Boom’dan küresel romana:
Anlatılan kimin hikâyesi?
“Fuentes'in yazdıklarında okuduğumuz, Meksika’nın, Meksikalının değilse, aslında kimin hikâyesidir? Yazarın küresel çapta bir kitleye hitap etmesi, kimler için yazdığını bilememesi, eserin niteliğinden bir şey götürür mü?”

Carlos Fuentes. Fotoğraf: Ulf Andersen
Boom akımının en önemli temsilcilerinden Carlos Fuentes, 1985 yılında yayımlanan Koca Gringo romanında şöyle diyor: “Sınır değil… Bir yara izi bu.” (s. 187) Fuentes romancılığının merkezî temalarından biri olarak Meksika karmaşık siyasi yapısı, aşılamayan sınırları, çürüyen devrimleri, kadınları, aşkları, büyülü fantastik olay ve sahneleriyle yazarın bütün romanlarında karşımıza çıkar. Hatta deyim yerindeyse, Meksika ile o denli özdeşleşiriz ki, yazarın herhangi bir kitabını kapattığımızda dünyanın öbür ucunda, bizden yıllar evvel yaşamış ve ölmüş-öldürülmüş zavallı Meksikalı kardeşlerimiz için yüreğimiz sızlar. O yara izinde, “Tanrı’dan öylesine uzak, Birleşik Devletler’e öylesine yakın”dır ki (s. 25) o ülkenin aşılması güç sınırında birlikte sürükleniriz.
Ya da öyle olduğunu mu zannederiz?
Meksikalı biyografi yazarı Enrique Krause 1988 yılında “The Guerilla Dandy” ve “La Comedia Mexicana de Carlos Fuentes”[1] adıyla hem İngilizce hem İspanyolca yayınlanan makalesinde Fuentes’i Meksikalı bir yazar olmaktan ziyade Amerikalı bir aktör olarak görüyor ve şu sözlerle yazarı itham ediyor:
“Fuentes’in anahtarı Meksika’da değil, Hollywood’da. ABD sinema, televizyon, radyo ve siyaset için aktörler üretiyor. Zaman zaman edebiyat için de aktörler üretiyor. Carlos Fuentes de onlardan biri.”

Krause, Balzac’ın İnsanlık Komedyası’ndan hareketle Fuentes’in aslında hiç de Meksikalı olmayan bir biçimde “Meksika Komedisi” yazdığını ifade ediyor ve ekliyor: “Fuentes, Meksika toplumunu dikey bir sosyal ve tarihsel sahne seti olarak tasavvur etti.” Eleştirmen, söz konusu makalede Fuentes’i eleştirirken “Balzac’ın toplumsal hayata ilişkin pratik bilgisinden yoksundu” diyerek yazarın dünyada prestij sağlamak için Meksika’yı olmadığı bir biçimde okuruna sunduğunu ima ediyor.
Bu zehir zemberek eleştirilerin sıralandığı makale üzerine Alfonso González’in bir yazı yayımladığını[2] ve Krause’un makalesinin taraflı, ayrıca ısmarlama bir biçimde kendisine yazdırıldığını iddia ettiğini ekleyelim. González’in iddiası, The New Republic edebiyat editörü Leon Wieselter’in, Fuentes’in açık sözlülüğünden rahatsız olduğu için Krause’den bu yazıyı yazmasını istediği yönünde. Ve elbette başlangıçta sıkı dost olan iki yazarın, daha sonra –Paz’ın sağ, Fuentes’in sol kanatta yer almaları gibi nedenlerle– araları açılması üzerine Paz’ın bu makaledeki etkisine yönelik. Yazıldığı dönemde büyük ses getiren makaleyi eleştirenler olduğu kadar destekleyenler de olmuştu. Ancak hem Paz hem de Fuentes bu söylentiler üzerine açıklama yapmazken,[3] sevenleri kıyasıya bir savunmaya geçmişti.
Makale üzerine yapılan ihtilaflı tartışmaları bir tarafa bırakarak şunu sormak istiyorum: Eğer Krause’un iddialarından biri dahi doğruysa, yani bizim o muhteşem romanlarda, hikâyelerde okuduğumuz Meksika’nın, Meksikalının değilse, aslında kimin hikâyesidir? Soruyu genelleştirecek olursak, geçmişten günümüze yazılan ve bir ülke insanını küresel çapta okur kitlesine sunan romanlar gerçekte kimin hikâyesini anlatmaktadır? Bu soruları aklımın bir köşesine kaydedip tekrar Fuentes’in bazı eserlerine dönmek istiyorum.
En önemli romanlarından biri olan Artemio Cruz’un Ölümü, kısmen büyükannelerinden dinlediği Meksika Devrimi (1910-1917) ve devrim sonrasına ait hikâyelerden esinler taşıyan, dünya çapında kabul görmüş bir eser. Artemio Cruz’da acımasız ülke düzeninin ve savaş yıllarının tanıdık bir portresini sunar bize Fuentes; toprakların köylülere dağıtılması için savaşırken toprak ağası olup çıkmış bir adamın portresini. Ölmek üzere olan Artemio’nun zihninde ve anılarında bir yolculuğa çıkartır yazar bizi. Bedeni kokmaya başlayan Artemio’yu tanıdıkça bu bedenle çürümeye başlayan sosyal düzen arasındaki ayrım yavaş yavaş kaybolur okur için. Bütün kirli ilişkiler, siyasi bağlantılar, yasadışı eylemler, ihanetler artık kımıldayacak mecali kalmamış bu adamın vücudunda birleşir. Dikkat çeken bir ayrıntı olarak, Cruz yasalar tarafından cezalandırılmaz; hastalanarak hayatın olağan akışı içinde ölür. Ona Tanrı’dan başkasının gücü yetmemiş gibi görünüyor. Her ne kadar Fuentes’in hayal gücünün ürünü de olsa, Artemio Cruz gerçek hayatta Meksikalıların yakından tanıdığı birileridir sanıyorum. Dünyanın öbür ucunda başka milletlerden okurların da tanıdığı –Meksikalı olmayan– Artemio’lar gibi…
Cennetteki Âdem, Adan Gorospe’nin kısa yoldan para ve iktidar sahibi olmasını anlatan, bizi yine kokuşmuş bir düzenin içine çeken bir roman. Destiny and Desire Meksika’nın geçmişteki ve çağdaş durumu üzerine acımasız düşünceler dokusuyla işlenen bir eser. Deri Değiştirmek, Meksikalı olmanın, azınlık olmanın yaşanamayan hayatların anlatıldığı, mitolojiden ‘60’lı yılların Meksikası’na uzanan bir kurgu. Keza Yanık Sular’da Mexico City’nin kendi evlatlarının başını nasıl yediğini farklı öykülerde ortak bir tema olarak okuruz. İtiraf etmek gerekirse, Mexico City’ye hiç gitmemiş bir okur olarak benim için Fuentes okumak büyüleyici bir deneyim oldu. Kullandığı teknikler, entelektüel birikimi, cümlelerin sihirli dizilişi, büyülü gerçekliğin cezbeden hayal gücü ve kurgusuyla… Ancak hep tanıdık bir hikâye sürüp gidiyor gibiydi… Bu anlatılan aslında kimin hikâyesiydi? Carlos Fuentes bu eserleri dünyanın hemen her köşesine dağılmış uzak okurları için mi yazmıştı?
Kitle için yazmak
Fuentes bir röportajında[4] kendisine sorulan “Özellikle ulaşmaya çalıştığınız bir kitle var mı?” sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Emin değilim. 36 veya 37 dile çevrildim. Peki Litvanyalı veya Özbekistanlı okuyucuyu nasıl hesaba katabilirim? Yazarken o benim vicdanıma giremez, yoksa çıldırırdım. Bu yüzden belki küçük bir arkadaş çevresini veya eşimi düşüyorum – eğer herhangi birini düşünüyorsam. Yazarken gerçek muhatabım olan boş sayfa hariç, çok küçük bir insan grubunu düşünüyorum.”
Muhatap olarak önündeki boş sayfayı gören Fuentes asıl sorumluluğunun o boş sayfayı doldurmak olduğunu düşünüyor ve kitle için yazmanın yazarlık olmadığını ekliyor:
“Bence yazmak bir şişeye konan ve denize atılan bir mesaj gibidir. Yani o şişeyi denizden çıkaran ve mesajı okuyan kişi kitabın alıcısıdır. Yani başka bir deyişle, birçok çok satan yazarın sahip olduğu gibi önceden hazırlanmış bir kitleniz olamaz. Onlar tam olarak kimin için yazdıklarını bilirler. O kitlenin zevklerine hitap ederler. Bana göre bu yazmak değildir. Bu yazının önemini, gizemini ve nihayetinde hayal gücünü elinden alır…”
Bu ifadeler hatırıma Maurice Blanchot’yu getiriyor. M. Blanchot da “Edebiyat ve Ölüm Hakkı”[5] başlıklı yazısında Fuentes ile aynı eksende şu ifadelere yer veriyordu:
“Tamı tamına belli bir kitle için yazan yazar hakikatte yazıyor değildir, yazan bu kitledir ve bu nedenle de bu kitle artık okur olamaz, okuma sadece görünüştedir, gerçeklikte yok hükmündedir. Okunmak için yaratılmış yapıtların önem taşımaması buradan gelir, onları hiç kimse okumaz.” (s. 30)
Zamanın ruhu ve küresel yayın politikası Blanchot’yu haksız çıkartmış gibi görünmüyor mu?

Philip Roth, The Paris Review röportajında[6] kendisine sorulan “Yazarken aklınızda bir Roth okuru var mı?” sorusuna, “Hayır ama zaman zaman aklımda bir anti-Roth okuru olur. ‘Bundan nasıl da nefret edecek!’ diye düşünürüm. Bu tam da ihtiyacım olan teşviktir” şeklinde cevap veriyordu. Márquez ise Roth’un aksine, dostlarını mutlu etmek için yazdığını söyler.[7] Kendisine “Kimin için yazıyordunuz?” diye sorulduğunda şu cevabı vermişti:
“Sanırım genelde hep birisi için yazarsınız. Her zaman belli arkadaşlarımı düşünerek yazarım. Sonunda bütün kitaplar dostlarınız için yazılır. Yüzyıllık Yalnızlık’ta sorun milyonlarca okur içinde artık kimin için yazdığımı bilememem; bu canımı sıkıyor ve dizginliyor beni.” (s. 187)
Küresel çapta bir kitleye hitap etmek, kimin için yazıldığı bilinmeyen romanlar kaleme almak eserin niteliğinden bir şey götürür mü? Dar ve kişisel bir çevre için yazmak ile küresel okur için yazmak arasında yazar açısından etik bir duruş farkı var mıdır?
Küresel romanın tartışmalı küreselliği
Küresel roman kavramı söz konusu olduğunda, çoğumuzun aklına ilk olarak Goethe’nin 19. yüzyılın ilk yarısında öne sürdüğü ve pek çok tartışmalı mevzunun da kapısını aralayan “Weltliteratur” (“Dünya Edebiyatı”)[8] kavramı gelir. “Goethe’nin Weltliteratur kavramından kastıyla bugün gelinen küresel yayıncılık anlayışı arasında etik fark var mı; varsa ne boyutta?” gibi ikircikli sorular aklımızı kurcalıyor. Küresel sözcüğü, daha ağızdan çıkar çıkmaz sınırlar –Fuentes’in deyimiyle yara izleri– silikleşiyor gibi… Uluslar üstü evrensel bir insanlık vicdanı… Bu “evrensel insan”a hitap eden romanlar kulağa oldukça hoş geliyor. Ancak hem malzemesi hem ürünü dil olan bir uğraş için küresellik ne ölçüde başarıya ulaşabilir? Yazımın başına dönecek olursam, çok beğendiğim Carlos Fuentes’i okurken hiç gitmediğim Meksika’yı mı okuyordum aslında? İspanyolca bilmediğime göre, anadilim olan Türkçeye uygun hale getirilen dil oyunlarıyla beni asıl etkileyen biraz da çevirmenin başarısı olmuyor mu bu durumda? Biçim ve biçemin ötesinde bir de hikâyenin küreselliği mümkün mü? Şunu sormak istiyorum; hikâyeyi ve olayı algılayış şeklimiz bir Meksikalı ile benim için aynı olabilir mi? Bu durumda küresel roman söyleminden ne anlıyoruz, ne anlamalıyız?
Adam Kirsch, Küresel Roman: 21.Yüzyılda Dünyayı Yazmak[9] adlı kitabında günümüzde insanlığı gezegen çapında bir olgu olarak düşünmeye başladığımız için aynı şekilde kapsayıcı bir edebiyat talep etmeye başladığımızı iddia ediyor. (s. 10) Kirsch’e göre bir yazar 21. yüzyıl insanı üzerine düşünmeye başladığında ortaya çıkan roman zaten küresel bir eser olmuş oluyor. Yerel olanın değerini ve saygınlığını küresel çapta bir fenomenin parçası olmak belirliyor. (s. 10) Bu iddianın ispata oldukça muhtaç olduğunu düşünüyorum, çünkü kimliklerinden sıyrılamayan, sıyrılmayı reddeden insanların öyküsünün anlatılması gereksiz bir uğraş bu iddiaya göre. Herkesleşmeyen, kendisini farklılıkları üzerinden tanımlayan, bütüne dahil olamayanın saygınlığını göz ardı mı etmeliyiz? Evrensel ödüllerin ne kadar eleyici olduğu artık tartışmalı bir hale gelmişken, herhangi bir evrensel ödüle layık görülen eserin aynı anda küresel hale gelmesi saygınlık ölçütü olarak bizi yanıltıyor olamaz mı? Çok yüksek meblağların söz konusu olduğu ödüller ve küreselleşen piyasalarıyla yayıncılık politikasının masumiyetinden emin olabilir miyiz?
Kirsch’e göre “romancı hiçbir kampa, hiçbir partiye ait olamaz; aksine, o bütün insanların kendilerini ifade etmesini sağlayan bir aracı olabilir ancak”. (s. 38) Kamplardan, kimliklerden soyutlanmış romancı istiyorsak, Márquez’den Kolombiya’yı, Fuentes’ten Meksika’yı, Yaşar Kemal’den Türkiye’yi ve bu topraklara olan aidiyetlerini kaldırmamız gerekmeyecek mi? Yazarın kişiselliği göz ardı edilecekse yapay zekâ ürünleri pekâlâ küresel bir ihtiyacı görebilir. Ancak belirli bir düzeye ulaşmış okur, insan zekâsının ve hayal gücünün o incelikli zevkini ve dokunuşunu eserde aramaktan geri durmayacaktır. Problem büyük, üstelik daha ekonomik bir pazar olarak edebiyatın kalitesine damga vuran yayıncılık politikaları, dil meselesiyle çeviri sorunsalı ve yazarın etik niyeti dahi tartışmaya açılmış değil. Bu çalışmasında Kirsch, İngilizcenin hâkimiyetinin yerel dilleri öldürmeye başlaması, çeviriye uygun olması amacıyla dil oyunlarının eserlerden çıkarılması, söz sanatlarının edebi etkisinin kaybolması, tek tipleşme gibi küreselleşen edebiyatın sorunlarını bile isteye görmezden gelmiş sanıyorum.

Adam Kirsch’in aksine, çeviri üzerine akademide dersler de veren romancı Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum adlı yapıtında[10] küresel roman meselesini bir problem olarak ele alıyor:
“Çeviride üslup araçları tek tek yok oldukça birleşip ayakta tuttukları kalıp da yok olur; kalıp kaybolunca metnin kaynak kültürde kendine edindiği özel konum ve dolayısıyla okurlarla özel ilişkisi de ister istemez kaybolur… Üslup belirli bir okur kitlesiyle kesin bir ilişki temeli üzerine kurulur; bu okur kitlesi ne kadar sulandırılır ya da genişletilirse, özellikle yabancı dillerdeki okurları da kapsadığında, bir üslup yoğunluğu olan herhangi bir metnin başarılı olması o kadar zordur.” (s. 100)
Márquez’in yukarıda değindiğim söyleminde artık kimin için yazdığını bilememenin verdiği sıkıntı günümüz küresel roman yazarları için de söz konusu olmalı bu durumda. Peki yazar için dünya insanına hitap etmekle bir İngilize ya da Türke hitap etmek açısından edebi fark var mı? Okur eserde yerel öğeler arıyor mu, yoksa salt evrensel değerleri mi görmek istiyor? Hem yazar hem okur açısından düşünürsek, çağımızın aslında herkesleşirken bireyleşen insanı için tek sınır sınırsızlık mı? Böyleyse, küreselleşmenin getirdiği sınırsızlık bütün sorunlarımızı çözecek mi? 21. yüzyılın bağımsız bireyi için ideal sayılan evrensel ahlak seviyesine gelebilmiş, tutarlı ve mutlak bir kimliğe sahip bireylerden oluşan toplumlarda mezkûr sorunlar belki daha rahat aşılabilir. Fakat sorunları görmezden gelmek, yayınevlerinin çok satmak amacıyla, yani sözün kısası, para, daha çok para kazanmak amacıyla –özellikle genç– yazarlar üzerinde kurduğu baskıyı göz ardı etmek çözüme pek katkı sağlamıyor gibi görünüyor. Yine de asıl ve nihai hedefi iyi edebiyat olan, yara izlerinin sınırlarında korkusuzca gezinebilen, aynı zamanda değişime de açık yazarlar, yayıncılar ve kitapseverler olduğu müddetçe, yerel ya da küresel fark etmeksizin iyi romanlar bizi bekleyecektir. Merkez üssü Latin Amerika, Asya, Avrupa ya da Afrika, fark etmeksizin… Edebiyatın tek sınırı edebiyat olduğu müddetçe…
NOTLAR
[1] Enrique Krause, “La Comedia Mexicana de Carlos Fuentes”, 1988.
[2] Alfonso González, "Krause's Carlos Fuentes: Toward the Creation of a Myth", The International Fiction Review, 1989.
[3] Carlos Fuentes-Octavia Paz hakkında ayrıntılı bilgi için ayrıca buraya bakınız.
[4] bkz. Achievement.org
[5] Maurice Blanchot, Kafka’dan Kafkaya, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, MonoKL Yayınları, İstanbul, 2020.
[6] Orhan Pamuk, Raymond Carver, Paul Auster, Saul Bellow, Toni Morrison, Philip Roth, Ezra Pound, Haruki Murakami, Alice Munro, Yazarın Odası 2, çev. Mehmet Emin Baş, Timaş Yayınları, İstanbul, 2017, s. 229.
[7] Orhan Pamuk, Raymond Carver, Paul Auster, Saul Bellow, Toni Morrison, Philip Roth, Ezra Pound, Haruki Murakami, Alice Munro, Philip Gourevitch, Yazarın Odası 1, çev. Öznur Ayman, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009.
[8] David Damrosch, What’s World Literatur?, Princeton & Oxford: Princeton UP, 2003.
[9] Adam Kirsch, Küresel Roman: 21. Yüzyılda Dünyayı Yazmak, çev. Abdullah Yılmaz, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul, 2019.
[10] Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum, çev. Roza Hakmen, Metis Yayınları, İstanbul, 2016.
Önceki Yazı

Nahid Sırrı’dan ikinci bir Ankara romanı:
Her Şey Bitmeden, Gece Olmadan
“Ankara’da Yahudi Mahallesi ve Yahudilerin ön planda olduğu roman Türk edebiyatında azınlıklar, gayrimüslimler ya da 'öteki' kavramı, vb. incelemeler/okumalar için atlanmaması gereken bir eserdir.”
Sonraki Yazı

Garth Greenwell ile Sana Ait Bir Şey üstüne:
“Tekinsiz temas noktalarını anlamaya çalışmak...”
“Kuzey Amerika ve Avrupa’daki geylerin 2000’lerden itibaren elde ettiği siyasi kazanımlar, büyük ölçüde gey deneyiminin –çarka çıkmak, hafifmeşreplik, çeşitli karşı kültür yaşamları gibi– son derece değerli yönleri reddedilerek elde edildi.”