Haftanın vitrini – 6
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Beyin Dünyayı Nasıl Oluşturdu / Çizginin Boşluğu / Devrim ve Meşrutiyet / Dijital Toplumun Sosyolojik Teorisi / Göçebeler / İşten Sonra / Keyif: Sol ve Sağ / Kız’la Randevu / Komünizm İş Başında / Nazi Gibi Düşünmek


Beyin Dünyayı Nasıl Oluşturdu:
Bölünmüş Beyin ve Modern Dünyada Yarım Kürelerarası Asimetri
çev. Canberk Şeref
Pinhan Yayıncılık
Ocak 2025
920 s.
Beyin Dünyayı Nasıl Oluşturdu’nun ana konusu beynin yarım küreleridir. McGilchrist, yarım küreler hakkında popüler düşünceye yerleşmiş basmakalıp algı ve tanımlamaları muazzam genişlikte bir literatürden faydalanarak sorguya alır. Fakat kitapta sadece dar odaklı bir nöroloji ya da nöropsikoloji perspektifi hâkim değildir, bilakis yazar beynin yarım küreleri üzerine öne sürdüğü savı kültür tarihi, düşünce akımları ve modern dünyanın zaaflarını incelemek için kullanır. Kitabın ilk yarısı okuyucuya gerekli nörolojik bilgi temelini sağlarken, ikinci yarısı da bu incelemelere ayrılır. Orijinal dilinde ve çevirilerinde gördüğü ilginin, okuması zor olan ve sadece alanın uzmanlarına hitap eden alışılageldik bilimsel çalışmaları aşmasının sebebi de muhtemelen budur. Yarım kürelerin birbirlerinden farkı nedir? Kültürün ve dünya algımızın oluşumunda nasıl rol oynarlar? Modern dünya neden bu hatalara düşmektedir?
“Bu kitap, beynin sağ ve sol yarım küreleri arasındaki farklılıkların ve toplum, tarih, kültür üzerindeki etkilerinin öncül bir keşfi – klasik olma itibarını hak eden sayılı çağdaş eserden biri.”
–Nicholas Shakespeare, Times
“Son derece kayda değer bir kitap… Hem deneyimli bir psikolog hem de zeki bir filozof olan McGilchrist, beynin iki yarım kürenin ilişkisine yeni bir ışıkta bakıyor, sadece ilginç bir nöroloji sorunu değil de kültürümüzü şekillendirmede can alıcı bir etmen olarak ele alıyor. […] Tüm bunları harika bir şekilde, merak uyandıran bir biçimde işliyor. Kitabı elimden bırakamadım.”
–Mary Midgley, The Guardian

Çizginin Boşluğu
Norgunk Yayınları
Ocak 2025
191 s.
Zeynep Sayın, düşünce dünyamıza kazandırdığı eserlerine bir yenisini daha ekliyor: Çizginin Boşluğu. Çizgi ve boşluk! İlk bakışta birbirine zıt gibi görünen bu iki kavram, aslında yaşamın dokusunu oluşturan, birbiriyle örülmüş yapılar. Kendilerine benzemeyen, başlangıçlarını ve sonlarını yalnızca kendilerinde değil, yayıldıkları her şeyde, derinlere işlemiş biçimde taşıyan çizgi ve boşluk, insanı ve toplumu yeniden, farklı bir gözle okumaya davet ediyor bizi.
Bu iki kavramı metnin odağına yerleştiren Zeynep Sayın, imgelere, kavramlara, nesnelere, kimi olay ve olgulara uğrayarak sanatın, yazının, yazın’ın, şiirin ve aktüalitenin sınırlarına dek genişleyen bir dizi çözümlemeye girişiyor. Yazar, çizgi ve boşluk arasındaki gerilimle oynayarak, bizi yalnızca gördüğümüzü değil, görmediğimizi, boşlukta yaratılan ince-kalın çizgileri, eksik bırakılanı düşünmeye çağırıyor. Bir akış hâlinde ilerleyen metin, diller arasında özgürce dolaşırken kışkırtıcı keşiflerle dolu, çok boyutlu bir anlatı inşa ediyor. Zeynep Sayın, bunu yaparken sözünü felsefenin, sanatın ve edebiyatın yaratıcılığıyla harmanlamaktan çekinmiyor, hatta bu harmanı metnin özüne dönüştürüyor.
Peki, çizgi nasıl bir norm haline gelebilir? Düzlük, doğruluk gibi kavramlar, içeriğini bir hizada ölçüp biçerken neyi dışlar, neden dışarıda bırakır? Haritalar, mülkler, hudutlar, yasalar ve toplumların sınırlarını belirleyen çizgiler, gerçekten de sadece çizgi midir? Yakından bakıldığında, boşluklardan oluştuğu görülen bu çizgiler, aslında nasıl bir terbiye aracı olarak kullanılır? Cetvel, sadece düz bir araç mı, yoksa aynı zamanda toplumsal ve bireysel düzlemleri eğip büken bir metafor mu?
Sayın, bu soruları ele alırken çizgiyi bir sınır, bir norm, bir düzen işareti olarak düşünmekle yetinmiyor; onu boşlukla birlikte düşündüğünde ortaya çıkan gizil anlamları da açığa çıkarıyor. Çizgi, başlangıcı ve sonuyla nihai bir hüküm değil, aksine bir yol, bir akış. Boşluk ise yalnızca eksiklik ya da yokluk değil; hareketin, değişimin, hatta varoluşun kendisi.
Çizginin Boşluğu, yalnızca bir metin değil, bitmeyen bir sorgulama ve düşünme alanı. Kendisini, tıpkı uzay düzlemine çekilmiş bir çizgi gibi uzatıyor, derinleştiriyor ve her okunuşta yeniden yazılıyor. Çizginin Boşluğu’nun ardından elinizde oylumlu bir çizginin yarattığı çarpıcı bir boşluk kalıyor.
Zeynep Sayın gibi söylersek: Başlangıçta cetvel vardı.
… Uzaktan bakınca yüksek olarak algılanan bir dağ, zirvesine ulaşınca artık dağ olarak algılanmazdı. Düz çizgiler de düz ve doğrusal ilerlemez, düzlüğe çıkartmazdı. Düzlük ve düzeltme siyaseti kıtaları, ülkeleri, bedenleri yarar, yaralar, parçalarken bile düz değildi. Çizgi zaten düz değildi. Yeterince yakından bakınca doğrudan noktaya giden çizgi parçalanır, kırılır, sınırları belirsizleşir, çizginin içindeki yarıklar, uçurumlar, kopmalar, kırışıklıklar, katlar, çizikler, kırıklar, yırtıklar belirirdi. İlle de çizgilerin varması gereken bir kaçış noktası olmadığı gibi çizgi de noktaların kesintisiz sürekliliğinden, birbirine ilmiklenişinden oluşmazdı. Dokumalarda, düğümlerde, ağlarda, ağaçlarda da çizgiler, kesintili, kesintisiz çizgiler, bu kesintilerin arasında boşluklar vardı…

Osmanlı İmparatorluğu ve İran’da Devrim ve Meşrutiyet
çev. Ülke Evrim Uysal
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Ocak 2025
535 s.
20. yüzyılın başında Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da hemen hemen eşzamanlı olarak üç devrim patlak verdi: Rus (1905), İran (1906) ve Osmanlı (1908) devrimleri. Her üçünün de hedefi aynıydı: Bir anayasa yapmak ve keyfi, despotik rejimlere son vermek. Bu devrimlerden son ikisine, İran ve Osmanlı devrimlerine odaklanan Dr. Nader Sohrabi, çağdaş tarihyazımında dönüm noktası sayılabilecek bir kitap kaleme almış. Osmanlı ve İran kaynakları hakkında derin bir bilgiye dayanan, son derece dikkatle yazılmış bu eser İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi konusunda yeni perspektifler açıyor. Yazarın farklı analiz düzeylerini –yerel, bölgesel ve küresel- kullanış biçimi bu devrimci hareketlerin başlangıçları ve gelişme seyirlerine yeni bir ışık tutuyor. Hem öne çıkan aktörlerin hem de alttaki siyasal, ekonomik, toplumsal kültürel güçlerin oynadıkları rolleri gösterirken, İran ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durumlar hakkında aydınlatıcı karşılaştırmalar yapıyor. Hem geçmişi hem de bugünü anlamak isteyen okur için temel bir kaynak.
–François Georgeon
Bu son derece analitik çalışma, 20. yüzyıl başının çok önemli siyasal gelişmelerinden biri ve sadece Türkiye için değil, o sırada Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa, Asya ve Afrika’da bulunan her parçası için can alıcı bir konu olan 1908 Jön Türk Devrimi’ni, devrimlerin daha geniş sosyolojik bağlamına yerleştirmeyi amaçlıyor. 20. yüzyıl başının, önde gelen teorisyenler tarafından genellikle göz ardı edilmiş, iki büyük devriminin (1905-1906 İran ve 1908 Jön Türk devrimleri) önemini vurgulamasıyla da devrimci nitelik taşıyan bir çalışma söz konusu. Dr. Sohrabi, çok titiz bir arşiv çalışmasına dayanarak Osmanlı tarihinin ve toplumunun son dönemini çok ayrıntılı bir biçimde ve ustalıkla yeniden yorumluyor.
–Şükrü Hanioğlu

Dijital Toplumun Sosyolojik Teorisi
–Bizi Birbirimize Bağlayan Kodlar
çev. Hurinaz Sarı
Ayrıntı Yayınları
Şubat 2025
272 s.
Ori Schwarz, kendisinden evvelki sosyoloji teorilerini ve tartışmalarını bir ders kitabının basite indirgenmiş kabalaştırmalarından sıyrılarak, konuları derinlemesine ele alırken, titizlikle ördüğü teorisini son derece sarih bir şekilde ortaya koyuyor. Toplum, iktidar, benlik, kapitalist çalışma ve iş gibi sosyolojinin kadim kavramlarını sorunsallaştıran Schwarz, kapitalizmin 70’lerde emekle mücadelesinde girdiği krize yanıt olarak şirketlerin ve devletlerin yön verdiği dijitalleşme sürecinin sosyolojinin temel taşlarında zorunlu olarak kavramsal değişikliklere kapı araladığına işaret ediyor.
Schwarz, 70’lerdeki sınıfların öneminin kalmadığı veya işçi sınıfının dönüştürücü gücünü yitirdiği yönündeki sanayi sonrası “enformasyon toplumu” teorilerinin başlıca iddialarından biri olan “çalışmanın son bulacağı” efsanesini ampirik örneklerle çürütürken, artık “tüketirken” ve hatta “haz alırken” bile üretimin bir parçası haline gelişimizi tartışıyor. “Örgütsüz” kapitalizm teorilerinin temel iddialarından biri olan sermayenin yerini teknokratların ve menajerlerin alacağı bir elitler yönetiminin de gerçekliği yansıtmadığını hatırlatıyor. Aksine, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, çalışma zaman-uzamı ile boş zaman-uzamı arasındaki ayrımı geçersiz kılacak ölçüde kapitalist üretim lehine yeniden düzenlemiştir. Yaşam alanlarımıza hükmeden algoritmaların “duvarlarla çevrili toplum”, “etkileşimci toplum” tanımlarının da izahını güçleştirmektedir. Yazar ayrıca Bourdieu’dan devraldığı sosyal sermaye kavramını dijitalleşen ve nesneleştirilen yaşamlarımıza ne kadar içsel olduğunu örneklerle anlatmaktadır. Yaygınlık kazanmış sosyal sermayenin hem şirketlerin hem de yaşam alanlarımızın kaçınılmaz kurucusuna dönüştüğünden hareketle, Goffman’ın “benliği sunumu”, Bauman’ın “akışkan toplumu”, Castells’in “ağ toplumu” kavramsallaştırmalarını yeniden mercek altına alan Schwarz, ayrıca Latour’un Aktör Ağ Teorisini masaya yatırmaktadır. Toplumsal ve kişisel belleklerimiz dahil tüm verilerimiz artık nesneleşirken, bağlantısal belleğin şekillenişinde canlı emeğin sermayenin bir bileşeni oluşuna tanık oluruz. Sözleşmenin yerini sözleşmesiz bir iktidar pratiği devralmıştır. Nitekim, algoritmik iktidar Weberci bürokratik iktidar kavramını sorgulanır hale getirmiştir. Peki, bu duvarsız fabrika toplumunda her yerde gözetlenen ve denetlenen bizler için çıkış yolu yok mudur? Schwarz tam da bu noktada, “aşağıdan gözetim”, “sabotaj” gibi direniş yöntemlerinin halihazırdaki etkinliğine dikkat çekerken, kavramsal dağarcığımıza önemli katkılar sunmaktadır.

Göçebeler: Dünyamızı Şekillendiren Gezginler
çev. Nurettin Elhüseyni
YKY
Ocak 2025
280 s., büyük boy
Göçebeler yerleşik toplumlar ile gezgin toplumlar arasındaki dönüştürücü ve çoğu kez kanlı ilişkinin binlerce yıllık tarihini inceliyor. Anthony Sattin bu iki farklı yaşam tarzının sıklıkla göz ardı edilmiş ve birbirinden ayrılmaz bağlantılarını açıklarken, insanlığın uygarlık macerasına benzersiz bir bakış sunuyor.
Bizi insan kılan tedirginlik/yerinde duramama halinin evrimsel biyolojisi ve psikolojisini araştıran Sattin’in bu kapsamlı çalışması, Kitabı Mukaddes öncesi dönemden günümüzdeki gerileyiş sürecine dek, göçebeliğin uygarlığımızı besleyen etkileyici gücünü anlatıyor.
Göçebeler Neolitik Devrim’den Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne, Arap, Moğol ve Babür imparatorluklarından İpek Yolu’na ve modern kültüre uzanan sıra dışı bir tarih yolculuğu.
“Çekici hikâyeleri tarihin destansı ilerleyişiyle harmanlayan ve masalsı çağrışımlar uyandıran edebi bir yapıt…”
–Jerry Brotton
“Vicdan özgürlüğünün, hareket ve yer değiştirme özgürlüğünün coşkulu bir savunusu; bağımsızlığa, özgür ruha ve doğanın ritimleriyle uyum içinde olmaya romantik bir övgü.”
–Marc David Baer
“Gazeteci ve seyahat yazarı Sattin’den, göçebe kültürlerin modern uygarlığın gelişiminde oynadığı role ilişkin aydınlatıcı bir inceleme.”
–Publishers Weekly
“Sınırlarla bölünmüş günümüz dünyasına ilişkin sarsıcı dersler sunan, güzellik ve büyüleyici ritimle dolu bir kitap.”
–The Times

İşten Sonra: Evin Tarihi ve Özgür Zaman Mücadelesi
çev. Melis İnan
Otonom Yayıncılık
Ocak 2025
264 s.
Çalışma-sonrası fikirleri tartışan bu kitap, ücretli iş ve ücretsiz ev işi ayrımı temelinde cinsiyete dayalı işbölümü ve zaman düzeninin kapitalizmde nasıl yapılandırılıp sürdürüldüğünün kısa bir panoramasını sunuyor. Ama kitabın asıl can alıcı sorusu, kapitalizmin tüm o ilerleme, teknolojik gelişme vb. vaatlerine rağmen, ücretsiz işleri yapan kişilerin, özellikle de kadınların çalışma zamanının ve iş yükünün neden hiç azalmadığı, hatta arttığı sorusu.
Bunun bir nedeni, teknolojik ilerlemelerin emek zamanını ve miktarını azaltma vaadinin sadece fabrikalardaki, ofislerdeki vb. işlerde geçerli olması ve ücretsiz ev işlerini göz ardı etmesi, diğeri de ev işlerini kolektif olarak çözmek yerine bireyselleştirip çekirdek ailede özelleştirmesi. Bu anlamda yazarların önerdiği ve özgür zaman mücadelesini şekillendirip yeniden üretim alanına genişletebilecek üç mefhuma kulak vermek önemli: komünal bakım, kamusal lüks ve zamansal egemenlik.

Keyif: Sol ve Sağ
Axis Yayınları
çev. Erkal Ünal
Ocak 2025
191 s.
Eserlerini yayımlamaktan sevinç duyduğumuz Todd McGowan, yeni kitabı Keyif: Sol ve Sağ’da siyasetin belki en göz ardı edilen, ama en güçlü dinamiğini, “keyif” kavramını merkeze alarak alışılmadık bir perspektif sunuyor. Keyfi yalnızca hazla sınırlı bir deneyim olarak değil, hazzı aşan, bilinçdışından beslenen ve aşırılık içeren bir olgu olarak ele alıyor. Solun ve sağın siyasi projelerinin, hangi keyif biçimlerinin baskın olacağına dair bir mücadele olduğunu savunan McGowan, bu kavramın siyasete nasıl damgasını vurduğunu berrak bir üslupla inceliyor.

Kız'la Randevu
çev. Roza Hakmen
Siren Yayınları
Ocak 2025
160 s.
Eleştirmenlerin büyük beğeniyle karşıladığı bu ilk roman, ölmek için yollara düşen tüm umutları tükenmiş bir adamın, bir bağımlının hikâyesini yaratıcı bir yaklaşımla sayfalara yansıtıyor. Meksika kırsalının atmosferini hem duyusal hem duygusal bir yoğunlukla canlandıran, kahramanın karanlık yolculuğunu büyülü bir biçimde anlatan García Elizondo, metni adeta sinematografik bir hassasiyetle ince ince dokuyor ve yaşam yolunun rahat, ölümün de sanıldığı kadar kolay lokma olmadığını ortaya koyuyor. Güvenilmez anlatıcısını ateşle kuşatılmış bir akrep kadar çaresiz bir düzleme yerleştiren García Elizondo, Latin Amerika edebiyatının belli başlı klasiklerine de saygı duruşunda bulunuyor. Kız’la Randevu, sonu ölüme varan bir yolda gerçekle hayali, ruhla maddeyi, yaşamla yitimi iç içe geçiren ve İspanyolca yazında heyecan verici yeni bir yeteneği müjdeleyen kısa, güçlü ve etkileyici bir roman.
"İspanyolca edebiyatın son yıllardaki en etkileyici çıkış romanlarından biri."
– La Vanguardia

Komünizm İş Başında:
Kapitalizme Karşı Sosyal Güvenlik Sistemi
Söyleşi: Amélie Jeammet
çev. Aslı Sümer
Metis Yayınları
Şubat 2025
248 s.
Bernard Friot ömrünü Fransa’daki sosyal güvenlik sisteminin tarihçesini incelemeye adamış bir araştırmacı. Çalışmalarının sonucunda “genel vatandaşlık geliri” ya da kendi tercih ettiği adla “kişi olma vasfına maaş” kavramını geliştirdi ve bu kavram gerek COVID-19 salgını gerekse iklim krizi dolayısıyla gündeme gelen ekonomik küçülme teorisi içinde önemli bir yer tuttu. Friot Fransa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sendikaların yönetiminde yer aldığı sosyal güvenlik sisteminin fiilen komünizmi hayata geçirdiğini düşünüyor ve komünizmi “iş başında” olduğu dönemdeki uygulamalarla değerlendirmek gerektiğini savunuyor.
Kapitalizm, Arzu ve Kölelik kitabından tanıdığımız, Marx ve Spinoza’nın felsefelerinden yola çıkan Frédéric Lordon ise “iş başındaki” komünizmin güçlü ve zayıf yanlarına dikkat çekiyor. Günümüzde yaygın eğilim olan anarşizan sistem dışına kaçış karşısında Friot’nun komünizm projesine neden ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor.
İkilinin hemfikir olduğu noktalar kadar iktisat, siyaset felsefesi ve sosyoloji alanlarındaki görüş ayrılıklarının da incelikle tartışıldığı kitapta Rancière ve Bourdieu düşüncelerinin bir kez daha karşı karşıya geldiğini görüyoruz.
Bu güzel ve sahici tartışmanın günümüzde siyaset ve sosyal güvenlik sistemi üstüne düşünen okurlarımızın ilgisini çekeceğine inanıyoruz.

Nazi Gibi Düşünmek Nazi Gibi Davranmak
–Kan Yasası
çev. Yurtsay Mıhçıoğlu
Alfa Yayınları
Şubat 2025
552 s.
Nazi suçlarının kapsamı ve eşi görülmemiş niteliği karşısında tarihçiler, altta yatan nedenselliği anlamakta zorlanıyor ve bu nedenler bugün de karanlıkta kalmaya devam ediyor. Ancak bu canavarca davranışlar normatif temellere ve ciddi biçimde ele alınması gereken hukuki bir argümana dayanıyordu. Johann Chapoutot, tam da bunu gerçekleştiren bu geniş kapsamlı çalışmasında filozofların, hukukçuların, tarihçilerin ve doktorların, ırkı hukukun temeli yapan teorileri nasıl geliştirdiklerini inceliyor. Bu teoriler, kan yasasını doğanın yasası haline getirerek üremeyi, yok etmeyi ve hâkimiyet kurmayı meşrulaştırıyordu.
Chapoutot, dönemin kamuya açık veya özel kaynaklarına –yazışmalar, kişisel günlükler–, bilim anlayışına ve sinema eserlerine bağlı kalarak ve onları derinlemesine inceleyerek, aktörlerin bu normları nasıl benimsediğini ve böylece eylemlerine nasıl bir anlam ve gerekçe kazandırdığını etkileyici bir şekilde gösteriyor. Issız bir köşede bir çocuğu öldürmek bile, biyolojik düşmana karşı askeri bir cesaret olarak görülebiliyordu. Eğer tarihçinin mesleği yargılamak yerine anlamaksa ya da daha iyi yargılayabilmek için daha iyi anlamaksa, bu kitap Nazizm fenomenine yeni ve özgün bir ışık tutuyor.
Önceki Yazı

Racism in Turkey:
Context, Questions and Stakes
Interview with Helen Mackreath
“Discussions of racism have the potential to be politically subverted if they treat racism or 'race' as an isolated question of 'othering' – particularly liberal approaches to identity politics which don’t consider the fundamental entanglements between racism, capitalism, imperialism and patriarchy.”