Her Şey Dans Ediyor'dan:
“Hayatlarımın aşkı...”
Daha önceden Arızanın Merkezine Seyahat adlı romanı yayımlanan Sona Ertekin'in Her Şey Dans Ediyor adlı romanı önümüzdeki günlerde Everest Yayınları tarafından basılıyor. Kitaptan kısa bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz.

Sona Ertekin
Şarkı bittikten sonra plağın dönmeye devam ettiği sonsuz bir boşluk vardır. Güzel bir şeyin artık sona erdiğini inkâr eden bir dönüştür bu. Sessizliğin yerini doldurmaya yeltenen o toz kokulu beyaz gürültü hiçbir şey olmamışçasına devam eder. Ta ki birileri müdahale edip plağı değiştirene ya da elektrikler kesilene kadar. Oysa şarkının ruhu orayı çoktan terk etmiş, başka bir yerde yeni bir hikâye başlamıştır.
Gözünü açtığında plağın ne kadar zamandır boşa döndüğünü bilemedi Kerim. Rakısından bir yudum alıp pikabı sürekli tekrar eden hışırtılı acısından kurtardı ve plakların durduğu bavula uzandı. Ölüm Allahın Emri. Sene 1972. Kırkbeşliğin kapağında Barış Manço hırçın denizleri ardına almış, üzerinde işlemeli kaftanıyla göklere yakarıyordu. “Kim aramış kim bulmuş dertlerine çare, ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” nakaratından sonra öyle derin bir of çekiyordu ki insanın ciğerini sökseler daha fazla acımazdı. Kayıt günü vaktinde uyanıp stüdyoda olsaydım o zurnaların oraya koyulmasına asla izin vermezdim, diye hayıflandı içinden. Sırf bu zurna yüzünden tahammül edemiyordu güzelim şarkıyı dinlemeye! Sonra plağın arkasını çevirip vazgeçemediği o nağmeyi koydu. Pikabın iğnesini parmağının ucuna konmuş bir serçe gibi nazikçe yerinden kaldırıp plağın üzerine bıraktı.
Önce uşşak makamında içli bir keman ve kanun taksimi ki kadehi kafaya diktikten sonra fırlatıp atasın gelir, çarptığı yerde tüm ümitlerinle birlikte tuzla buz olsun! Ardından o tanıdık Kurtalan gitarı ve “Hey heeeeeeeey! Heey heeeeeeeey hey heeey hey heeey!.. Gamzedeyim, deva bulmam. Garibim, bir yuva kurmam... Kaderimdir hep çektiğim, inlerim hiç reva bulmam...” Hey gidi Tatyos Efendi! Sen aşkından öyle bir şarkı yaz ki nesillerce dinlensin! Yine de gam ve keder içinde yapayalnız öl ve kilise kayıtlarına “çalgıcı” diye yazsınlar. Bir ömrün hasılasıymış derler bu şarkı...
“Abi daha fazla içme istersen,” dedi Kâhin. “Zaten artık dönmemiz gerekiyor.”
Eski bir dostun omuzuna yaslanır gibi başını elindeki kadehe dayamış Kerim’in gözleri yarı kapalıydı. “Müsaade et de şarkı bitsin,” diye imalı bir tonda cevap verdi.
Şarkı nihayet bitip iğne plağın kara boşluğunu okşamaya başladığında gözlerini zorla açarak pikabın arkasındaki pencereden dışarı baktı. Sağlı sollu uzay taşları ve metafor yağmurları arasında tam gaz gidiyorlardı ki semaverde çay kaynadığı sürece çok da sorun değildi. Tam karşısında, karanlık boşluğun içinde, ela rengi hareli, masmavi bir misket belirdi sonra... Üstünde de kuş tüyünden, efil efil beyaz bulutlar... Uzaktan daha da mı güzel görünüyordu bu gezegen? Kontrol panelindeki tarih göstergesini şöyle bir karıştırıp 2015 yılının ekim ayına ayarladı.
Kararlı bir şekilde “İnişe geçiyoruz,” dedi Kaptan Kerim. “Görünmezlik kalkanlarını hazırla.”
“Aman abi! 2000’lere ne zaman gelsek sonra başımız ağrıyor. Hemen eve dönmek istemiyorsan önce bir mola verelim. Daha dönüş yolunda sıçrama yapacağız... Mesaiye yazdırırım ben, araştırma deriz olur biter.”
“Sana bu yan sanayi yazılımı yüklediğimiz iyi oldu Kâhin. Hem ucuza geldi hem de delikanlının halinden anlıyorsun. Şimdi kalkanları hazırla ve inişe geç.”
“Abi yapma gözünü seveyim...”
“Kırmızı Yıldızların geldiği geceyi hatırlıyor musun Kâhin? Hatırlamıyorsun tabii, nereden bileceksin? Bizi anamız babamız değil yıldızlar evlendirdi. Hey gidi Babadost! Hey gidi Estergon Beşlisi ve Barbarlar. Hey gidi Suzan. Ah Suzan... Hayatlarımın aşkı... Bu sefer onu bulmadan hiçbir yere gitmiyoruz Kâhin, bunu programının bir yerlerine kodla. Biraz da buz getir. Şimdi alçalmaya başla,” dediğinde bir sessizlik oldu. Bilgisayar bile biliyordu bu noktadan sonra onu vazgeçiremeyeceğini.
“Boğaz’ı yakından görmeyeli çok oldu, şöyle bir Ortaköy’e inelim.”
“Kaptan, optik kamuflaj stabil çalışmıyor, risk almasak mı?”
“İn in in... Hey gözünü sevdiğim be, hey dünya güzeli...”
İstanbul’dan ayrılmanın en güzel yanı geri dönüşüdür derler ama Gebze trafiğine girmeyenler için dönüş daha bir keyifliydi. 73’te Sarıyer’de bir konaktaki özel davette çalmışlardı bir defasında. Parti sabaha kadar sürmüştü. Eve dönerken kafası öyle güzeldi ki arabanın arka koltuğuna yayılmış, manzarayı izlerken mest olup kendinden geçmişti Kerim. Sık ormanlarla kaplı tepelerin zümrüt yeşili ve Boğaz’ın koyu mavisi içinde süzülen devasa yük gemileri, yarısı siyah, yarısı kırmızı gövdeleriyle büyüdükçe büyüyor, uzadıkça uzayıp göğe yükseliyordu sanki. Var mıydı İstanbul gibisi?
“Bana bak... Köprünün kenarında adam mı var bana mı öyle geliyor?”
“Pozitif,” diye cevap verdi Kâhin. “İntihar vakası.”
“Yaklaş gözünü seveyim, kim bilir ne derdi var garibin. Otomatiği devreden çıkar, ben hallederim.”
“Aman diyeyim kaptan, herkesin gözü önünde nasıl olur?”
“Hallederiz be oğlum, amma tatava yaptın! Gam-zede adam, görmüyor musun? Gariplerin de bir elinden tutan olmasın mı? İyice alçalıp suya değdiği yerden kaptığımız gibi kurtarırız bahtsız kardeşimizi!”
Kâhin verileri işleyip risk analizini çoktan yapmıştı da duruma en uygun üslubu yüklemeye çalışırken yüksek perdeden bir alarm devreye girdi.
Gözlerini devirerek “Hayırdır?” dedi Kaptan Kerim sıkıntıyla.
“Acil durum!” diye yanıtladı Kâhin. “Nihai hesaplamalardan sonra elimizde kalan iki adaydan birinin hayatı tehlikede ve durum kritik. Sinyal Ankara’dan geliyor.” İçinden geçirebilse “Şükür!” diye geçirirdi zavallı bilgisayar. Bir usulsüzlük cezası daha alırlarsa gemiyle birlikte hurdaya çıkarılacaktı.
Köprüdeki adam korkuluğu aşmış, geriye uzattığı iki eliyle bariyerlere tutunmuş, atlamak üzereydi. Yanında müzakere timinden bir görevli, elinde telsizle dikilmiş, adamcağıza laf anlatmaya çalışıyordu. Art arda dizilen araçların hıncahınç doldurduğu köprüde trafik kilitlenmişti.
Bir an durup iç çekti Kerim... Rakısından kalan son yudumu kafaya dikip, “Kusura bakma birader,” diye geçirdi içinden. Sonra başını kaldırıp Kâhin’e nihai komutu verdi.
“Doğruca Ankara’ya çek. Detaylı verileri görüntüle.”
İnsanların her gün işe gidip gelirken Asya’dan Avrupa’ya geçmesi ya da gece yarısı Avrupa’da kafayı bulup sabah Asya’da uyanması ne kadar sıradan görünse de aslında müthiş bir şeydi. Güneşin ışıl ışıl parladığı, Boğaz’ın yüksek çözünürlüklü görkemiyle şımarık bir genç kız gibi hava attığı, hele de arabada müzik çalıyorsa insana kendini bir filmin içinde gibi hissettiren, ölmek için bile muhteşem bir gündü belki de... Kerim’in optik kamuflajlı zaman gemisi kimselere görünmeden ışık hızıyla uzaklaşırken trafikte kendine asırlar gibi gelen o kırk beş dakika boyunca arabasında bekleyen bir kadının, yan koltuktaki arkadaşının da gazıyla camı indirip, “Yeter be, atlayacaksan atla!” diye bağırdığı sırada aklından ne geçtiğini bilemiyoruz ama pardösüsünün etekleri rüzgârda savrulan adam kendini boşluğa bırakmadan önce dönüp kadının gözlerine bakmak istememişti zira umurunda bile değildi insanların kötülüğü artık. Gideceği yerde onların olmayacağını umuyordu...
Köprüde görevli müzakereci polis bugüne kadar pek çok intihara şahit olmuştu. Boğaz Köprüsü’nde intihara girişmek ciddi bir işti ve birkaç kutu hap yutup miden yıkandıktan sonra ağlayarak uyanmaya benzemezdi. Köprüye çıkanların çok azının şov yapmaya yeltendiğini ve %99’unun atlamaya kararlı olduğunu çok iyi biliyordu. İlk etapta atlamayanların çoğunlukla ikna edilebileceği tecrübeyle sabitti ama intihara kalkışan kişi, umudunu tüketmiş bir genç değil de saçlarını çoktan ağartmış, yetmişlerine merdiven dayamış bir adamsa bu ihtimal zayıflıyordu... Müzakere memuru, yaşlı adamın ellerini korkuluklardan ayırıp boşluğa süzülmesine hazırdı ama arabanın camından “Atla!” diye bağıran kadın canını sıkmıştı.
Trafik açıldıktan sonra köprü çıkışında durdurulan iki kadın “intihara teşvik” suçundan gözaltına alınacak, birkaç saat havanda su dövüldükten sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılacaktı.
(s. 11-15)

Her Şey Dans Ediyor
Everest Yayınları
Şubat 2024
327 s.
PLAYLIST:
Önceki Yazı

Ya Dostoyevski ile Tolstoy aynı kişiyse?
“Bayard, Tolstoyevski’nin yazdığı Anna Karenina, Suç ve Ceza, Diriliş, Cinler, Karamazov Kardeşler, İvan İlyiç’in Ölümü romanlarından pasajlarla bir insanın içinde yaşayan farklı farklı sesler arasında kitap boyunca dolaşır. Sonra psikanalist kimliğine dönerek, huzur bulabilmek için içimizdeki bu seslerle barışmamız gerektiğini salık verir.”
Sonraki Yazı

Haftanın vitrini – 8
K24'ün vitrini... Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Aç Melek / Ailenin Ötesi / Gandhi ile Molotof Kokteyli İçmek / Hayaletbilim / Kendini Savunmak / Oyunbozan Feministin El Kitabı / Sosyofobi / Tekniklerde İcat / Yalnızlığın Anatomisi / Yaşını Gösteren Kadınlar