Ertuğ Uçar, üzerine İstanbulin’i geçirip İstanbul’u adımlıyor...
“Karaköy’de bir hanın merdiven altı çay ocağı, sırtını cami duvarına vermiş ayakkabı boyacısı, başka bir duvar yer kesişmesine serilip uyuyakalmış bir kediyle şehrin kenarına ilişenlerin tanıklığı bizi dolaştırıyor İstanbulin içinde.”

Ertuğ Uçar / İstanbulin'den üç eskiz. (kolaj)
Doğrudan içinde geçen şehri konu etmese de, o şehre dair bize bir şeyler söyleyen, belleten ve belge oluşturan edebi metinler vardır. Hikâye, roman, öyle ya da böyle bir mekân ister. Yer verdiği mekânın tanıdık veya ulaşılabilir olması metni bir hatıra veya bir seyahatname yapmaz. O hâlâ kurguya dair bir edebi metindir. Edebiyat var olan hakikati bozup, ortadan kaldırıp yeniden de oluşturabilir. Mekânı sabitleyip olayları ve/veya kişileri kurabilir. Veyahut tam tersi.
Diğer taraftan, nesnel olmaya gayret eden ama yazanın vizöründen geçmesini de tercih edebileceğimiz gezi yazılarının, şehir hatıralarının veya seyahatnamelerin edebi kanatta olmadığını da söyleyemeyiz. Bu tür metinlerin teyit edilebilir olması onları nesnel kalmaya mecbur eder. Konu ettiği coğrafyadan uzakları muhatap alan belgelemenin, teyit etmenin güç olduğu 19. yüzyıl seyahatnamelerinin ve zaman zaman bunlara eşlik eden gravürlerin bazılarının var olanı yansıtmadığını, bazısının ise abartıldığını biliriz. Ama bu da onları tıpkı içinden belirli, bildik bir mekânın geçtiği hikâyeler gibi değerlendirmemizi engellemez.

İstanbulin
Can Yayınları
Mart 2025
264 s.
Ertuğ Uçar’ın kitabı İstanbulin’in kapağını çevirdiğimizde, öykü kategorisi içerisinde yayınlanmış olduğunu görüyoruz. Buradan sonra bir kurgu okuyacağımızı, gerçek hayatta karşılığının olmadığını zannedebilirsiniz. Diğer taraftan, bir izlek teşkil etmese de, şehir rehberi gibi karşılama ihtimaliniz de var. Her ikisi de İstanbulin’i yeterince ifade etmiyor. Şehrin hakikati ile hikâye kurgusunun birlikte yürüyor olması bizi bir ara mekânla ilişkilendiriyor. Şehri bağlam kabulüyle anlatının ve çizimin araçsallaştığı bir başka mekân kurgusu ortaya çıkıyor.
Kitabı farklı başlıklar altında oluşturan bu metinlere deneme veya bugüne dair, dönem tanıklığı içeren hatırat diyebiliriz. Deneme bizim aklımıza olmayacak şeyler düşürür, öğrenmemizi ve en önemlisi merak etmemizi sağlar. Uçar’ın başlıkları ve içerdiği detaylar da bizi meraklandırmaya, İstanbul ile ilişkimizi kurcalamaya aday.
Şehri, İstanbul’u bir gezi rehberi olmaksızın parçalara ayırıp, şahsileştirip bir bütünde anılaştırmanın geçmişte birçok örneği olsa da, günümüzde pek rağbet gören bir şey değil bu. Bunda belki de günü anbean kayıt altına sokan, bunun onun ikamesi olduğunu düşünen sosyal medyanın da payı vardır. Sermet Muhtar Alus’un İstanbul Sözlüğü olaylar, kişiler, meslekler, mekânlar üzerinden alfabetik ilerler. Tıpkı Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi gibi. Bu eserler sadece gözlemle ve tanıklıkla değil, duyumlarla ve deneyimlerle beslenmiştir.
Dolayısıyla gündelik hayatın hikâyesi içlerine sızmıştır. İstanbulin’i bu yapıtların bugüne dair bir tezahürü gibi düşünebiliriz ama Hagop Mıntzuri’nin anılara ve şehre yaklaşımına daha yakın bulduğumu söyleyebilirim. İstanbul gibi anlatı temsillerini çeşitleyebilen ve yoğunlaştırabilen şehirlere getirilen bakış ve yorumlama farkları o şehirle bizi tekrar buluşturabileceği gibi, henüz tanışmamış olma hissi dahi verebilir.
Ertuğ Uçar mimar/yazar/çizer. Meşgale bazı insanlarda iç içe geçer ve nasıl sıfatlandıracağınızı bilemez, neyin başat olduğunun içinden çıkamazsınız. Burada olduğu gibi, bazen hiyerarşi pek de önemli değildir.
Uçar’ın yeri, coğrafyayı, dolaşımı konu yapması yeni değil. 2020 tarihli Ayrılığın Haritası’nda bir gönül ilişkisi içerisinden Ege Denizi’nin ve adalarının kaydını tutuyor. “Teorik olarak her şeyin haritası yapılabilir” kabulüyle, gerçek ve kurgu arasında yeniden örüyor. 2017 tarihli denemesi Woolf’un İzinde, Virginia Woolf, deniz fenerleri, kuzey denizleri ve Akdeniz kesişmesinde ilerliyor. Aynı yılın öykü derlemesi Gece Yolculuğu ile bu kez fenerleri başka bir seyyahlık hali olan rüyalarda konuşlanıyor. Bunların yanı sıra fotoğraf ve çizimlerle ilerleyen, 2020 tarihli Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer, 2014 tarihli Ormanda Kaybolmak denemeleri ve ilk kitabı da olan Rüya Arızaları adlı romanı birbirine ilmeklenmiş bir halde. Denizin, gezginliğin, rüyaların ve gerçekle kurgunun birbiri içinde geçtiği yerlerde dolaşmak, iz sürmek, harita müptelalığı, Ertuğ Uçar’ın da satır aralarında andığı ve sahiplendiği, aidiyet hissettiği kadim Akdenizlilik hali gibi gelir bana.
İstanbulin, 19. yüzyılda memur ve bürokrat takımının daha çok rağbet ettiği, adı İstanbul’dan mülhem bir ceket. Artık unutulmuş bir model, gündelik telaffuzdan düşmüş bu sözcük Uçar’ın kitabına isim olmuş. İstanbulin, bir üst giysi olmasıyla kitabın izleğine de, niyetine de pek yakışıyor. Şehrin mahremine, eskisine, tarihine, muhakemesine el atmıyor. Yazarı üzerine İstanbulin’i geçirip İstanbul’u adımlıyor. Üstüne başına İstanbul siniyor, çıkarıp sayfa aralarına asıyor.
Kitap iki bölümden oluşuyor. İstanbul’un siluetini ve fiziki yapısını tamamlayan öğelerin oluşturduğu “İstanbulin Öyküler” ve şehrin içinde yaşam bulan, şehre ait, başka yerlerde de görebileceğimiz ama yerinden dolayı, İstanbul’da olduğu için farklılaşmış, adeta endemik bir hal almış öğelerle “Şehrin Florası ve Faunası”. İlk bölümü şehrin bir yerleriyle ilişkilendirmek kolay, ikinci bölümü ilişkilendirmek için üzerindeki perdeyi sıyırmak gerekiyor.

Bir şehrin ince bakışlarla izlenip yerli yerinde, görmeye merak uyandırır biçimde yazıya aktarılmasında veya çizilmesinde, edinilmiş ve olgunlaşmış mimari formatın bir başka katkısı vardır diye düşünürüm. Sözcüklerle oluşan tasvirin, tarifin bir eskiz olduğunu söyleyebileceğimiz gibi, kitaba eşlik eden eskizlere uzun uzadıya gözümüzü diktiğimizde, onların da ince ince okunan bir tasvire dönüştüğünü fark edebiliriz.
Malum, yürürken düşünmek ve düşünürken yavaşlamak denklemi içerisinde Uçar tali yoldan yürümenin erdemi, algısı, idraki üzerinde duruyor. Kentte yürümekle doğada yürümek arasında bir fark var. Kent yürüyüşünün ritmi düzenli değildir. Kent, yürürken önüne çıkanlarla bizi oyalar, aklımızı çeler, hedefliyse de bozar, yönümüzü saptırır. Kitaptaki bölümlerin bir kısmı belirlenmiş hedeflerin güzergâhında gelişirken, bir diğer kısmı ise hedefsiz, aylaklık dolaşımlarıyla çatılıyor.
Her şehrin bir merkezi olur. Pergelin iğnesini buraya saplar, çemberler çizeriz. Her biri bir öncekinden daha büyüktür ve şehir yavaş veya hızlı bu çemberlere uyumlu şekilde dışarıya, kırlara, şehir olmayan yerlere doğru genişler.
İstanbul’unsa merkezsiz olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bir köyler şehri olan İstanbul’da çok sayıda merkez olduğunu ve bunların zamanla kaydığını, şehrin büyük bulmacasını asıl kuranın şehirde kayan, oluşan, sönen merkezler olduğunu söyleyenler de var. Ben yine de tek bir merkez olmalı derim. Her şeyin bir merkezi olmalı. Her şehrin. Tek bir nokta. Her şeyin oradan peydah olduğu bir göbek deliği.
Karaköy’de bir hanın merdiven altı çay ocağı, sırtını cami duvarına vermiş ayakkabı boyacısı, başka bir duvar yer kesişmesine serilip uyuyakalmış bir kediyle şehrin kenarına ilişenlerin tanıklığı bizi dolaştırıyor İstanbulin içinde.
Bu genel geçer kerterizler ile şehrin su üstündeki kaderi adeta beraber hareket ediyor.
İstanbul’da yerleşikliklerin veya geçiciliklerin bin türlü hikâyesi var, günbegün hatırlayarak ve üzerine eklenerek artıyor.
“Sis bir kelebek Boğaziçi’nde. Kısa ömürlü…”
* Yazıda kullanılan eskizler Ertuğ Uçar'a aittir ve İstanbulin'den alınmıştır.
Önceki Yazı

Nedir bu toplumsal cinsiyetten çektiğimiz!
“Her şey 'toplumsal cinsiyet' kavramıyla başladı. Feministler bu terimi alıp politikalarının merkezine koyduklarında, cinsiyetin bir toplumsal inşa olduğunu iddia ettiklerinde. Bu, devrim gibi bir şeydi...”
Sonraki Yazı

Hep duyulacak O Derin Fısıltı...
“Selim İleri’den çıktı bu fikir. Moda’da, Koço’da buluşmuştuk; laf lafı açtı, konu Sait Faik’e gelince Selim, 'Bir konuşmalar kitabı yapsak mı?' dedi. O gece ânında kitabın yol haritası çıkarıldı, izleyeceğimiz yöntem hakkında birçok şey konuşuldu.”