• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Cormac McCarthy'nin Blood Meridian'ı:

Çölün karanlık âleminde kıyım ve yıkım

“Bu kitap bir romandansa bir tür anti-kutsal kitaptır; olumlu hiçbir ilkeyi tanımaz, çözülmeyi, dağılmayı, yitişi, özetle ölümü ilkelerin ilkesi olarak belirler ve her şeyi onunla tanımlar.”

HASAN CEM ÇAL

@e-posta

KRİTİK

27 Şubat 2025

PAYLAŞ

Amerika’nın tarihi istisnasız tüm ulusların tarihi gibi tek bir maddeyle başlar: Kan. Bunun nedeni, en nihayetinde ulus denen şeyin sınır çekmekle, sınır çekmenin sınır ihlaliyle, sınır ihlalinin savaşla, savaşın da kanla ilgili olmasıdır. Nasıl ki duman ateş olan yeri imler, benzer şekilde ulus da kan döküldüğünü. Her zaman olduğu gibi, savaş duygu yoğun bir şeymiş gibi dursa da, ancak duygular üstünden anlaşılabilir görünse de, özünde mantıktan başka hiçbir şeyin ifadesi değildir ve başka türlü de hiç mi hiç anlaşılamaz: Soğukkanlı bir hesaplılık. Amerika’nın çırılçıplak keşfinden tam teşeküllü kuruluşuna kadar, gerçekten de birer hesap kitabın ürünü olan, yalnızca “yerli”lerin öldüğü savaşlarla, daha doğrusu kıyımlarla, kırımlarla karşılaşılır. 1637, 1863, 1890: Pequot, Bear River ve Wounded Knee katliamları. Bu savaşların her birine katliam dendiyse, bunun nedeni besbelliydi: Yalnızca taraflar arası güç dengesizliği değil, cinayette hiçbir sınır tanınmaması. Kadın, çocuk, yaşlı ya da değil, herkes ölmeliydi. Kan dökülecekti. Öyle ki, Latin Amerika’ya dahi sıçrayacaktı kan (Kristof Kolomb’tan William Walker’a giden o uzun yol). Her halükârda, Amerika onlarca katliama sahne olduysa, bir ulus kurmanın fıtratında bunun olmasındandır: Bir “genel temizlik” hali. “Sıfırdan başlama”nın gerekliliği. Bu perspektiften bakıldığında, her ulusun kurulduğu ânın, o netameli ânın hangisi olduğu açıktır: Tan kızıllığı ile kan kırmızısının birbirinden ayırt edilemediği an. Bir ulusun doğumu olarak ölüm ya da katliam.

Cormac McCarthy’nin Blood Meridian’ı, eğer ki bir roman demek mümkünse bu kitaba, söz konusu ânı donduran, diyelim ki zamansızlaştıran, diğer bir deyişle sonsuzluğa doğru genişleten, genleştiren bir roman. Bu anlamda da kökensel, hatta mutlak bir Amerikan romanı. Romanın alt başlığı, tıpkı “kan meridyeni” ifadesinde olduğu gibi, romanın özünde neyle ilgili olduğunu daha kapağını kaldırmadan belli ediyor, ki o da “ya da” bağlacıyla başlığa eklemlenen “Batıda Akşam Kızıllığı”. Daha kitabın başlığı ve altbaşlığından itibaren dahi, söz konusu olanın yalnızca kan olduğu anlaşılıyor. Ama kaynağı belirsiz, bir çember çizerek hareket eden, bir periyot dahilinde akan bir kan da bu; döküldükçe dünyayı rengine bulayan ve buladıkça da daha çok dökülen. Bu bağlamda meridyen aynı anda bir doruğu ve daireyi, akşam da karanlığı ve gizliliği imler ve bir arada kanın atmosferikliğine işaret eder. McCarthy’nin romanının adı hoşluk olsun diye seçilmiş değildir: Roman kan dökmekle ilgilidir, bu edimin bir başı ve sonu bulunmaz, damarlarda dolaşmaktan çok etrafı kaplayan bir şeydir o. Ve yalnızca bu anlamda atmosferiktir.

Cormac McCarthy (1933-2023)

Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, McCarthy’nin romanının hiçbir ele gelir hikâyesi yok. Hatta içerdiği karakterlerin özgüllüğünden söz etmek de zor. Öyle ki, romanın ana karakterinin kim olduğu bile belirsiz. Buna mukabil, romanda tutarlı bir hikâye çizgisi, bir ark da mevcut değil. Sadece bir yola çıkış, yolda kaybolma, ardından da yitme, ölüp gitme söz konusu. Kitabın “konu”su net olarak şu: Basitçe “çocuk” olarak adlandırılan bir figürün kötü şöhretli Judge Holden tarafından yönetilen bir avcı/kiralık katil topluluğuna (Glanton çetesi) katılması ve Amerikan yerlilerini katletmek üzere onlarla birlikte yolculuğa çıkması. Ama bu “basit konu” dahi romanda olup bitenleri açıklamıyor, zira romanda öldürme motifi tüm belirsizliğini koruyor; hem önsel hem de sonsal olarak. Önsel olarak: Neden ve nasıl bu katil çetesinin oluştuğunu ve özellikle Amerikan yerlilerini öldürmeye hangi düşünceyle meylettiğini bilmiyoruz (ve asla da öğrenemiyoruz). (Belki de romanın özsel tarihîliği de burada; tarihte ille de belli bir motivasyon yok, o nedenle romanda da.) Sonsal olarak: Sonuçta çete yalnızca yerlileri değil, bir süre sonra önüne çıkan, yaşayan, kanlı canlı her şeyi öldürmeye başlıyor; yani makus amacından dahi şaşıyor – ve “yoldan çıkış”ın uçlarını deneyimliyor. (Harold Bloom’un Nasıl ve Neden Okumalıyız?’da bu romanı zamane Amerikası’nın kana susamışlığını yansıtan bir roman olarak tanımlaması bundan.)

Romanın bir hikâyesi olmadığı gibi, bir anlatısı da yok; daha ziyade bitimsiz görünen bir tür şiddet sarmalına sahne oluyor, o kadar. Kitabın sonlarına doğru çocuk da dahil, Holden hariç çetedeki herkesin ölmesi, kitabın olumlu hiçbir anlatım hattı izlemediğinin kanıtı: Öldürenler de bir başka çete tarafından öldürülüyor – hepsi bu. Silahla yaşayanlar silahla ölüyor ve baki olan tek şey ölüm, savaş. Bir bakıma “Savaş Tanrı’dır” diyor gibi kitap, ki Holden’ın vecizesi de bu. Savaşın ebediyeti. Sonsuz kan.

Fakat tüm bunlar ne demek? Savaş neden ebedi olsun ve kan neden sürekli akmaya devam etsin? McCarthy’nin romanında ilerledikçe, bunun bir tür yazgı olarak görüldüğünü ve “insan doğası” denen şeyin özünde yer aldığını anlarız. En azından McCarthy’nin katıksız nihilist anlayışına göre. Ama metnin akışının tamamına yayıldığını hesaba katınca, bu anlayışın aşırıya kaçtığı da hemen fark edilir: Romanda “iyi” denebilecek tek bir karakter bile yoktur, herkes sadece “kötü taraf”ıyla yüzleşir. Romanın ilk sayfasında, çocuk bile, en saf ve çıplak halinde görünür kılındığında (“See the child” cümlesiyle açılır kitap), “içinde gizlenmiş şiddet” üstünden tanımlanır. Bu açıdan McCarthy’nin kitabı, tipik Hıristiyan doktrini üstünden, “iyiye karşı kötü” diyalektiği ya da savaşımı vasıtasıyla ne açıklanabilir ne de anlaşılabilir. Daha ziyade, gnostisizm üstünden kavranmaya teşnedir. Diğer bir deyişle, kötülüğün dünyada olmadığı ama dünyanın ta kendisi olduğu fikri üstünden. Böyle düşünüldüğünde kitap salt Hobbes’çu bir anlayışı altlık edinir ve “olduğu gibi dünya”yı yansıtır: Herkesin herkese karşı olduğu, kimsenin kimseye acımadığı, acımasız, kana susamış bir varoluş. Kan dökmeye iten, öyleyse kandan oluşan.

Gnostisizm aşırı bir indirgemeyle şu doktrini öne sürer: Bu dünya karanlık, kötücül ve hastalıklıdır ve yalnızca bu haliyle ebedidir, iyilik bu dünyanın dışındadır ve bu dünyadan bilinmesi de imkânsızdır. Blood Meridian’ın bütün bir akışını düşündüğümüzde, bu yorumun kitabın mutlak yorumu olduğunu anlamamız uzun sürmez, tabii bu yoruma yol açan anlatının mahalinin neden Amerikan toprakları olduğunu da. Bir tür karanlık gnostisizm Amerikan topraklarında yeşeriyorsa, bunun nedeni gnostik ilke olarak kötülüğün, kötülüğün göstergesi olarak kanın bütün bir kıtaya yayılmışlığından ve tabii bu kıtayı “bilinen hali”yle var etmesinden, yani doğurmasındandır. Bu açıdan dünyada ebediyen var olan tek şeyin kötülük olduğunu ifade eden kişi olarak gnostik (ki ekstrem bir Budisttir), esasen onu doğuranın ve yeniden doğuranın da kötülük olduğunu ifade etmiş olur ve kan bunun damgası olduğu oranda, Amerika da kanla ve kandan doğan bir ulus olduğu düzeyde, toplu kıyımlarla var olduğundan diyelim, sadece Amerika’dır bu gnostik ilkenin, ebedi kötülüğün yoğunlaşacağı yer. Kuşkusuz ki McCarthy, salt Amerikan bir tür olan western’in ustası olmak vasfıyla, bu meşum görevin altından kalkabilecek yegâne yazardı; kalktı da. Zerre acıma, insaf içermeyen bir roman olarak Blood Meridian gerçekten de gnostisizmin mükemmel bir ifadesidir: Bu dünyayı şiddetin beşiği olarak tanımlamak ve yalnızca savaşı onun Tanrısı kılmak.

Yaldabaoth, gnostik demiurgos temsillerinden biri.

Tam da bu nedenle, tekrarlarsak, romandaki neredeyse her bir karakter ölür ve hiç kimse dünyanın tamamını tanımlayan bu ilkeden azat değildir. Yalnızca Holden ölmüyorsa, bunun nedeni onun öncelikle bir archon, yani bir yasa koyucu, hükümdar olması, en nihayetinde ise bir demiurge (demiurgos), yani bir tür hâkim olarak boy göstermesidir. Holden neredeyse iki metre uzunluğunda, solgun mu solgun, kılsız ve saçsız, buna karşın bebeksi ve göz kamaştırıcıdır; hem dolandırıcı hem de acımasız, yamyamvari, kana susamış bir ruh (ya da cin) olduğu için, hiçbir şekilde ölmez, tek emeli dünyadaki kaosu, karmaşayı, entropiyi artırmak gibidir. Bunun işaretleri Holden’ın işlediği envai çeşit cinayet ve dışavurduğu sapıklıklara (ki Tanrı’nın Bir Kulu’nda da bir arada odaktaydı bunlar) ek olarak kitapta ayrıca verilidir: Metnin bir yerinde “Benim bilgim dışında var olan, benim iznim olmadan var oluyordur” diye şakır, ama ayrıca tüm çete elemanları bir başka çete tarafından katledildiğinde, apatik bir şekilde kaçıp kurtulmayı başarır ve bu duruma dair hiçbir şey hissetmez, düşünmez. Bunun nedeni onun savaşanlara değil savaşa olan bağlılığıdır, başka hiçbir tanrı tanımaz o (bir nevi Ares’tir Tanrı’sı). Her ne kadar çoğu Holden’ı şeytanın yeryüzündeki hali ya da bir tür cin olarak görse de, esasen Holden bir tür semboldür: Gnostizmin sembolü. Bu vasıfla da gnostik demiurgos’tur ve romanın ilgili olduğu şeyin ta kendisidir. Bir kişi olarak değil, bir varoluş kipliği olarak. Kıyım ve yıkım istenciyle dolu bir kuvvet olarak. Arı gaddarlık.

Dolayısıyla, McCarthy’nin kitabında “içsellik” aramak da manasız görünüyor, eğer ki içsellik bir özne üzerinden düşünülecekse. İçsellik daha ziyade tüm kitabın kendisi olarak görülmeli, “kitabın bedeni”nin içinde aranmalı. Bundan kasıt, kitabın açıkça “kötülük ilkesi”ne dayanması, karakterleri yönlendiren içsel ve karanlık kuvvetin, “karanlık madde” olarak dünyanın kendisinden başka hiçbir şeyle ilgili olmaması. Diğer bir deyişle, kanla bezenmiş ve kana bulanmış, mutlak bir kayıtsızlıkla var olan bir dünyayı resmetmesi (birçok kişi tarafından kitabın Amerikan edebiyatındaki “en şiddet dolu kitap” olduğunun iddia edilmesi boşuna değil). Kötülüğü iyilikten azat, iyiliğin yokluğundaki durum olarak bellemesi ve bu durumu da dünyanın oluşuyla eşlemesi diyelim, ama tabii tüm bu oluşta insanı da merkezden çıkararak, olsa olsa bir kukla kılarak.

Zaten her ne kadar ton, üslup ve seçtiği konular bakımından McCarthy’den çok uzak bir yazar olsa da, H.P. Lovecraft’ı bu tip bir bağlamla ilişkilendiren de bu resmetmedir. Lovecraft aynı kayıtsızlığı, aynı dehşetengizliği evren ölçeğine yükseltiyordu. McCarthy’de ise ölçek dünya düzeyinde kalır fakat kayıtsızlıkta aynı oranda yoğundur. Tam da bu nedenle Lovecraft’ta şiddet temsili azdır, zira şiddetin basıncı olağanüstü yüksektir (Lovecraft’ın mitolojisindeki tüm yaratıklar insanlardan mutlak olarak güçlüdür). McCarthy’de, özellikle de Blood Meridian’da ise şiddet kozmik değil dünyevi ve dağıtık bir hal alır ve yeryüzüne, bir tür mikrokozmos olarak Amerikan kıta sahanlığına yayılır (İhtiyarlara Yer Yok’ta özellikle olduğu gibi). Böylece şiddetin sıklığı da, betimi de artar ve dünya koca bir kan banyosuymuş gibi okunur. Aslında Lovecraft’la aynı kuvvetten söz eder McCarthy, ama bir başka dille, bir başka ölçekte ve tabii bambaşka bir kaygıyla.

Tabii işbu kayıtsızlığın, kötülük için kötülüğün, şiddet için şiddetin ve damarda akmak için değil gökyüzünü kızıllaştırmak ve toprağı beslemek için, kısacası dökülmek için var olan kanın yaratmış olduğu anemi, McCarthy’nin kitabının diline vurmadan da durmaz. Kitap, söz ettiği kötülük odaklarıyla aynı oranda kayıtsız görünen, şiirsel olsa dahi ham ve mat olan bir dille, büyüsü bozulmuş duran, olağanüstü nesnel ve mesafeli bir düzyazıyla anlatır anlatacağı her şeyi. McCarthy’nin okuyucularının bildiği o “vurgusuz dil” şüphesiz ki bu kitapta da hâkimdir: Tıpkı Yol’da olduğu gibi hiçbir diyalog tırnak işaretleriyle vurgulanamaz ve bu, kimin konuşup kimin konuşmadığını anlayamadığımız, yalnızca konuşulanlara kulak misafiri olduğumuz bir diyalog dinamiğini var eder, ki bu da konuşma, diyelim ki söz üstünden yaratılan bir tekinsizliğe delalet edecektir. Gerçi bu da makuldür, zira kitaptaki hiçbir karakterin birbirinden son kertede hiçbir farkı olmadığı düzeyde, hepsi kötülükten sonuna dek payını aldığı oranda, kimin ne söylediğinin de önemi yoktur; çünkü tekseslilik bakidir: Karnından konuşmayıp fısıldayan, fakat her halükârda ikna edici olan kötülüğün sesi. Bu perspektiften bakınca şunu söylemek pek makbul hale geliyor: Tüm diyaloglar, bu diyalogları kuşatan, Tanrısal bakış açısını haiz sesin soğukluğuna sahip ve benzer bir sadelikle, edası ve sedası donuk şekilde akıyor. Bu açıdan McCarthy kendine has bir serbest dolaylı söylem tipinin de mucididir: Sözü ettiği şeyin haletiruhiyesini, söz söyleyen şeyden bu şeyin söz söylemesini mümkün kılan sözün kendisine dek yaymak. Bu örnekte: Mutlak bir mesafelilik, korkunç bir soğukluk.

Tabii bu durum, dilin bu donukluğu, tekrarlarsak, onun şiirselliğine ket vurmadığı gibi (McCarthy’nin romanları arasındaki en kitabi, en “kutsal kitapvari” dile sahip roman budur), nesnel ya da somut olduğu anlamına da gelmiyor. Hatta aksine, McCarthy’nin çoğu karakterinin ya da karakter demeye bin şahit isteyen figürünün mustarip olduğu sıkıntı sanrı bir yandan da, yani “orada olmayan şeyler”i görme hali. Bunu çocuğun hiç mi hiç mevcut olmadığı halde Holden’ı karşısında bulup durmasında görüyoruz. Ama benzer bir durum, çete elemanlarının işledikleri cinayetlerin benzerlerinin onların önünde yalan yanlış belirip durmasında da tekrarlıyor kendini (“vicdanın sesi” değil de “kem göz”ün görüleri). Bunların da tabii ki romanın genel mahali olan zaman-mekânsal çevrimle ilgisi var. En geniş çevrim Amerika, dar çevrim ise çölün kendisi. Amerika’dan söz ettik, Amerika’yla özdeş bir “yok-mekân” olarak çölün yarattığı etki bellidir: Serap. Aslında romanın içselliğinin parçası da çöl, zira roman büyük oranda (kurak arazi olarak) çölde geçiyor ve çölün yarattığı duygulanımların bir yansıması bu anlamda. Bu perspektiften, karakterlerin kendilerini içinde buldukları mekânın duygulanımı üstünden algısı oluşan ve bu algının çiğ haliyle anlatıcının konusu haline geldiği bir roman McCarthy’ninki. Yani yer yer gerçekten de hiçbir şeyden bahsediyor. Olgusal anlamda bir hiçlikten söz ediyor. Ve bu da içselliğin namevcudiyetini katlıyor kitapta: Romanın kaale aldığı, yine, karakterin içselliğindense bu içselliğin hiçliği, uçuculuğu, ele gelmezliği. Bu açıdan şunu iddia etmek de olası: “Bu dünyanın illüzyonu”, Budistlerin maya dediği, gnostiklerin ise “karanlık âlem” adını taktığı dünyanın kuvveti, çölde billurlaşıyor. Çöl, kanın ve kötülüğün ebediliğinin mükemmel zaman-mekânı, milieu’sü halini alıyor bir bakıma. Belki anlatıcının, çölün rüzgârlarının “yıkıntıları süpüreceğini ve onları bir hiç haline getireceğini” söylemesi bundan. Kötülüğün hiçliğinin ancak engin bir hiçlikte kendine yer bulabilecek olmasından. Şerrin ebedi meskeni olarak çöl.

Canyon de Chelly, Kuzey Arizona, Navajo bölgesi, 1904. Fotoğraf: Edward S. Curtis. 

Bütün bunlar hesaba katıldığında, Blood Meridian’a dair söylenebilecek şey şudur: Bu kitap bir romandansa bir tür anti-kutsal kitaptır; olumlu hiçbir ilkeyi tanımaz, çözülmeyi, dağılmayı, yitişi, özetle ölümü ilkelerin ilkesi olarak belirler ve her şeyi onun üstünden tanımlar. Diyalektikten azat, savaşın daimi olduğu, her şeyin ve herkesin ölmek için doğduğu bir dünya, bu perspektiften, Blood Meridian’ın yansıttığı dünya olmanın da ötesinde, mesken edindiği dünyadır. Kıvılcımın, alevin, gazabın dünyası. Tam da bu nedenle, kitabın sonundaki meşhur epilogda sözü edilen şey, vücudu delinen, tıpkı derisi yüzülen kızılderililer gibi kabuğu kaldırılan dünyadır, yeryüzüdür. Ve bu işlem sonucunda gaia’nın altından yalnızca tek bir şey çıkar: Ateş. (Yeryüzü çukurlarından çıkartılan, daha doğrusu ona girip çıkan bir diğer şey de çeliktir ama; silahın kurucu malzemesi olarak.) Bu raddede McCarthy, Holden’ı dahi göz ardı eder, daha ziyade onun eşleştiği ya da özdeşleştiği kuvveti odağa alır, yeryüzünü tüm kötülüğün hammaddesi olarak beller ve kitabın başlığında imlediği daireselliği, kanın kapsayıcı ve kuşatıcılığını epiloğun nihai mesajı haline getirir: Çukurlar açılan, ateş fışkıran şey bir dairedir, ama bir diğer daire de bu daireye uygulanan ve dönüşlü olarak bu dairenin sahne olduğu şiddetin daireselliğidir, diğer bir deyişle ebediliğidir. Bundandır ki epiloğun son sözü “Then they all move on again” olur. Her şey devam edecektir, bengi dönecektir; ateş kanı soğuracak ve geriye yalnızca kemikler bırakacaktır.

Ezcümle: Kan meridyeni dünyadır, kanın günü en kızıl kıldığı an akşam vaktidir ve bütün bunlar Batının yazgısıdır; bir Amerikan devranıdır. Kanla başlayan kanla sürer; son bulmamak üzere, nedensizce. Ve romanın sonuna gelip tüm olup bitenler karşısında kendi kendinize safça “Neden?” diye sorduğunuzda, içinize işlemiş olan kitabın, içinizdeki caniden başka hiç kimseyi muhatap almaz görünen kitabi sesin sizin adınıza bu soruya tüyler ürpertici bir soruyla karşılık verdiğini duyarsınız: “Neden olmasın?”

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Blood Meridian
  • cormac mccarthy

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 10

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Aziz / Cadılar Sürtükler Feministler / Edebi Babanın Reddi / Faşizme Heves Etmek / Feminizmin Yazgıları / Filozofların Tuşesi / Miras / Münzevi Sesler Korosu / Proleterka / Türkiye’de Demokrasinin Hasta Kökleri

K24

Sonraki Yazı

KRİTİK

Askerî darbe döneminde

Türkiyeli Ermeniler

“12 Eylül Döneminde Ermeniler  okunduğunda Ermenilerin başlarına gelenlerin solculukla, sağcılıkla, terörle, anarşiyle ilgisi olmadığı, salt Ermeni oldukları için büyük tedirginlikler yaşadıkları, bazılarının hayatlarının altüst olduğu anlaşılıyor.”

BEHÇET ÇELİK
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.