Tom Robbins'in ardından:
Ne güzel bir abimizdin, ah be Tom abi!
İlham dolu bir yıldız kaydırmaca, lolipoplu bir dondurma, en komik saydırmacalar ve uğrunda dans etmeye layık tüm değerler…

Tom Robbins (Thomas Eugene Robbins). Fotoğraf: Jeff Corwin.
Tom Robbins ya da tam adıyla Thomas Eugene Robbins, sayısız ve gizemli tesadüfler sonucunda 1932 yılının sıcak bir temmuz gecesi, biçare gezegenimizde “insan” olarak dünyaya geldi. (Burcu yengeçtir.) Her iki dedesi de güneyli baptist vaizlerdi ki, ergenlik yıllarındaki halini kendi de tipik bir “Güneyli zonta”, bir “hillbilly” olarak tarif ediyor. Üniversitede gazetecilik eğitimi alırken yaşıtı olan sportif ve acımasız “erkolar” tarafından hayattan bezdirilip okulu bırakıyor. (Sizinle mi uğraşacağım be!) Sonrasında orduya yazılıp Kore’de meteorolog ve özel hava durumu istihbaratçısı olmak mı? Bir bulut casusu olmayı ondan daha iyi kim becerebilirdi ki zaten?

Virginia’ya döndüğünde Rhinoceros Kafe’de şiir gecelerindeki performanslarıyla bohem ortamlarda gizemli bir şekilde parlamaya başlıyor. İlkgençlik yıllarında hep yazar olmak istemiş ama ailesi ve hayat onu dolambaçlı yollara sokmuşken neyse ki fazla vakit kaybetmiyor. 1963’te yaşadığı bir LSD tribi sonrasında mesaili işini bırakıyor. (Helal sana bu yollar!) Terence McKenna ve Timothy Leary ile ahbap olduğunu da buraya not düşelim.
1967’de kendi deyimiyle ona “sesini bulduran” ilham verici bir The Doors konserinden birkaç hafta sonra ilk romanı Dur Bir Mola Ver’i yazmaya başlıyor. Gerisi yıldız tozu! Demek ki insan nerede ve kimlerin ocağına (Güneyli polisler ve Evanjelist vaizler) doğarsa doğsun, sonunda olması gereken kişi oluyor. Şüpheye yer yok, o bir rock star! İlham dolu bir yıldız kaydırmaca, lolipoplu bir dondurma, en komik saydırmacalar ve hayatta inandığım tüm değerler…
Bendeniz, kendimi bildim bileli başta The Doors ve Jim Morrison olmak üzere pek çok şeyin peşinden gittim ama hiçbirine tam olarak ait hissedemedim, çünkü hepsinde pervasız bir özgürlüğün yanında mutlaka dişil bir trajedi, eril bir ego destanı, insanca ama özünde korkak bir kaçış ve bir noktada kendinden başka hiçbir şeye hizmet etmeyen bir hedonizm vardı. Tüm değerlerimle ait olduğum, etiğimin, kutsalımın, neşede ve kederde ifade biçimimin birebir karşılık bulduğu tek bir yer varsa, o da Tom Robbins kitaplarıydı. Çevirisini yapma şerefine nail olduğum (hayatımın el kitaplarından) Kovboy Kızlar da Hüzünlenir ve hepsi birbirinden çılgın dünyalarıyla Ağaçkakan, Sıska Bacaklar, Parfümün Dansı, Geriye Uçan Yaban Ördekleri, Sirius’tan Gelen Kurbağa, Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar ve diğerleri… Sadece kitaplarının adları bile hep sahip olmak istediğim bir arkadaş topluluğu gibiydi.
Komik bir gezegenden bu dünyaya düşmüşlerin elinden tuttu ve yaralarına patlayan şeker serpti…
1977 yılında Rolling Stones dergisine verdiği röportajda, “İnsanlara amacımın bir sepet dolusu kiraz domates gibi romanlar yazmak olduğunu söyleyebilirsiniz” diyordu Tom Robbins. “Bir paragrafı ısırdığınızda suyunun hangi yöne fışkıracağını bilemezsiniz.” Aynı röportajda, “Hep büyülü bir hayat yaşamak istedim ve yazmak da bunun bir parçası” diyordu. Ne edebiyat eleştirmenlerini ne yüksek sanat anlayışını, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi sallamadan yazdığı kitaplarında hayatı “puantiyeler ve ay ışıkları” ile resimlerken edebiyat dünyasını her defasında ikiye bölüyor, insanlar onu ya boş beleş bir palyaço ya da kutsal bir dahi olarak görüyorlardı. Tam da istediği gibi! Eminim ki herkes onu çok beğenip göklere çıkarsa yazdıklarından da, kendinden de şüphe eder ve bundan tiksinirdi. Kült bir yazar mertebesine ulaşıp kült bir okuyucu kitlesinin kalbine yerleşerek dünyanın dört bir yanına dağılmış isimsiz bir kitleye ömür boyu arkadaşlık etti. Kendini komik bir gezegenden bu dünyaya düşmüş hisseden herkesin elinden tuttu ve yaralarına patlayan şeker serpti! İlk romanımın girişine yerleştirerek baş tacı ettiğim alıntısında söylediği gibi, bu düzende yaşayabilmek ve devam edebilmek için çok da “şeyetmemek” gerekiyordu belki: “Akıyorsa lavabonun üstünde ye!”

Hani bir uzaylı olsun da yanlışlıkla bu gezegene düşsün… Bu uzaylımız huzur ve aydınlanma karşıtı bir Anarko-Budist olsun ve sırf ahududulu dondurma aşkına bile gezegenimizdeki kaderine şükretsin. Hayatın çamurlu yollarından geçerken ayağı taşa takıldığında arada durup durup küfür etsin ama her daim minnettar bir misafir olarak aşırı keskin zekâsıyla tespit ettiği tüm absürtlükler karşısında yargı ve dram ‘kasmak’ yerine sevecenlikle dalgasını geçsin. Kölesi olduğumuz ve gerçeklik dediğimiz bu düzeni, bu amansız illüzyonu “ayol kral çok şapşik” diyerek her daim yerle bir etsin. Her gün kolayca kanıksadığımız, değersizleştirdiğimiz tüm sihri ve tüm güzellikleri, “Abi bu çok muhteşem bir şey, siz kafayı mı yediniz?” diyerek bizlere hatırlatsın ve bir kaleydoskopun içinden gözümüze, ruhumuza, kalbimize zerk etsin!
“Kareleşmiş bir yuvarlaktır medeniyet”
Bu yazıda Tom Robbins’i tanımayanlara onun kim olduğunu anlatmaya, onu tanıtmaya çalışmayacağım elbette. Ama Tom Robbins’in en büyük meşgalesi ve en büyük misyonu “kutsal” olanı sorgulaması ve kutsallığa dair tüm yargılarımızı yıkıp sezgilerimizi tazelemesidir elbette. Tüm kitaplarında vurguladığı ortak bir tema varsa o da Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlığın tamamen “Tanrı” merkezli, eril bir kurgu yarattığıdır. Kovboy Kızlar da Hüzünlenir’de okurlarına aydınlanmayı Uzakdoğu’da ya da egzotik kültürlerde değil, kendi toprağımızda aramamızı salık verir. Toprağı yeterince kazarsak aidiyeti, teslimiyeti ve ruhaniliği ancak ait olduğumuz yerde, semavi dinlerden önce var olan pagan köklerimizde bulabileceğimizi söyler ve bizlere “tanrıçayı” hatırlatır. Her şeyin kaynağı olan tanrıçaya dair ne varsa, büyük bir eril kurguyla adeta dünya üzerinden silinmiş olmasına her daim hayret eder ve şöyle der: “Kareleşmiş bir yuvarlaktır medeniyet.”
Katmandu’dan gelme dua mendiliyle alnındaki teri silmek için testereyle kalas kesmeye ara veren Debbie “O kadar da çılgınca değil hanfendi” dedi. “Hatta hiç çılgınca değil. Bu yuvarlak bir bina, çılgınca olan kare binalar. Su İçer adında Dakotalı bir büyücü doktor, beyazlargelmeden önce bir rüya görmüştü. Kabilesi yenilgiye uğrayacak ve kare evlerde yaşamaya mecbur edilecekti. Bu gerçekleştiğinde Dakota kabileleri perişan oldular. Kara Geyik bunun berbat bir yaşam biçimi olduğundan yakınıyordu. “Karenin hiçbir kuvveti yoktur” dedi Kara Geyik. “Bir Kızılderili’nin yaptığı her şeyin yuvarlak olduğunu görebilirsiniz; çünkü Yeryüzünün Kuvveti daima yuvarlaklar çizerek işler ve her şey yuvarlak olmaya çabalar. Siz bir hayvanbilimcisiniz. Doğada hiç kare bulunmadığını biliyor olmalısınız; ne makrokozmosta ne de mikrokozmosta. Doğa yuvarlaklar yaratır ve yuvarlaklar çizerek hareket eder. Atomlar, galaksiler ve aralarındaki organik şeylerin çoğu yuvarlaktır. Dünya yuvarlaktır. Rüzgâr dönerek eser. Rahmin ayakkabı kutusuna benzer bir hali yoktur. Peki ya yumurtanın ve gökyüzünün köşeleri nerede? Turnaların yaptığı şu yuvalara bakın. Kusursuzca yuvarlak. Kare, mantığın ve akılcılığın ürünüdür. Medeni insan tarafından icat edilmiştir. Erkek bilincinin marifetidir. İlkel kabileler ve anaerkil kültürler her zaman yuvarlağa kıymet vermiştir. Göbeğinize bakın Profesör, orada, korsenizin hemen altında. Memelerinize bakın. Kadın yuvarlak bir hayvandır.Evrende doğal ve kadınsı her şeye başkaldıran erkek, mantığı bir silah ve kalkan gibi kullanmıştır. Mantığın bütün amacı yuvarlağı kareleştirmektir. Kareleşmiş bir yuvarlaktır medeniyet. Bu nedenle de medeni toplumlarda kadının ve doğanın kaderi acıklı bir kader olmuştur. Erkeklere yuvarlağı sevmeyi yeniden öğretmek, gelişmiş kadınların görevidir. Yok hanfendi, bu, çılgınca bir bina olmayacak, sağlıklı bir bina olacak. Rasyonel mantığı, akıl sağlığıyla bir tutacak kadar aptal değilseniz tabii. Eğer öyleyse de bu yapı ve yaptığımız diğer her şey elimizden geldiğince çılgınca olacak. Turnalar kubbemize sığınmaktan kaçınmayacaklar. Yuvarlak hayvanların inşa ettiği yuvarlak bir bina bu. Yuppiii!”
– Kovboy Kızlar da Hüzünlenir
“Mükemmel aşkı yaratmak yerine, mükemmel âşıkları aramakla vakit harcıyoruz”
Sonra aşk… Aşkı ne zannettiğimizi çoğu zaman yerden yere vurur Robbins. Aşkın teslimiyet ve özgürlük arasında hükümsüz ve hükümdarsız bir dans olabileceğini hatırlatır bize.

Kendinden vazgeçmeden birlikte yürümenin yollarını gösterir. Aşka teslim olmak varoluşumuzun özünden vazgeçmek anlamına gelmeyebilir ki, bu da başlı başına bir devrimdir! Robbins’e göre aşk diğerinin özgür ruhunu koruma ve sihrini yaşatma azmidir! Bir âşığın ikinci büyük sorumluluğu ise işler sarpa sarıp kendimizi unuttuğumuzda ve her şey küflenip turşulaşmaya başladığında birbirimizi uyandırma vazifesidir… (Küf inatçı ve sevimsizdir, turşu ise ilahi.) Aşk, birimiz varoluşun ağırlığıyla bilinç ve ruh düzeyinde uyuyakaldığında onu itekleyip uyandırarak yola beraber devam etmektir. “Tanımlar sınırlayıcıdır. Sınırlar ölümcül. Kendini sınırlamak bir intihar biçimidir. Başkasını sınırlamak bir tür cinayettir.”
“Sihre inanmamak zavallı ruhlarımızı iş dünyasına ve hükümete inanmaya mecbur bırakabilir”

Bir yandan varoluşu, özgürlüğü ve aşkı yeniden tanımlayıp düzeni sorgularken, devrimi ve anarşiyi de sorgular Robbins, ki onu eşsiz yapan özelliklerinden biri de her şeye eşit bir merak, tutku ve şüpheyle yaklaşmasıdır. Gerçek özgürlük böyle bir şey olsa gerek diye düşündürür bize: İşte size kalbin ve zihnin bağlanmamışlığı, tutsaklıktan arınmışlığı… Ve şöyle der: “Anarşi, ateşteki muhallebi gibidir, sürekli karıştırmak gerekir. Yoksa dibi tutar ve ağırlaşır, tıpkı hükümet gibi.”
Tom Robbins’in anarşi ve devrimi sorgulayışı, “kutsal” olana yaklaşımına da derinlemesine sirayet etmiştir. Bu “anarşi” ve “kutsallık” sorgulamaları en çok da Kovboy Kızlar da Hüzünlenir kitabındaki Chink karakterinde cisimlenir. Mağarasında izole bir yaşam süren yaşlı Chink, bilgeliğinden faydalanmak için dağlar aşıp kapısına dayananları taşla kovalayan bir münzevidir. Mottosu (dövmesini daktilo harfleriyle bedenimde taşıdığım) “Ha ha, ho ho ve hi hi!”dir. Sürekli açık radyosunda Polka dinleyip dans eder Chink. Şarkı sona erip haberler başladığında da dünya ahvali ve gündem haberleri eşliğinde dansına devam eder. Mağaranın duvarlarında ise şu sözler yazılıdır: “Her şeye inanırım, hiçbir şey kutsal değildir / Hiçbir şeye inanmam, her şey kutsaldır.”

Ne olmamak istediğini bilmek, olmanın yarısıdır
Sevgili Tom Abi,

Bob Peterson.
Önemli olan ne yazdığın değil, kim olduğun ve nasıl yazdığındır ki, sen bunu bizlere kanıtladın. Erkek olmanın ne olmayabileceğini, kadın olmanın ne olmayabileceğini, aşkın ne olmayabileceğini, devrimin ne olmayabileceğini, yaşamanın ne olmayabileceğini bize göstererek ezberimizi bozan, tüm çirkinlikleri ve tüm güzellikleriyle büyük resmin aslında büyük bir hapishane değil sadece bir resim, büyük bir kurgu, muazzam bir oyun olduğunu, eğer eğlenmiyorsan oyun oynamanın kutsallığını kaybedeceğini hatırlatan, yerçekiminin tüm ağırlığına rağmen aykırı bir kuvvet olarak varoluşumuzu hafiflettin. Ne güzel bir abimizdin, ah be Tom Abi! Sayende biliyoruz ki, cennet gökyüzünde ve yeryüzündedir. Eğer ilham dolu isek yaptığımız her iş tanrıçanın işidir. İyi ki geldin, geçtin ve sanırım tam zamanında gittin, çünkü bulunduğumuz noktada işimiz ya ancak senin yazabileceğin büyük sürprizlere ya da uzaylıya kaldı ki, her an gelebilirler! (Neredesin Jamiryo! Uzaylılar?!?!) Nihayetinde senin o gökkuşaklı, “driftçizade” usulü fiyakalı yıldız geçişinle tamamlanan eşsiz varlığın evrenimize artık hepten nüfuz etmiş, varlığımızla bütünleşmiş olsun diye ümitlenebiliyorum ancak, çünkü hepimizin bildiği üzere, bu ruha her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var artık. Puantiyeler, gökkuşağı, patlayan şeker, neon düşler, edepsiz şarkılar, bozkır çiçekleri, tarçınlı şeker, keskin karanfil tomurcukları ve diğer her şey için teşekkürler. Sayende biliyoruz ki, yaşamak ve direnmek bazen çok da ciddi bir iş değildir. İyi ki varsın, iyi ki yazdın… Ha ha, ho ho ve hi hi!
NOT:
“Halt vardı yazar oldum, daha da yazmayacam, iki romanım ve ezber bozan delikanlı bir oğlum var, aşkı buldum, e bunlar da bana yeter” dediğim şu günlerde bana önerilmesinden büyük şeref duyduğum bir “obituar” yazmamı isteyen ve tüm itirazlarıma rağmen “Tabii tabii, hadi canım, hadi güzelim, yarına bekliyorum” diyerek beni çok çok iyi tanıdığını bir kez daha hatırlatan sevgili editörüm Mustafa Arslantunalı’ya bir kez daha teşekkürler!
Önceki Yazı

Felaketi anlatmak üzerine
“Enkazdan çıkarılan hurda metallerle yapılan deprem anıtı sergisinde tebrikler ve kokteyl ne kadar sürdü? Keçi Burcu’nda dizilmiş rengârenk tabutlarla bir 'hafıza odası' yaratma sergisi, güzel sanatlar liselerinde okuyan öğrencilerden Gazze ile ilgili çalışmalar, kim bilir belki de çatışmalar isteyen eğitim sistemi bize neyi anlatıyor?”