Garth Greenwell ile Sana Ait Bir Şey üstüne:
“Tekinsiz temas noktalarını anlamaya çalışmak...”
“Kuzey Amerika ve Avrupa’daki geylerin 2000’lerden itibaren elde ettiği siyasi kazanımlar, büyük ölçüde gey deneyiminin –çarka çıkmak, hafifmeşreplik, çeşitli karşı kültür yaşamları gibi– son derece değerli yönleri reddedilerek elde edildi.”

Garth Greenwell
Sohbetimize edebiyatla olan bağınızın nasıl şekillendiğini ve bu bağı nasıl tanımladığınızı sorarak başlamak istiyorum.
Edebiyatla çok sonradan bağ kurdum – 17-18 yaşıma kadar gerçek anlamda okumadım; 21 yaşıma kadar da kendimi edebiyata adamadım. Edebiyat –okumak, yazmak, öğretmek– hayatımın temel meşguliyeti haline geldi. Varoluşu anlamaya çalışmamın en iyi yolu oldu.
Peki yazmaya ilk ne zaman başladınız? Erken mi, (örneğin günlük tutarak) yoksa aniden masanızın başına mı oturdunuz?
Şiirle ergenlik dönemimin sonlarında ilgilenmeye başladım; ilk şiirlerimi 20-21 yaşlarımda yazdım. Yazmayla ilişkim üniversitenin üçüncü yılında ilk kez bir şiir atölyesine katıldığımda ciddileşti. Çok parlak bir profesörün yürüttüğü bir atölyeydi ve bana şiire adanmış bir hayatın mümkün olan en asil hayat olacağını hissettirmişti. Buna hâlâ inanıyorum.
Zihninizi en çok hangi imgeler tetikliyor? Betimlemeleriniz o kadar güçlü ki, imgelere çok önem verdiğiniz betimlemelerinizden belli oluyor.
Bir yazar olarak metnimi dünyada beden bulan bir bilinç deneyimini aktarma çabası olarak görüyorum. İmgeler sadece duyularımızla işlediğimiz bilgilerdir. Soyut ve somut arasındaki kolaycı ayrımlara şüpheyle yaklaşıyorum, fakat yazıyı ne kadar çok bedenlenmiş duyumlara dayandırmayı başarırsak o kadar güçlü olacağını düşünüyorum.
Mitko adlı romanınız 2011’de, Sana Ait Bir Şey 2016’da ve Cleanness 2020’de yayımlandı. Kitaplarınızla çağdaş dünya edebiyatında dikkatleri üzerinize çektiniz. Böyle bir okur ilgisi bekliyor muydunuz? Bu ilgiyi samimiyetinize mi bağlıyorsunuz, yoksa bir boşluğu mu doldurdunuz, ya da kitaplarınız edebiyatla kurduğunuz güçlü bağın yansımaları mı?
Yazarken okuyucu kitlesini ya da kitapların herhangi bir şekilde alımlanmasını düşünmemek için çok çaba sarf ediyorum. İlk romanımı sabahın erken saatlerinde, Sofya’da, lise öğretmeniyken güne başlamadan önce yazdım. Yirmi yıldır hiçbir “başarı” ya da beğeni kazanmadan şiir yazıyordum. Yazacağım herhangi bir şeyin geniş çapta okunacağını asla hayal etmezdim. Sana Ait Bir Şey’in aldığı tepki sürece dahil olan herkes ve özellikle de benim için sürpriz oldu. Bazı kitapların neden ilgi görüp diğerlerinin görmediğini kimsenin açıklayabileceğini sanmıyorum – muhtemelen şans hepimizin kabul etmek istediğinden daha büyük bir rol oynuyor.
Sana Ait Bir Şey çağdaş romanlar arasında kuir edebiyatın güçlü bir örneği olarak buluştu bizimle. Kuir edebiyatının sizin için ne anlama geldiğini, sizi nasıl etkilediğini ve kuir bir dünyadan yazmanın temsili hakkında konuşmak istiyorum.

Sana Ait Bir Şey
çev. Şafak Tahmaz
Livera Yayınevi
Eylül 2024
192 s.
Bir gelenek, yazarlar arasında zaman içinde gerçekleşen bir sohbet gibi. Sanırım bu romanı yazmamın bir nedeni de beni heyecanlandıran bu sohbetin bir parçası olmaktı – Baldwin ve Genet ile Mishima ve Woolf arasındaki sohbet, Thomas Mann ve Colm Tóibín arasındaki sohbet gibi. Bence kuir yazarlar arasındaki sohbet canlı ve heyecan verici olmaya devam ediyor; ben de hâlâ bundan ilham alıyorum.
Romanı yazma sebebiniz, odaklanmak istediğiniz konu, kavram, duygu, düşünce neydi? Örneğin, sizi bu romanı yazmaya iten cinsel kimliğinizi özgürce ifade etmek ve yaşamak, bir hikâyeyi iyi ve samimi bir şekilde anlatma arzusu muydu?
Bu roman her şeyden önce bir mekâna yanıt niteliğinde. Sofya, Bulgaristan’da 2009-2013 yılları arasında yaşadım; Sana Ait Bir Şey orada bulunduğum dönemde yazıldı. Oradan çok etkilenmiştim, oraya ve diline âşık olmuştum. Bana çok yeni ve geldiğim dünyadan çok farklı gelen yönleri olsa da, özellikle eşcinsel dünyasında esrarengiz benzerlikler de vardı. Hikâyenin başladığı mekân, Ulusal Kültür Sarayı’ndaki tuvaletler gibi yerler bana Kentucky’de eşcinsel yaşamı keşfettiğim tuvaletleri ve parkları hatırlattı. Sanırım bu tekinsiz temas noktalarını anlamaya çalışmak için bu kitabı yazmam gerekiyordu.
Çağdaş dünya edebiyatında kuir romanlarda bir artış var. Ancak hiçbir zaman yenilenmeyen klasik anlatı yolunu tercih eden, örtük, naif, kırılgan hikâyeler olarak karşımıza çıkmaya devam ediyorlar. Romanı canlı kılan en önemli unsur olan erotik sahnelerin farklılığını düşünürsek, bu klasik tarza mı karşı çıkıyordunuz yazarken?
Hiçbir şeye karşı yazmıyordum, sanmıyorum. Ya da eğer öyleyse, bu sanat eserleri değil, gey yaşamları hakkında konuşmanın belli bir tarzıydı. Kuzey Amerika ve Avrupa’daki geylerin 2000’li ve 2010’lu yıllarda elde ettiği olağanüstü siyasi kazanımlar büyük ölçüde gey deneyiminin –çarka çıkmak, hafifmeşreplik, çeşitli karşı kültür yaşamları gibi– son derece değerli olan yönlerini reddederek elde edildi. LGBT’lerin çark alanlarını insani ve sosyal değeri olan yerler şeklinde ele alan bir kitap yazmak istedim – insanların tamamen insani ilişkiler kurduğu yerler.
“BİR YAZAR OLARAK METNİMİ DÜNYADA BEDEN BULAN BİR BİLİNÇ DENEYİMİNİ AKTARMA ÇABASI OLARAK GÖRÜYORUM.”
Ana karakter olan hikâyenin sıradan biri. Çok gerçek, bizden biri; ailevi ve romantik ilişkilerde tatmin edilmemiş arzuların acısını deneyimleyen ve kendimize nasıl davranmamız gerektiğinin önemi hakkında seçimlerini anlatan canlı bir karakter. Onu yazarken neler hissettiniz? Yakınlık mı yoksa yabancılaşma mı; onu bu kadar gerçek ve canlı kılan şeyler nelerdi?
Bu ilginç ve zor bir soru; nasıl yanıtlayacağımı bildiğimden emin değilim. Anlatıcıya sempati duyuyorum – başarısızlıkları ve kısıtlanmışlığı için. Karakterlere sempati duymadan bir kitap yazabileceğimi düşünmüyorum. Bence kitap büyük ölçüde bu sınırların ve anlatıcının bunları keşfetmesinin bir anlatısı.
Bir de sizinle özellikle Mitko karakteri hakkında konuşmak istiyorum. Duygu, düşünce ve davranışları tetikleyen tüm unsurlar Mitko’da var. Güvenilmez, tekinsiz bir sokak serserisi ama bir yandan da onu seviyoruz, acıyoruz ona, kızıyoruz, üzülüyoruz. Mitko neden bizde bu kadar çelişkili duygular uyandırıyor?
Okurların bazen kendilerini Mitko ya da anlatıcı yerine nasıl koyduklarını, birine diğerinden daha fazla sempati duyduklarını ya da birini daha fazla suçladıklarını görmek benim için büyüleyici oldu. Ben her ikisine de sempati duyuyorum. İkisi de kusurlu varlıklar, yani tamamen insanlar. Ve bence, en azından bazı anlarda, her ikisi de diğerini sevmeye çalışıyor. Aşkın zor, karmaşık, ödün verilen tüm yollarına rağmen, kitabın bir aşk hikâyesi olduğunu düşünüyorum.
Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan frengi, hikâyenin kaderini belirliyor. Eşcinsel ilişkilerdeki bu bulaşıcı hastalık korkusu belki ‘80’li ve ‘90’lı yılların AIDS’i gibi değil ama anlatıcıyla Mitko arasındaki ilişkinin belirleyici noktası.
Kitapta frengi hakkında bana ilginç gelen şey, iki karakterin bunu nasıl farklı deneyimlediğiydi. Anlatıcı için bu antibiyotiklerle kolayca halledilebilecek utanç verici bir rahatsızlık. Mitko içinse ciddi, muhtemelen ölümcül sonuçları var. Bana göre bu, farklı geçmişlerin bedenlerle nasıl taşındığını gösteriyor: Aynı hastalık, aynı ilaçlar, onlar için radikal olarak farklı şeyler ifade ediyor.
Erkek eşcinselliği söz konusu olduğunda ataerkil düzen, baba meselesi, içinde yaşanan ülke ve toplum hepsi bir yol ayrımında birleşiyor. Ataerkillik ve baba meselesi tüm LGBTQ bireyler için var olsa da, erkekliğin görünür ya da görünmez kabulleri, fiziksel ya da sözel şiddet, oluşan hasar ve kırılmalar erkeklik meselesiyle ilgili değil midir? Anlatıcının babasıyla ilişkisinin, kendi ülkesiyle (Güney Amerika) ve çalıştığı ülkeyle (Bulgaristan) ilişkisinin hikâyeye kattığı derinlikten bahsedebilir miyiz?

Evet, bu erkeklik meselesi kitabın merkezinde yer alıyor ve anlatıcının yaşadığı çağdaş Bulgaristan ile kaçtığı 1990’ların Kentucky’si arasındaki bir başka temas noktası. Her ikisinde de toplumsal cinsiyeti bir şiddet sistemi olarak deneyimlemiş ve bu şiddetten sağ kurtulmanın tek yolu onu erotikleştirmek olmuş. Mitko’da ilgimi çeken şeylerden biri, onun erkekliğe dair algısının şiddete, şefkate, oyunculuğa izin vermesi ve bunlar arasında bu denli hızlı geçiş yapabilmesiydi. Mitko kitabı okuyanlar tarafından sık sık yanlış anlaşılıyor ve onun “para için eşcinsel” olduğunu, erkeklerle sadece para için seks yaptığını düşünüyorlar. Ancak onun açıkça eşcinsel olması ve anlatıcıyla sevdiği erkekler hakkında konuşması çok önemli. Oldukça homofobik olan bu kültürde son derece savunmasız bir konumda olmasına rağmen, cinsel kimliği konusunda tamamen zihni çok berrak. Kendisinin ya da kitaptaki yerinin bunu dikkate almadan anlaşılabileceğini sanmıyorum.
Dişil unsurlar, yani annenin varlığı da hikâye için çok önemli. Sanki annenin varlığı yokmuş ya da çok silikmiş gibi. Ama bir yandan da alt metinde güçlü duygular var. Kahramanımızın babasıyla ilişkisinde annenin varlığı belirleyici değil ama hikâyenin sonunda annesini de yanlarına alarak trenle Bulgaristan’a dönüyorlar. Anne bu tren sahnesinde de var ama yok da gibi. Annenin varlığı biraz daha etkili olsaydı farklı bir hikâye okur muyduk?
Karakterlerim hakkında bu şekilde düşünmüyorum, gerçekten. Annenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Orta bölümde anlatıcıya olan bağlılığı, babasının onu reddetmesinin ardından ABD’deki pek çok kuir çocuğun kaderi olan evsizlikle yüzleşmemesinin nedeni. Ve romanın sondan bir önceki bölümü olan tren sahnesi benim için kitaptaki en önemli sahne; her ne kadar böyle hissetmemin nedeni benim için dahi bir sır olsa da. Bu sahne kitabın keşfettiğim son bölümüydü ve bu sahneyi keşfetmem beni sadece bir sahneler bütünü değil, bir roman yazdığıma ikna etti. Bu, kitabın üç bölümünün bir bütün oluşturduğunu fark ettiğim andı.
Romanın sonlarına doğru beni en çok etkileyen sahnelerden, çocukların olduğu sahnelerden bahsetmek istiyorum. Trendeki çocuğu ve Mitko’yu gördüğümüz son sahne, bir kadının arabadan bir kız çocuğuyla indiği sahne. Her iki sahne de çağrışımları açısından Mitko’yla ilgili ama aynı zamanda anlatıcı karakterimizin yaşadıklarıyla ve çocukluktan yetişkinliğe geçerken oluşan kuşaklarla da ilgili. Bu sahneler aynen yaşandı, değil mi? Her detayıyla çok gerçek sahneler.
“ÜSLUP VE ANLATIYLA İLGİLİ SEÇİMLERİMİN ÇOĞU İÇGÜDÜSEL, SEZGİSEL – AÇIK KARARLAR DEĞİLLER. PARAGRAFLAR BENİM İÇİN DRAMATİK VE MÜZİKAL YAPILARDIR, MANTIKSAL YAPILAR DEĞİL.”
Eğer soru sahnelerin “gerçek hayattan” aktarılıp aktarılmadığı ise, cevabım hayır – kitaptaki hiçbir şey doğrudan gerçek hayattan alınmamıştır. (Bu tam olarak doğru değil – ikinci bölümde kendi gençliğime çok yakın anlar var. Ama onlar da yaratıcılıkla dolu; otobiyografik değiller.) Yine de bazı okuyucuların kitabın bu şekilde “gerçek” olduğunu hissetmesi hoşuma gidiyor. Kitabın ABD’de yayınlanmasından sonraki ilk aylarda bir adamın bana Bulgaristan’da tanıştığı birinin fotoğrafını gönderdiğini ve bunun Mitko olup olmadığını sorduğunu hatırlıyorum! “Hayır,” dedim, “Mitko kurgusal bir karakter, öyle biri yok.” Sanırım kitabı yazarken çocuklardan etkilenmemin bir nedeni de şans. Şansın kim olduğumuzda oynadığı rolden, ne tür insanlar olduğumuz konusunda kendi irademizin ne kadar az önemli olduğundan etkilenmemdi. Aynı zamanda lise öğretmeniydim –yedi yıl boyunca lise öğretmenliği yaptım– ve bu yüzden her gün genç insanlarla uğraşıyordum. Bu şekilde çalışmanın bana fark ettirdiği bir şey de gençlerin ne kadar savunmasız oldukları, ebeveynlerinin merhametine ne kadar bağlı olduklarıydı. Bu da kendi çocukluğum hakkındaki düşüncelerimi değiştirdi.
Anlatıdaki uzun paragraflara rağmen kafa karışıklığına yer bırakmayan üslubunuzdan ve dil unsurları konusunda neredeyse hece hece yaptığınız hassas seçimlerden de bahsetmek istiyorum. Anlatıdaki bu uzun paragraflara Bulgarca kelimeler yerleştirmek riskli. Ama hiçbir yerde okurken takılmıyoruz, bunların hiçbiri metni yavaşlatmıyor ve okurken su gibi akıyor.
Bu konuda konuşmak da zor, çünkü üslup ve anlatıyla ilgili bu seçimlerimin çoğu içgüdüsel, sezgisel – açık kararlar değiller. Paragraflar benim için dramatik ve müzikal yapılardır, mantıksal yapılar değil. Örneğin orta bölüm, 41 sayfalık bir paragraf: Bu şekilde yazmak, anlatıcının hatırladığı şey karşısında güçsüz olduğunu göstermenin bir yoluydu. Okuyucunun, anlatıcının geçmişi tarafından sular altında bırakıldığını, onun tarafından süpürüldüğünü hissetmesini istedim.
Çağdaş dünya edebiyatında dikkatinizi çeken ve gözden kaçırılmaması gerektiğini söyleyeceğiniz yazarlar var mı?
Hakkında konuşmaya her zaman hevesli olduğum az tanınan yazar Şilili Pedro Lemebel parlak, komik, sapkın, derin bir anlatı yazarı. Benim Hassas Matadorum (Tengo Miedo Torero) adlı romanı en sevdiğim kitaplardan biridir. Lemebel’in hoyrat, coşkulu, durmaksızın gitgeller yapan dili dünya edebiyatının hazinelerinden biridir.
Şu sıralar yeni bir roman üzerinde çalışıyor musunuz?
Small Rain adlı yeni bir romanım yayınlandı ve şu anda bir deneme kitabı üzerinde çalışıyorum. Ama önümüzdeki aylarda yeni bir romana başlamayı umuyorum. Yeniden kurgu üzerinde çalışmak için çok hevesliyim.
Romanlarınız bazı uluslararası ödüller aldı ancak Man Booker’ı, Pen Faulkner’ı kazanmak gibi bir hayaliniz var mı?
Ödüller anlamsızdır, insan onlara karşı kayıtsız kalmaya çalışır. Kazanmak şans getirir, başka bir şey değil. Ödülleri arzulamak aşağılayıcı hissettirir ve kesinlikle sanat yapmanın anlamlı amaçlarından uzaklaştırır: Güzel bir şey üretmekten, doğru bir şey yapmaktan.
Önceki Yazı

Boom’dan küresel romana:
Anlatılan kimin hikâyesi?
“Fuentes'in yazdıklarında okuduğumuz, Meksika’nın, Meksikalının değilse, aslında kimin hikâyesidir? Yazarın küresel çapta bir kitleye hitap etmesi, kimler için yazdığını bilememesi, eserin niteliğinden bir şey götürür mü?”
Sonraki Yazı

Racism in Turkey:
Context, Questions and Stakes
Interview with Helen Mackreath
“Discussions of racism have the potential to be politically subverted if they treat racism or 'race' as an isolated question of 'othering' – particularly liberal approaches to identity politics which don’t consider the fundamental entanglements between racism, capitalism, imperialism and patriarchy.”