbirine bakabilmek, birbiriyle konuşabilmek için seçilmiş ama dizelerin her birinden sıçrayan kıvılcımlar (imge uçları), bu demek çağrışımlar uzaklara doğru uçuyor. Varılacak, mutlaka varılması gereken umuda, belirsiz ütopik bir dünyaya doğru kanatlanıyor, sıcak bir arzunun uzak mı uzak nesnesine doğru. Dünyanın verili gerçeği şairde yabancılığın acısı olarak dilleniyor. Bu kitabın toplamında şair, şiir yazmaya çalışmamış, şiir onda kıvılcımlı bir ateşe dönüşmüş adeta.
Şairin heyecan, hatta hezeyan yüklü çığlığı yalnızca ona has, öznel bir duygu, öznel bir telaş değil. Kayıpta olduğuna, insanın yaşaması gereken yerin uzaklığını düşünmekte haklı olduğuna inanıyor. Şiir tarihi bu duygunun ısrarla neredeyse kesintisiz biçimde işlenmesi tarihi değil midir?
Ama yalnızca şairler mi; bilimle uğraşanlar, filozoflar, sanatçılar da aynı kaygıyı yaşamadı mı, yaşamıyor mu? Dünyanın mutlu azınlığının hırs ve arzu patlamasının sekiz milyar insanı ve bütün canlıları, suyundan havasından toprağına kadar bütün varlıkları nasıl zehirlediğini, savaşların nasıl yıkımlar, felaketler getirdiğini kim görmedi, kim yaşamadı… Bu kaygıyı yaşayanların bir örneği Immanuel Wallerstein’dır. Onun adeta bir hezeyan gibi algılanabilecek kitabının girişi şu cümlelerle başlamıştı:
“Ben karanlık bir ormanın tam ortasında olduğumuza ve ne yöne gitmemiz gerektiği konusunda yeterli netliğe sahip olmadığımıza inanıyorum. Bunu acilen hep birlikte tartışmamız gerektiğine ve bu tartışmaya gerçekten dünya çapında katılınması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca bu tartışmanın, bilgi, ahlak ve siyasetin her birini ayrı köşelere ayırabileceğimiz bir tartışma olmadığına da inanıyorum. Görülmemiş nitelikte çetin bir tartışma içine girmiş durumdayız. Ama meseleleri, onlardan uzak durarak çözemeyeceğimiz de bir gerçek.”[6]
Aynı kaygılarla karanlık bir çağ içinde yürüseler de bilim dili ya da düzyazı diliyle şiir dili arasındaki farkın da bir örneğidir Afacan’ın yapıtı. Afacan, “bildiğimiz dünya”dan başka bir yerde olduğunu sorgularken tıpkı eskilerin hissettiği gibi ama modern bir bilinçle sormaya özeniyor. Her bölümün başındaki alınlıklar da şiirlerle doğrudan bakışıyor. Örneğin “Gri” bölümünde, “Sardı karşı kıyıları karanlık…” (Necatigil); “ben gecenin sonundan söz ediyorum/ ben karanlığın sonundan” ( Fürûğ); “Belki dünyada kimse kalmamıştır,/ sor bakalım…” (M.C. Anday), dizeleri el veriyor şaire. Ve daha niceleri…
“Gördünüz,” diyordu Kafka, Ceza Sömürgesi’nde, “yazıyı gözle seçebilmek zordur; fakat adamımız onu yaralarıyla okur.” Yaralarsa en mistik duyuşta bile somuttur, bir duruma, bir âna, bir mekâna aittir; yereldir dünyanın her köşesinde; ama daha geniş açıdan bakınca birbirinin izomeri gibidir. Aynı yaşamsal acılardan, aynı sınıfsal nedenlerden doğmuş ama farklı fenomenlerle belirmiş, farklı vezinlerle dillenmiştir benzer yaralar. O ünlü deyişle, şair için (elbet herkes için de) yaralar ondan (ve tabii herkesten) önce vardır. Şair bunu kendinde kanayan bir yara gibi duyumsar, eskilerden edindiğini başkalaştırarak (çünkü başkalaşım kesintisiz bir oluştur) yepyeni imgelerle (ve yepyeni kılıklarla) ifade eder. Ama her şairden geriye açık ya da gizli şu hayıflanma kalır: “Bu berbat dünya beni dinlemeliydi.”
NOTLAR:
[1] Aydın Afacan, dünya çok uzak, Everest Yayınları, 2023.
[2] Aydın Afacan’ın referansında: “Gılgameş, Aiskhylos, Vergilus, Ovidius, Ardâvirâf, F. Attar, Yunus Emre, Seyyid Nesimi, Dante, Dedim, W. Blake, W. Wordsworth, S.T. Coleridge, N. Paganini, C. Baudelaire, A. Dvorak, O Wilde, A. Gide, R. M. Rilke, F. Kafka, S. Quasimodo, P. Klee, W. Benjamin, N. Hikmet, P. Neruda, J. P. Sartre, Cigerxwîn, K. Kavafis, M.C. Anday, O. Elitis, B. Necatigil, P. Levi, P. Celan, İ. Bachmann, C. Süreya, V. Jara, A. Oktay, F. Ferruhzad, H. Yavuz, J. M. Coetzee, B. Dylan, A. Tabucchi, T Ben Jellon, P. Gabrile…” Ve dahası var…
[3] Aydın Afacan, Şiir ve Mitologya, Everest Yayınları, 2020.
[4] Theodor W. Adorno, “Lirik Şiir ve Toplum”, Edebiyat Yazıları, çev. Sabri Yücesoy, Orhan Koçak, Metis Yayınları, 2004.
[5] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, 1994.
[6] Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2000.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 1
K24'te yılın ilk vitrini... Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: 1939: Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye / Bağlar Üzerine / Dünyalararasında / Joseph Conrad ve Otobiyografinin Kurgusu / Julia Kristeva: Anlamlandırılamayanla Yüzleşmek / Larousse Gastronomique / Satılık Hayat / Sürrealistlerin Hayatları / Telekız / Yolda Olmak