Johannes von Tepl’in yankısı, Gospodinov’un sessizliği
“Bu iki kitap birbirine cevap veriyor. Tepl’in öfkesi Gospodinov’un şefkatinde yankılanıyor. Çiftçi konuşmayı başlatmıştı, bahçıvan onu tamamlıyor.”
Johannes von Tepl, Der Ackermann aus Böhmen, Cod. Pal. germ. 76 (Heidelberg, Universitätsbibliothek), ca. 1401.
İlk kez Bahçıvan ve Ölüm’ün adını duyduğumda, aklıma hemen Johannes von Tepl’in Der Ackermann aus Böhmen’i geldi. Bu benzerliğin bir tesadüf olamayacağını düşündüm. “Bahçıvan” sözcüğü kulağımda yedi yüzyıl önceki “Ackermann”ın –yani tarlayı süren, toprağı eken adamın– yankısı gibi çınladı. Gospodinov’un seçtiği bu başlık yalnızca bir edebi gönderme değil, bir hafıza hareketi gibiydi: Bir kelimenin yüzyılları aşarak başka bir dilde yeniden filizlenmesi. Beni kitabı almaya iten şey de belki buydu; bir kelimenin zamandan geçip bana dokunması, iki çağın aynı toprağa gömülmüş sesini yeniden duyma itkisi.
Tepl’in dünyasında bu adam Tanrı’yla Ölüm arasında sıkışmış bir figürdü; öfkesini söze dönüştürerek hayatta kalmaya çalışan bir insandı. Gospodinov’un romanındaysa aynı insan artık sessizdir; eşini değil, babasını kaybetmiştir. İkisi de en yakınını yitirmiştir; biri sevdiği kadını, diğeri kendini var eden babayı. Ama yas biçimleri farklıdır: Tepl’in çiftçisi ölümle kavga ederek kendini duyurur; Gospodinov’un bahçıvanıysa sessizliği seçer, öfkesini toprağa gömer. Biri lanet ederek hatırlar, diğeri ekerek. Bu yüzden bahçıvan toprağı kazarken Ölüm’le değil, babasının sesinin yankısıyla konuşur; çünkü artık ölüm değil, hatırlama eylemidir onu yaşatan.
Benim için bu iki metin insanın ölüm karşısındaki en derin dönüşümün iki durağıdır: Tepl’in çiftçisi ölümü karşısına alır, onunla tartışır, onu lanetler. Gospodinov’un bahçıvanıysa ölümü içselleştirir; onunla yaşamayı, onu hatırlamayı öğrenir. Artık mesele ölümle konuşmaktan çok, ölümü hatırlamanın bir dilini bulmaktır.
“Babam bahçıvandı. Şimdi bir bahçe.”
Bu cümlede öfke yoktur, suçlama yoktur, yalnızca hatırlama vardır. Bahçıvan toprağı kazarken kimseyi gömmez; babasının suskunluğunu, yarım kalan cümlelerini, anılarını toprağa eker. Bahçe ölümün değil, belleğin biçimidir. Orada ölüm değil, sesin yankısı kalır. K24’te yayımlanan “Babam Bahçıvandı, Şimdi Bir Bahçe” yazısını okuduğumda da aynı şeyi hissettim. O yazı kişisel bir yasın hikâyesiydi; ama Gospodinov’un romanı bu hikâyeyi toplumsal bir hafızaya dönüştürüyordu.
Toprak artık mezardan öte bir şeydi, insanın hatırlama biçimiydi. Gospodinov’un bahçıvanı bana göre Tepl’in Ackermann’ın seküler torunudur. Çiftçi toprağı sürerken Ölüm’e seslenir; bahçıvan toprağı dinlerken ölüm yerine sessizliği, babasının yankısını bulur.
Bu yazıda konuşan çiftçiyle dinleyen bahçıvanın arasındaki bu uzun yankıyı izlemeye çalışacağım. Çünkü ölümle konuşmaktan ölümü dinlemeye, ölümden kaçmaktan ölümü hatırlamaya geçiş yalnızca edebiyatın değil, insanlığın da en eski serüvenidir.
Ölümle konuşmanın retoriği
Johannes von Tepl’in Der Ackermann aus Böhmen’ini ilk kez okuduğumda, metnin gürültüsüne şaşırmıştım. Her satırında insanlığın uzun süre bastırılmış bir sesinin patladığını hissedersiniz. Tepl’in “çiftçisi”, karısının ölümünden sonra Tanrı’ya değil, doğrudan Ölüm’e konuşur ve bu eylem Avrupa düşüncesinde bir eşik ânıdır. İlk kez biri ölümü bir kavram olmaktan çıkarıp bir muhatap haline getirir.
“Grimmiger tilger aller leute, schedlicher ächter aller welte, fraissamer mörder aller leute, ir Tot, euch sei verfluchet!”
(Ey ölüm, acımasız yok edici, merhametsiz cellat, lanet olsun sana!)
Bu lanet yalnızca bir öfke ifadesi olarak görülemez; aynı zamanda insanın bilinç kazanma çabasıdır. Çiftçi karısının ölümünü yargılarken Tanrı’nın sessizliğine de dava açar.
(1350-1415)
Bu nedenle Tepl’in metni bir duadan çok bir dilekçedir, her kelimesinde teslimiyet değil, hesap sorma vardır. Ortaçağ’da Tanrı adına konuşmanın mümkün olduğu bir çağda, biri çıkıp ölümü sorgular. Bu sahne itaatsizlik değil, bir tür varoluş açıklığıdır.
İlk kez bir insan, kaderiyle müzakereye oturur; Ölüm’ün yüzüne bakarak “Neden?” diyebilir. Bu “neden” sesi bir acının dışavurumudur, ama aynı zamanda bir bilincin doğumudur da. Çünkü ölümle konuşmak aslında yaşamla konuşmaktır; yaşayanın kendi geçiciliğini anlamaya çalışmasıdır.
Bu yüzden Ackermann’ı her okuduğumda içimde bir yankı uyanır: O çiftçinin öfkesi, insanlığın kendi ölüm korkusunun yankısıdır. Bu metin bize ölümü değil, konuşmayı öğretir. Konuşmanın susmaktan daha cesur bir biçim olabileceğini. Ama her konuşmanın bir sınırı vardır. Metnin sonunda Ölüm konuşur ve çiftçinin sesi susar. O an garip bir huzur duyulur, çünkü Ölüm artık Tanrı’nın cezası değil, doğanın terazisidir.
“Hiç kimse benim pençemden kaçamaz, çünkü ben yaratılışın dengesiyim.”
Bu cümledeki “denge” fikri Gospodinov’un romanına giden yolu işaret eder. Bahçıvan ve Ölüm’de artık ölüm konuşmaz; yalnızca vardır, oradadır. Tepl’in retoriği bir çığlık gibiyken, Gospodinov’un dili bir nefese dönüşür. Biri Tanrı’ya ulaşmak için bağırır, diğeri insanın iç sesini dinler. Yalnızca dinî bir kayma mıdır bu, hayır, dilin yön değiştirmesidir: Gökten toprağa, Tanrı’dan insana, sesten yankıya. O yüzden, Ackermann’ı yeniden okuduğumda artık gürültüsünü değil, sessizliğini dinliyorum, çünkü o sessizlik Gospodinov’un bahçesinde yeniden yeşeriyor.
Ölümle konuşmanın yerini ölümü hatırlamanın şiirselliği almıştır. Tepl’in çiftçisi kelimelerle direnirken, Gospodinov’un bahçıvanı anılarla onarır. Biri ölümü sorgular, diğeri ölümü belleğe dönüştürür. Ve insan bu iki uç arasında –çığlıkla sessizlik arasında– kendi varlığını hatırlamayı öğrenir.
Gospodinov: ölümle susmanın poetikası
Bahçıvan ve Ölüm’ü okurken sessizliğin de bir biçim olabileceğini hissedersiniz.
Tepl’in Ackermann’ında öfke sözcüklerin içinde yankılanır; Gospodinov’un romanındaysa aynı yankı toprağın altına çekilir. Sanki biri Tanrı’ya bağırıyor, diğeri Tanrı’nın sessizliğini dinliyor. Ve siz o sessizlikte hem bir kaybın hem de bir barışın yankısını duyarsınız.
“Babam bahçıvandı, şimdi bir bahçe.”
Bu cümle bana kalırsa romanın kalbi. İlk okuduğumda basit bir mecaz gibi görünmüştü; ama cümlenin içine biraz daha baktığımda, ölümün biçim değiştirdiğini fark ettim. Burada ölüm artık bir sona işaret etmiyor, bir dönüşümün adı.
Ölüm bahçenin kendisinde yaşamaya devam ediyor. Babadan kalan şey bir mezar değil, bir biçim; bir belleğin toprağa karışmış hali. Bahçıvan kazdığı toprağa beden ve hatıra eker. Her çukur bir mezar değil, bir hatıra. Bu yüzden Gospodinov’un bahçesi ölümün değil, hatırlamanın yeri. Okur bu sayfaları okurken kendi kayıplarını düşünüyor; ölümün bazen bir ayrılık değil, biçim değişimi olduğunu seziyor.
Gospodinov’un dili neredeyse organik bir dile dönüşüyor: rüzgârın, suyun, kökün dili. Bazen bir cümle rüzgâr gibi esiyor, bazen toprak gibi ağırlaşıyor. Her kelime bir tür sessiz emek. Ve ben bu sessizliği okurken, kelimelerin içinde bir tür dua duyuyorum; ama bu dua Tanrı’ya değil, toprağa.
“Toprak konuşmaz ama hatırlar.”
Bu satırda en çok etkili olan ses, hatırlamanın sesi. Çünkü hatırlamak yaşamanın bir devamı gibi; ölüler de ancak hatırlandıkları kadar yaşıyorlar. Bahçıvan bunu biliyor: Onun işi gömmek değil, hatırlatmak.

Tepl’in çiftçisi ölümle tartışır, modern insan ölümden kaçar. Gospodinov’un bahçıvanıysa ölümle çatışmadan, onunla aynı döngüde çalışır; bu teslimiyetten uzak, doğayla kurulan sessiz bir uyumdur. Aradaki fark insanın doğayla ilişkisini yeniden düşünmesinde gizli. Çiftçi toprağı sürerdi, bahçıvan toprağı dinliyor. Çünkü artık toprak maddenin ötesine geçti, hafızanın dili.
Romanın son sayfalarında ölümün ilk kez bu kadar sakin temsil edildiğini hissettim. Gospodinov ölümü korkunun alanından çıkarıp şefkatin ve emeğin alanına taşımıştı. Bahçıvan bana ölümden çok, ölümle birlikte yaşamanın inceliklerini öğretti. Ve o andan sonra ölüm benim için artık bir yokluk değil, bir hatırlama biçimine dönüştü.
Çünkü her hatırlayış, toprağın hafızasında yeniden filizlenen bir sestir; kimi zaman bir nefes, kimi zaman bir sessizlik. Belki de ölüm dediğimiz şey, hatıraların konuşmayı bırakıp sustuğu andır.
Hatırlamanın döngüsü
Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm romanı insanın ölümü düşünme biçimini büyük sistemlerden ya da dinlerden değil, gündelik bir eylemden, toprağı kazmaktan yola çıkarak anlatır. Bahçıvanın sessizliği hem emeğin hem de hatırlamanın dilidir. Her hareketinde bir geçmiş, her toprak tanesinde bir ses vardır.
Romanın asıl gücü, ölümü soyut bir kavram olmaktan çıkarıp bedensel bir hafızaya dönüştürmesindedir. Toprak burada bir mekândan çok, yaşayan bir bellek gibi davranır. Her mevsimde yenilenen döngü insanın doğaya karışma isteğini sezdirir; ama bunu metafizik bir huzur arayışıyla değil, yaşamın kendi devinimiyle açıklar.
Gospodinov, okuru herhangi bir inanç sistemine yönlendirmez. Onun bahçesi kutsal değildir; ama kutsal olanın bıraktığı boşluğu doldurur. Tanrı’nın sessizliğinin yerini toprağın sesi alır. Bu da romanı hem dinî göndermelere açık hem de onlardan özgür kılar.
Bahçıvanın emeği varoluşun anlamını felsefeden çok deneyimle arar. Bu yönüyle Camus’nün “yaşamı sürdürme onuru” düşüncesine, ama aynı zamanda Nietzsche’nin “dünya sevgisi”ne yakındır. Bahçıvanın çalışması bir direniş biçimidir: Unutmaya, çözülmeye, kaybolmaya karşı bir hatırlama pratiği.
Romanın dili felsefi kavramlarla değil, sezgisel bir ritimle ilerler. Gospodinov’un cümlelerinde büyük açıklamalar bulunmaz, küçük sarsıntılar vardır. Bu da metne eşsiz bir dinginlik kazandırır: Ölüm konuşulmaz, ama onunla yaşamanın bir yolu bulunur.
Böylece Bahçıvan ve Ölüm büyük hakikatlerin değil, küçük hatırlamaların romanı olur. Her şey sessizlikte yeniden biçim alır; tıpkı toprak gibi. Ölüm burada son değil, biçim değiştiren bir yaşam halidir; ne Tanrısal ne nihilist. Sadece insani…
Bir ontolojik yankı: Ackermann’dan Bahçıvan’a
Her iki kitabı, Tepl’in Der Ackermann aus Böhmen’ini ve Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm’ünü arka arkaya okuduğumda kendimi bir diyalogun ortasında buluyorum. Bir yanda bağıran bir adam var; diğer yanda sessiz bir bahçıvan. Sanki yedi yüzyıl sonra aynı sorunun yankısı değişmiş: Ölümle konuşmaktan ölümü dinlemeye evrilen bir ses... Ama söyledikleri aslında aynı:
“Ölüm gerçeğiyle nasıl yaşanır?”
Tepl’in çiftçisi ölümü bir düşman olarak görür. Karısının ölümünden sonra Tanrı’yı sorgular, adalet ister. Onun sesinde öfke vardır; inançla karışık bir itiraz. Ben o sesi okurken, insanın ilk kez kendi bilincine dokunduğu ânı hissediyorum. Çünkü o lanet aynı zamanda bir doğuştur: İnsanın Tanrı’nın sessizliğine karşı kendi dilini icat ettiği ilk an.

Gospodinov’un bahçıvanıysa başka bir çağın insanıdır. Tanrı artık konuşmaz, insan artık bağırmaz. Geriye yalnızca toprak kalır; hem yaşamın hem ölümün ortak yüzü. Bahçıvan ölümü yenmeye çalışmaz, onunla çalışır. Bu bir teslimiyet sayılamaz, bilgeliktir. Çünkü toprakta her şey dönüşür: Ölüm bile. O, ölüleri değil, anıları eker; hatırayı diri tutar. Çalışmasının sessizliğinde bir dua gizlidir, ama bu dua Tanrı’ya değil, babasına, yani kökene yöneliktir.
Belki de Bahçıvan ve Ölüm, Ackermann’ın kaybettiği huzuru arar. Çiftçi, Tanrı’ya bağırırken, bahçıvan toprağa eğilir. Birinde “adalet” sorusu vardır; diğerinde “anlam”. Biri Tanrı’ya ulaşmaya çalışır, diğeri dünyayı anlamaya. Ve bu iki figür arasında insanlığın bütün sesi yankılanır.
Artık biliyorum ki, bu iki kitap birbirine cevap veriyor. Tepl’in öfkesi Gospodinov’un şefkatinde yankılanıyor. Çiftçi konuşmayı başlatmıştı, bahçıvan onu tamamlıyor. Yedi yüzyılın sonunda dil susuyor, ama anlam derinleşiyor. Ben bu sessizliği okurken huzurun neye benzediğini anlıyorum. Belki de insan ölümü anlamaz, yalnızca hatırlar; her tohumda, her sessizlikte, yeniden.
Belleğin poetikası
Bahçıvan ve Ölüm bir kaybın değil, bir hatırlamanın romanıdır. Burada ölüm sona eren bir şeyden çok, biçim değiştiren bir varlık halidir. Baba figürü bedenden çok hafızada yaşar. Onun sesi artık duyulmaz, ama toprağın altında yankılanır. Rüzgârın yönü, toprağın kokusu, bahçenin sessizliği; hepsi aynı şeyi söyler: Hatırlamak da bir yaşam biçimidir.
Romanın parçalı yapısı yasın süreksizliğini biçimsel olarak da yansıtıyor; ama kimi zaman bu kırık yapı okuru duygudan çok biçime yaklaştırıyor. Gospodinov’un ritmik sessizliği, duygunun akışını törensel bir yavaşlığa dönüştürebiliyor. Bu kadar kişisel bir hikâyenin otobiyografik sınırları aşarak ortak bir hafızaya dönüşmesi kolay değildir; Gospodinov bunu kısmen başarır, ama kişisel ton kimi sayfalarda romanın düşünsel derinliğini gölgeler.
Gospodinov’un dünyasında ölüm bir olgu değil, bir süreçtir. Kaybın kendisi değil, kaybı taşımaya devam eden bilinçtir asıl mesele. Ölüm burada bitişten çok, sürekliliktir; insanın doğaya, doğanın sessizliğe, sessizliğin hatıraya karıştığı bir döngü. Her şeyin birbirine geçtiği o ince çizgide, bahçe bir mezar olmaktan çıkar, bir bellek olur.
Bahçıvan kazdıkça geçmişi bulur. Her çukur bir hatıradır, her kök bir sestir, her sessizlik bir yankıdır. Ölümle savaşmaz, onu toprağın bir parçası gibi işler. Böylece yas bir işçiliğe, hatırlamak bir emeğe dönüşür. Her hareket hem kaybın hem yaşamın devamını sağlar. Çünkü toprak yalnızca saklamaz; dönüştürür.
Ama bu hatırlama bütünüyle huzurlu sayılamaz. Hafıza, şefkatle melankoli arasında kalır. Hatırlamak bir tür yeniden yaşamak gibidir, ama aynı zamanda biraz daha gömülmektir. Her kazma darbesi, geçmişe biraz daha yaklaşmaktır. Bahçe büyüdükçe yas da derinleşir. Her çiçek, bir anının yeniden doğuşudur.
Yine de Gospodinov’un romanında bu döngü bir acıyı temsil etmez, daha çok bir kabul biçimidir. Ölümle birlikte yaşamak hatırlamanın etik bir biçimine dönüşür. Korku yerini şefkate bırakır; sessizlik yokluk değil, bir tanıma halidir. Çünkü toprağın dili konuşmaz, ama hatırlar.
Bahçıvan ve Ölüm, ölümün sessizliğini dinlemeyi öğreten bir roman. Gospodinov babayı diriltmez; onu belleğin döngüsüne yerleştirir. Böylece ölüm bir son olmaktan çıkar, hafızanın biçimi olur. Bahçe ise o biçimin en sessiz yüzü. Ama bu sessizlik aynı zamanda romanın en riskli alanı. Sessizliğin estetiği kimi anlarda anlatının devinimini yavaşlatıyor; hatırlamanın gücü kadar ağırlığını da hissettiriyor.
KAYNAKÇA
- Johannes von Tepl, Der Ackermann aus Böhmen.
- El yazması: Cod. Pal. germ. 76 (Heidelberg) / Cod. Vind. 2880 (ÖNB Wien), ca. 1401.
- Georgi Gospodinov, Bahçıvan ve Ölüm, çev. Hüseyin Mevsim, Metis Yayınları, İstanbul, 2023.
- K24 Kitap, “Babam Bahçıvandı, Şimdi Bir Bahçe”, çevrimiçi eleştiri yazısı, 2025.
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Şamil Yayınları, İstanbul, 1983.
- İbn Arabî, Fütuhatü’l-Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2019.
- Tanah, Tekvin 2:7.
- Bhagavad Gita, çev. Barbara Stoler Miller, Bantam Books, New York, 1986.
- Albert Camus, Le Mythe de Sisyphe, Gallimard, Paris, 1942.
- Friedrich Nietzsche, Also sprach Zarathustra, Ernst Schmeitzner Verlag, Chemnitz, 1883.
- Sigmund Freud, Jenseits des Lustprinzips, Internationaler Psychoanalytischer Verlag, Leipzig, 1920.
- Karl Marx, Ökonomisch-philosophische Manuskripte aus dem Jahre 1844, Dietz Verlag, Berlin, 1953.