Felaketi anlatmak üzerine
“Enkazdan çıkarılan hurda metallerle yapılan deprem anıtı sergisinde tebrikler ve kokteyl ne kadar sürdü? Keçi Burcu’nda dizilmiş rengârenk tabutlarla bir 'hafıza odası' yaratma sergisi, güzel sanatlar liselerinde okuyan öğrencilerden Gazze ile ilgili çalışmalar, kim bilir belki de çatışmalar isteyen eğitim sistemi bize neyi anlatıyor?”

Fotoğraf: Mehmet Ali Boran
“Biliriz, ama bildiğimize inanamayız.”
Jean-Pierre Dupuy[1]
Arjantinli yazar Alberto Manguel, Kelimeler Şehri adlı kitabında, “Anlatılarak var olan, yine anlatılarak yok edilir” der. Felaketi anlatmayı düşündüğümüzde veya teşebbüs ettiğimizde ne yapmış olmayı amaçlıyoruz? Bir anlatıyı var etmeyi mi, yok etmeyi mi?
Felaket zamanlarında konuşmak neden o kadar zordur? O zamanlarda dil, dişlerden meydana gelmiş bir çalılığın ardında gizleniyor olabilir mi? Kirpiklerden meydana gelmiş bir çalılık ise en küçük bir esintide aralanır ve ardında saklanılan gözü ifşa eder. Felaket zamanlarında kulaklarını kapatacağın ellerin doludur, onları nereye koyacağını bilememenin duygusuyla bağlamışsındır. Eller doludur, kulaklara varmaması gereken sesleri tutmayı düşünmek akıllarına gelecek en son şeydir. Dolayısıyla çalılığın ardında gizlenmiş dilin tiratlarından çok, gözün, kulağın, elin hafızasında felaketin kayıtlarına ulaşabileceğimizi düşünmüşümdür.
Felaket belli bölmeleri olan, bir mimariye sahip, çıkış kapısına dair umut işaretlerini veren, bir çıkış kapısı yoksa bile geriye dönüp giriş kapısından dışarı çıkmanın arayışına tutunabileceğimiz bir labirent olarak da düşünülmüştür, ancak felaketi daha çok bir çember gibi düşünmek nasıl bir şey olabilir acaba? Neresinden ve nasıl içine girdiğimizi bir türlü anlayamamaktan oradan nasıl çıkacağımızı düşünmeye hiç fırsat bulamadığımız bir çember?
Kürt atasözlerinde, “Kavgada en büyük taşı kaldırmaya eğilmiş olanın kavgaya niyeti yoktur” diye bir söz geçer. Sanırız belki de bu yüzden büyük felaket anlatılarına karşı hep mesafeli olmuşuzdur. Savaş, iç savaş, soykırım, faşizm, salgın, yangın, deprem, yoksulluk ve aşk…
Bunlar anlatmanın büyük taşları!
Yerinden kaldıramayacağın, fırlatamayacağın, atamayacağın ve haliyle onlarla bir şeyi vuramayacağın büyük taşlar… Ancak hırsla eğilebilirsin, gözü pek birinin tavrıyla onları yerinden kımıldatabilirsin. Belki de en fazla yapacağın şey bunlar olabilir, bilemiyoruz.
O halde hiç mi anlatamayacağız felaketi? Kendi zamanında olmasa bile sonrasında?
Şair-yazar Richard Gary Braugitan, Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek[2] kitabında “Geçmişe takılıp şimdiki zamandaki bacağımı kırmak ve böylece gelecekte sakat kalmak istemiyordum” diye yazar. Felaket sonrasındaki “gelecek zamanda” topallayan insanlar sanırım bacaklarını felaket zamanındaki mengeneden kurtarmayı başaramamış olanlardır. Acaba felaket, zamanın bacaklarına hiçbir müdahalede bulunmamış mıdır? Zaman nasıl yürür felaketten sonra?
Topallayan zaman ve anlatmanın felaketi
Topallayan zamanı, topallayan insanı, düzlüğünü yitirmiş tümsekleri, tümseklerini yitirmiş düzlükleri, çalının ardında irkilmiş dili, söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum diyen mektupları, kitapçı raflarında yüzlerce baskı yapmış “iyileştirme” rehberlerini düşünüyoruz…
Allah ol dediği için olmuş şeylerle edilemeyen kavgaya, o şeye neden “ol” dediğine erişime kapalı hikmete, haritalarda hep daha kötüsünü yaşayanların olduğu bir yerin kesinliğine, “ama olaya sadece kendi pencerenden bakıyorsun” diyen milyonlarca muhatabın tek kanallı televizyonuna bakıyoruz…
“Enkazdan çıkarılan hurda metallerle yapılan deprem anıtı sergisi”nde tebrikler ve kokteyl, tekrar tebrikler ve kokteyl ne kadar sürdü? Keçi Burcu’nda dizilmiş rengârenk tabutlarla bir “hafıza odası” yaratma sergisi, güzel sanatlar liselerinde okuyan öğrencilerden Gazze ile ilgili çalışmalar, kim bilir belki de çatışmalar isteyen eğitim sistemi, çizilmiş bütün resimlerin her birinde sokakta oynayan Filistinli çocuğun başının tam da ortasına doğru düşmekte olan bir füzenin, bazen de onu çiğneyen bir tankın ebadının gittikçe büyümesi bize neyi anlatmayı önceliyor?

İlkokulda Türkçe bilmediği gerekçesiyle öğretmeninden yediği tokadı halen suratında taşıyan yazar ağabeylerimizin değişmeyen girizgâhı, bize kanlı bir gömleği göstermeleri yeterli gelmiyormuş gibi bir de onu burnumuza dayayıp koklamamızı isteyen şehvet dalgası romanlar, 12 Eylül Diyarbakır zindanını konu edinen bütün filmlerde hani mümkün olsa da mahkûmlardan sonra ekrandan taşıp izleyicinin üzerine de salınsa meramın daha da iyi ifade edileceği düşünülen bir köpeğin dinmeyen hırıltıları anlatmanın acı ve haz eşiklerini bir arada duyumsayabildiğimiz solukları oldu hep.
Ve bu yazı yazılırken şiddetten öldürülmüş kadınlar için kurulmuş dijital anıt sayaçta 2025 yılının şubat ayının ilk günlerinde kırk dört (44) kadının öldürülmüş olmasında neden bir türlü topallamıyor bu hızlı akış? Bacakları yerine tekerleği var diye mi?
Türkiye’deki haber bültenlerinde bir zamanlar, –ki şimdilerde bile örnekleri var– bir haber sunulurken aynı zamanda çok kötü bir oyunculukla olay yerinde “canlandırma” yapılırdı. Sanırım anlatmanın dizginlenemeyen bir şehvet noktası var ve anlatıcı o noktaya vardığında artık canlandırma da yapmaktan geri duramıyor. Kırmızı Başlıklı Kız masalını anlatan anlatıcının mevzu kurda gelince kurt gibi davranıp-konuşarak, dinleyicisine “çok iyi niyetlerle” masalın duygusunu aktarmaya çalışırken girdiği rolde hızını alamayıp tüm dinleyicilerini yutmasıyla sonuçlanan anlatı biçimlerine karşı, dinleyiciyi, okuyucuyu, izleyiciyi hayatta bırakan anlatma biçimlerini var etmenin derdini taşımak daha isabetli olmayacak mıdır?
Felaketi kamulaştırmak
Felaketle o felaketi kamulaştıran arasında nasıl bir fark var acaba? Ona tanık olanla onu yaşayan arasındaki fark makbul zamanlarda neye tekabül eder? Nurdan Gürbilek, Kemalettin Tuğcu edebiyatını anlatırken yetim, boynu bükük, fakir fukara insanlara bakıp hayıflanmamızı ilginç bir noktadan okur. Mesele Tuğcu ve Ömer Seyfettin karakterlerine acıyıp acımamamız değil, aksine onlara acıyarak onların durumunda olmadığımıza şükretmemizdir. O öykülerdeki felaket durumuna bakarak bunun kendi başımıza gelmemiş olduğuna seviniriz. Bir nevi feleğe çorabı ters giydiririz. Bu karakterler, onu okuyanları mevcut durumlarını korumaları için aşılı hale getirir. Karşı cephe ne kadar karikatürleştirilip gerçekliğinden uzaklaştırılırsa aşının etkisi ve konfor alanı da o kadar güçlü olur.
Oblomov babasından kendisine miras kalan köyü Oblomovka’yı sayfalarca anlatırken köylülerin ne kadar iyi kalpli ve sade insanlar olduklarından bahseder. Bölümün sonunda köylülerin sürekli çok mütevazı olduğunu, ilk karşılaşmaların hep iyi niyetli yüzlerini gösterdiklerini söyler ve mealen şöyle der: “Mütevazılık buradakilerin en iyi ego gösterme biçimidir.”[3] Onun için Oblomovka’dakiler:
Taşkın duygulardan ateşten korkar gibi korkarlardı. Başka yerlerde insanların bedenleri ruhsal ateşin tutuşmasıyla yanıyorken, Oblomovka’dakilerin yumuşak bedenlerinde ruhlar sakin, durgundu [...] Bu yaşam biçimini anne ve babalarından hazır almışlardı. Anne ve babaları da gene öyle, hazır, dedelerinden, dedeleri de kendi dedelerinden [...] kafalarında karanlık birçok soru doğmasına neden olan kitaplarla günlerini zehir etmezlerdi.
Bizim zehirden uzak durma yöntemimiz ise koca bir adaletsizlik çarkında ezilirken yeterince güçlü sorular soramamak mı? Felaketi ölçerken acımızı belli eden şey, olaya karşı takındığımız toplumsal tutumda mı gizlidir? Koca bir otelin onlarca can aldığını ama felakete sebep olanların, onu koruyanların, ateşe ateş olmadan önce odun taşıyanların aynı zamanda faciaya en fazla üzülenlermiş gibi görünmelerinin arkasında ne yatıyor?
Felaketi, kurbanı ve failiyle kamusal alana çıkartmadığımız zamanlar, dehşet anlarını sürekli kılar. Ölüm sıradanlaşır, tepki monotonlaşır, ton özünü yitirip bizi herkesin acısının sürekli büyük olduğu kutsal bir sıradanlığa iter. Böyle durumlarda çıkış yolu da spiral bir hal alıp başı sonu belirsiz, işlevsiz bir yangın merdivenine dönüşür.
Felaket ne zaman adil olur?
Felaket, gerçekleşmeyince asla düşünmediğimiz, gerçekleştiğinde de ondan başka bir şey düşünmediğimiz, zamanı ve mekânı büken derin bir yarık olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla travmatik halini koruyor. Medeniyet diye tanımladığımız şey sadece şekle şemale değil, aynı zamanda düşünme biçimlerimize de şekil verdiğimiz bir âna işaret eder. Felaket olduğunda “Günahı kimin boynuna?” diye sormamız, hakka veya adalete çağrımız da buraya eşdeğerdir. Adaleti sorgular hale getirmeyen bir felaket hali nadirdir. Fransız filozoflar Michaël Foessel ve Frédéric Worms’un da dediği gibi, hiçbir felaket insanları eşit bir şekilde etkilemez. Herkesin öldüğü mutlak felaket hali adil bir felaket olarak gösterilebilir. Ama hiçbir felakette herkes ölmez, dolayısıyla geriye kalanlar için adalet koşusu kaçınılmaz olur. Nasıl oldu? Kim yaptı? Sorumlusu kim? Nasıl bir ceza verilmeli? Vereni kim denetlemeli?

Holokost’ta ailesini kaybeden ünlü filozof Emmanuel Levinas’ın ve ardından Paul Ricoeur’un zamanı derinden büken bu felaket karşısında insanı savunmasızlığa iten yöne vurgu yapması ilginçtir. Aydınlanma çağından beri aklı göklerden zemin kata indiren kolektif anlayış bizi bir bilinmezliğin eşiğine bırakır. İnsan artık “ölüm için var olan” bir varlık değil, “felaket için var olan” bir varlıktır. Felaket üzerine nitelikli çalışmaları olan Alman filozof Günther Anders şöyle der:
Artık içinde yaşadığımız dünyanın varlığını sürdüreceğinden emin değiliz. Eskiden her ölüm dünyanın içinde gerçekleşir ve her çağ tarihin akışı içinde devam ederdi. Ancak bu tür bir ölüm artık ölmüştür. Çünkü artık dünyanın ya da bizzat tarihin ölümünü hesaba katmak zorundayız.
Tarihin cesedi, tüm felaketlerin üst üste gelip sorumlusunu bir türlü bulamadığımız bir yerde yatıyor olabilir mi?
NOTLAR
[1] Leca-Tsiomis, Marie. L’Invention de la catastrophe au XVIIIe siècle: du châtiment divin au désastre natürel, Ed. Anne-Marie Mercier-Faivre, Chantal Thomas, Postface: Jean-Pierre Dupuy, Bibliothèque des Lumières, Droz Yayınları, 2008. ("18. Yüzyılda Felaketin İcadı: İlahi Cezadan Doğal Afete")
[2] Richard Brautigan, Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek, çev. Bülent Doğan, Sel Yayınları, İstanbul, 2018.
[3] İvan Gonçarov, Oblomov, çev. Ergin Altay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 133.