‘Karanlık çağ’dan sesler
“Kaytan, ezelî kaotik uğultularda boğulmuş, 'çökmekte olan bir dünyanın yıkıntılarından', zamanın kör karanlığından sesleniyor. Coğrafyası kadar keder yüklü bir sesle.”

İllüstrasyon: Ghaith Abdul-Ahad, Musul'un yıkıntıları, suluboya.
“İşitsel imgelem” adını verdiğim şey, düşünce ve duygunun bilinçli düzeylerinin altına inen ve her sözcüğe can veren bir hece ve ritim duygusudur; en ilkel ve unutulmuş olana iner, kökene döner ve geriye bir şeyler getirir… Şüphesiz, anlamlar aracılığıyla çalıştığı ya da büsbütün anlamsız işlemediği söylenebilir. Eskimiş, silinmiş ya da bayat olanla güncel, yeni ve şaşırtıcı olanı, en eskiyle en uygarlaşmış zihniyeti kaynaştırır.
–T. S. Eliot
Benim Karanlık Çağım, Ortadoğu’nun kan basıncı yüksek kalbinde yıllardır yaşayan Hüseyin Kaytan’ın yeni şiir kitabı. Çağa oradan bakıyor, “ölümün hükümran olduğu” bu çağa. Her tür esarete karşı isyan atmosferinde yazılmış şiirlerde, ezelden beri gelen kaotik uğultularda boğulmuş, “çökmekte olan bir dünyanın yıkıntılarından”, zamanın kör karanlığından sesleniyor. Coğrafyası kadar keder yüklü bir sesle. Işığını ukdesi bugüne kalmış acıdan, zamanla katılaşmış kederden yontan bir ses bu. Ağıtlardaki gibi. Ölümün, ayrılığın, sürgünlerin hiç dinmeyen sesiyle günlerin karanlığına hapsolanlara sesleniyor. Geçmişin bugünde yaşadığını düşünen bir tarih bilinciyle ve buradan doğacak geleceğin hayaliyle…

Kaytan’ın coğrafyası gibi tarihi de geniş. Hitit, Babil, Asur, Med, Armen, Hami, Sami diyarlarından, “herkesin bir başkasının ölümünü öldüğü o çok kişilik mezar”lar arasından yazıyor. Uygarlıkların üstüne yükseldiği kurbanlarının ukdesini yeniden tercümeyi deniyor. “Kil, kum ve unutuşla örtülmüş” höyüklerde, başında taş bile konmamış, toprak yığınlarında saklı kalan, “toz ve küf”e bulansa da hâlâ ses veren, duyabilenlerde unutulmaz bir hatıra gibi yankılanan kayıp sesi bugünde diriltmeye, o sesi yaşatmaya çalışıyor. “Hatırlamanın başka bir unutma biçimi” olduğunu hiç unutmadan. Yaşanırken yarım kalmış sözün, “kendi çığlığında boğulan ağıt”ın köklerini arıyor. Epik havası teatral kıvamlarla örülmüş uzun şiirler toplamı Benim Karanlık Çağım.
Aruna, hatırlıyor musun beni? Geçtiğin bu boş sokaklar
şimdi neresi? Ve yanmıyor mumları aşkın mezarında
hayata artık inanmayan bu şehrin.
Kendi çığlığında boğuldu ağıt. Gözyaşı
kayıp bir denizde kayboldu ve taş bürüdü incinin yüzeyini.
Hatırlıyor musun? Öyleyse
kar ve kırılmış günler taşıdığın o dağ akşamı
ben öldüğümde neden hâlâ geçmedi?
(…)

Benim Karanlık Çağım
Avesta Yayınları
2024
88 s.
Bu tarzı hep sürdürdü Kaytan; kendilik bilincinin de varoluş nedeni saydığı bu temaların şairi oldu hep. Acının ve başkaldırının tam ortasındayken, şiddet arttıkça karşıtı da artarak devam ederken yazdı. “Ölü geçmiş yaşayanlar üzerine kâbus gibi çökerken”, yenileri birbirinin üstüne katlanırken. Bundan kaçınmayanların, kâbusa bir çare bulmak için “ölümle yüzleşenler”in arasındayken. Çölde kalmış yalnızın, o kadim kör şairin epridikçe güzelleşen sesini de içererek yazıyor. Bu kez de karanlık, ama öncekilere göre Zerdüştî hava daha engin. Bu kez de kimi senfonilerdeki gibi diplere girip birden yükseğe çıkan, dar ve keskin kıvrımları bir çalımla geçip nefesi geniş akaçlarla serimlenen, bazen yumuşacık, bazen de sert ritimli dalgalarla akan ırmak havası gene var. Poyraz var ama meltem de hissediliyor. Bu kez de dışavurumcu, ama bir o kadar içe doğru kıvrılabilen, iç ile dış arasında sürekli mekik dokurcasına çalışan, akışan sesler. Bu akışın hayali, yani şiirinin ütopyası barajlarda çürümek değil, denizlere karışmak. Orada kaybolup sonsuz dalgalanışta sönümlenmek. Başlangıca döneceğim der gibi: “Denize döneceğim, çürümüş bacaklarımı ardımsıra ölü bir yılan gibi sürüyerek...” (“Deniz olunmalı” diyordu Nâzım da.)

Su kurucu bir imge bu kitapta; külleri savrulan ateşin hemen yanında, (“Sönmüş ateşten o sessizlikte denize dönünce”…) Ateş gene sabit; ama bu kez su, “imgelemsel ayartıcılar”ın başında. Belki bu nedenle bu kez dili, söylemi daha “dişil”. Gaston Bachelard’ın düşündüğü gibi: “Çünkü su,” diyordu Bachelard, “ateşe göre daha dişil ve daha tek biçimli unsur; insanlığın en gizli, en yalın, en sadeleştirici güçlerini simgeleyen daha kalıcı unsur.” Kadıncıl ruhu bilmeyen, bilmek istemeyerek katılaşıp kalmış erilliğe karşı bu kez apaçık tavırlı. Yaşadığı coğrafyada kadınların öncü savaşının dilini canlandırıyor. “Biz kadın mıyız ki sevinelim, acı çekelim” diyen erilliğin çekip gitmesini de sahneliyor:
Erkekler, siz beklemek için yaratılmadınız
ve düşünmek için doğurulmadınız
Siz öldürmek ve yıkmak için oluştunuz.
Biz kadın mıyız ki düşünelim
ve bekleyelim? Neyi düşünüyorsunuz?
Erkekler! Kara yüzlüler! Lekelemeyin ölümün kahramanlığını
Ve bana bakışınızı düşürmeyin
Biz kadın mıyız ki sevinelim veya acı çekelim?” Böyle bağırdı
Ve savrulup gitti atının üzerinde
vadinin kayalık tarafına. Kimse izlemedi onu
(…)
Yapıtın bütününde “ben” ile “biz” arasında diyalojik karşılaşmalar gözeten örgülerle kurulmuş, nakışı bol renkli bir söylem işliyor Kaytan. Yalnızca bugünde değil, toprağın altında kalmış, üzerimde bir taş, bir im olsa yeter diyenin ukdesi de katılıyor söylemine. Sanki narrativ bir şiir işliyormuş gibi. Ama yalnızca bir hikâye ya da bir fabl değil bu işlem. Lirikten epey güç devşirmiş, katmanları birbiri üstüne yüklenmiş, oldukça karmaşık bir epik örgüsü var şiirlerin.
Aruna! Aruna!
Güneşe ve gök gürültüsüne bir kurban getirdim
Bu benim kesilecek ellerim, kara düşecek bunlar gözlerim
Esfahan’dan bu yana zehirli ırmaklar boyunca dilediğim
bu kuşları gördüm kıyıdaki kayalarda
Şimdi biliyorum ki her şey yok olduktan sonra mümkün
Ateş söndüğünde hâlâ ateştir ve
bu dünyanın bir aksi var yokluğun öte yüzünde
ve o dünyada sözler hâlâ mümkün.
Karmaşık demiştim, şu nedenle: Kaytan, başından beri hem tarihsel hem güncel simgeler arasından örüyor imgelerinin yapısını. Poetik niyeti belli; tarih bugündür demeyi gözetiyor. Geçmişin ukdelerini bugünde beliren işaretleriyle tanımlıyor; aynı poetik refleksin işleminde günün sesi eskiyle, eskininki bugünle kaynaşıyor. Birbirini kamaştırıyor, kışkırtıyorlar; bileşimlerinden geniş zamanlı bir çağrışım yaratıyorlar. Birçok isim (çoğu mitolojik), birçok kent (hepsi kadim), birçok dağ (“yükleri sonsuzluk dolu”, “denize bakan” dağlar) ve bunların üzerinden geçen “her zaman” ile “o bir an” arasındaki simge katmanları. Bu kadro bolluğu şairin kurduğu zihinsel imgeleme dair zorunlu ve zorlu bir özeni gerektiriyor. Bu nedenle kolay tüketime açık değil Kaytan’ın şiiri.
Modern şiirin özgürlük peşindeki koşuğunda her tür ses elbet deneyime açık ve mümkün ama Kaytan eskiden beri ancak mühürlü simgeleri çözerek tercüme edilebilen “işitsel imgelem”in derdinde. Görsel imgelemle işitsel imgelem buluşunca yepyeni renklere, beklenmedik seslere dönüşüyor. Babil duvarlarına çarpıp dünyaya dağılan, rüzgâra sığışmış Mezopotamya seslerini hissediyor. “Unutulmuş olana inmeyi, kökene dönüp geriye bir şeyler getirmeyi, bunun için görülür düzeylerin altına inip her sözcüğe can veren” o kayıp ruhu, o ruhtaki devingenliğin ritmini deniyor.
Kelimeler bizden olmazlar,
onlar bizden geçerler sadece
eskiden ve başka yerlerden gelmişlerdir,
daha tutuşmakta olanları vardır
hâlâ acı olanları, hâlâ tozla kaplı, hâlâ paslı olanları
Çökmekte olan bir dünyanın yıkıntılarından
rüzgârın kaldırdığı
kelimeler bize gelirler
toz ve küf tadı bırakırlar ağzımızda
Kalbi asla duramamış, demek ölememiş ama üstündeki tozlar höyüğe dönüşmüş, ukdesi derilere kazınmış, ama nasıl bir yol bulmuşsa bulmuş, yaşayan kelimelerin seslerine “sığışmış” (Didem Madak böyle derdi) eski sesin bu çağda canlanışının peşinde Kaytan. “Kar yağıyor durmadan/ ruhunun yeryüzünden/ Zamanın kıyısına götür/ dışarıya at beni/ bir kalp durur gibi durma/ bir kalp durur gibi durma/ bir kan gibi dolaş/ hayatın damarlarında”.
Hep buradan çalışmıştı Kaytan’ın şiiri, bir refleks gibi. (Ölüm Üçler Kadınla Erkeği, Levhalar Kitabı, Ammar’ın İşaretleri, Kaplan ve Gül Divanı, Dağ Divanı.) Bu yapıtlarında öyle imgelerle geldi ki, bunun birazının gerçeğe benzemesini duyumsamak bile insanı ürpertiyor. Ama bu kez sanki öncekilerin bir tür temize çekilmesi. Ya da şu: Unutuşa terk edilmemesi için yeniden yoğurup bir kez daha “levhalara” dönüştürme çabası. Bunu yaparken kolay bir konsensus alanına yerleştirmeye, tüketimi kolay bir sadeleştirmeye değil, daha da koyulaştırılmaya yöneliyor. Bu zor ve ağır makamı tutturmak için yeni ses açılımları, farklı notalar denemesi de bu nedenle olabilir.
Ey Örgücü Kimse, biz senin rüyan isek
artık uyan. Zift gibi bir gece hatırlıyorsun
yükseliyor boynumuza
Ama uyanmayacak Örgücü. Böyle hayal edildi
kanatlı akrep, yedi boğumlu düzen
Bu gerçektir, Babil aslanının ayakları altında ezilen
Bu gerçektir, çocukları bir gül yükselmesinden besleyen
Ve her yükselmeyi kanla zehre çeviren
Dalları damarlarımız olan bir gül
açılıyor bıçakla açılan kalpler gibi

Daha önce başka bir yazıda söylediğim gibi, Kaytan toprağının kendi kuşağına sunduğu “kader”i cömertçe kabullendi; kabullenmekten öte, bilinciyle, ruhuyla yazıldı o hayata. “Yaşamın sırrı üstünde bir kapak gibi açıldı göğsün/ sende asılı olan asrı ve insanı bildiren levha” diyordu bir şiirinde. Bu bir ısrarlı yol; ısrarı ne olabilir? Yanıtını T. S. Eliot’ın şu fragmanında bulmuş gibiyim:
“Edebi mirasına özen göstermeyi bırakan halk barbarlaşır; edebiyat üretmeyi bırakan halk düşünce ve duyarlıkta hareket etmeyi bırakır.”

Her şairin en dipteki ya da en açık korkusu bu olsa gerek. Kaytan’da bu korku bir adanışa dönüşmüş; çetin bir inatla. Evet ama Kaytan’ın bir paradoksu var. Özgürlüğü için adandığı halkın diliyle değil, “efendi”sinin diliyle yazıyor, mesela Ahmed Arif gibi. Bundan daha şaşırtıcı olan da şu: Efendiyi utandıracak kadar onun dilini şahlandırıp yeşertiyor. Bu tür edebi kaderi dünyada birçok şair yaşamıştı. Yalnızca ülkesinin değil, kendi anadilinin de sürgünü şairler dünyası bu dünya. Bir ötesi daha var: Şiirin arzuladığı kabulü gördüğü bir çağda yaşamıyordu bu şairlerin hemen hiçbiri. Slogana ya da bir tweet alıntısına dönüşen anlık tüketim zamanına vardık bugün. Şiir kullanımının iletişim araçlarında parçalanıp şıklık jestine düştüğü zaman bu. Elmayı ağacından koparıp hoyrat ısırıklarla tüketme zamanı. Bunlar bu yeni karanlık çağın sıradanlaşan işleri. Şair için karanlık çağın cilveleri.

Benim Karanlık Çağım’ın bir de “şarkılar” bölümü var, yedi parçadan oluşan “Şarkılar Defteri”. Birçoğu gazel, biri de ağıt formunda yazılmış şiirler. Bu şiirler, içinde sanki Baba Tahir Üryan’ın, Hafız’ın, Fuzuli’nin, Cigerxwîn’in ve daha birçok eskinin sesini çınlatan, hüznün lirik söyleyişinden güç alarak nefesli bir neşeye dönüşen türden, modern “âşık” denemeleri. Biri şöyle:
Ben körüm sen benim ellerimsin
beni uçuruma götür
beşiğimi yuvarla
düşmek istiyorum
derin bir suya
ve hâlâ çocukken
düşmek istiyorum
(…)
Bu geceye atlar getir suda batmayan
denizde yürüyen kızlar getir
testiler getir zehirli bir sarhoşluk dolu
çocuklar getir bekleyişle zehirlenmiş
keçiler getir gözleri güneş dolu
durmadan büyüyen bir ağaç getir
dökülen, dökülen bir süt
memelerinin dolu olduğu her şeyi getir
yani yıldızları
yani samanyolunu
Kaytan’ın şiir deneyimi bir bakıma o kadim hikayedeki “kör âşık”ı sahiplendiği bir yazma türü. En eskiyle en moderni buluşturmayı vazgeçilmez bir yol edinmiş şairin yolu; “çıplak ayaklar altında binyıllarca aşınmış taş yollar” gibi.
Önceki Yazı

Nova Üçlemesi:
Virüs olarak
sözcüğe karşı tomurcuklanan dil
“Nova Ekspresi kesinlikle yazarak değil, silerek var edilmiş bir metin olarak görülmeli ve bir tür bilimkurgu ya da fantazya olarak değerlendirilmeli, ama karşı bir anlamda: Dilin büyüsünü bozan, onu büyübozuma uğratan bir dilin imalatı.”