Başak Baysallı ile Sarkaç üzerine:
Lena ile İnönü, yarım kalmış bir yüzleşme
Başak Baysallı’nın Sarkaç adlı romanı, Fresko Apartmanı ile başlayan üçlemenin ikinci kitabı. Fresko Apartmanı ana hikâyeyi destekleyen, ancak birbirinden bağımsız olarak da okunabilen öykülerden oluşuyor; öykülerin merkezinde 6-7 Eylül Olayları var. Sarkaç ise 1940-1954 yılları arasında Rum, Ermeni ve Yahudi toplumunun yaşadıklarına odaklanıyor.

7 Eylül 1955 günü yıkımdan, yağmadan sonra İstiklal Caddesi, Narmanlı Han’ın önü. (Fotoğraf: 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar-Belgeler Fahri Çoker Arşivi / Tarih Vakfı Yayınları)
Fresko Apartmanı ile başlayan bu üçlemenin tohumları nasıl yeşermeye başladı?
İstanbul’a ilk geldiğimde bu şehrin sokaklarından, caddelerinden çok etkilenmiştim. Hanlar, pasajlar, tarihî apartmanlar… Her bir köşede başka bir hikâye giziliydi sanki. Tarihî binaları süsleyen heykeller, kapıların üzerindeki motifler, merdiven basamakları geçmişten bazı izler taşıyordu. Bu izlerin peşine düştüğümde İstanbul’dan gitmek zorunda kalanların hikâyeleriyle karşılaştım ve ondan sonra Cumhuriyet’in ilk yıllarında neler olup bittiğiyle yakından ilgilenmeye başladım. Üçlemenin hikâyesi zihnime düştüğünde 6-7 Eylül’ün izlerini taşıyan bir apartman hikâyesi yazmak istiyorum, demiştim. Fresko Apartmanı’nın tohumları sanırım bu cümlede gizliydi. Ele almak istediğim meselelerin ve zaman diliminin tek kitapta işlenmesi pek mümkün değildi, bu nedenle hayalimdeki resmin hikâyesini üç kitapta yazmaya karar verdim.
Tarih, gerçek olma iddiası taşıyor ve belgelerle ilerliyor; tarihçinin amacı da kanıtlara ulaşmak, fakat romancı sezdirme iddiasına mı dayandırıyor eserini? Ben Sarkaç’ı okurken varlık vergisiyle ilgili araştırmalar da yaptım. Dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun sözlerini okudum. Çok çarpıcı gerçeklerle karşılaştım. Romancının tarihçiden farkını yorumlar mısınız? Gerçeklik, kurgu, sezdirme konusunda neler söylemek istersiniz?

Sarkaç
Everest Yayınları
Kasım 2022
556 s.
Tarih ve edebiyat işbirliği içinde olan alanlar. Edebiyatın tarihî gerçeklerden yararlanmaması pek mümkün değil; yararlanmakla kastettiğim resmî tarihin gerçek diye sunduğunu olduğu gibi kabul etmek değil elbette. Tarihî bilgiye şüpheyle yaklaşmak da tarihten yararlanmaktır. Tarih, gerçeği sayılar ve genelgeçer ifadelerle açıklar. Edebiyat ise birtakım kalıplaşmış ifadelerle sunulan gerçeğin ardındaki insanın hikâyesine, duygusuna, ruhuna odaklanır. Tarih hikâyeleri görmez, tarihçinin hikâyenin öznesi olan insanın duygularıyla çoğu zaman işi yoktur; o ne olduğuyla ilgilenir, sosyolojik çıkarımlar yapar, neden-sonuç üzerine tartışır. Romancı ise olayların değil, insanın peşindedir. Savaşta kaç kişinin öldüğüyle değil, sığınakta son nefesini veren insanın ölmeden önceki hisleriyle ilgilenir, hangi şarkıyı sevdiğini merak eder mesela. Tarih, “Varlık Vergisi uygulamaları ve 6-7 Eylül Olayları’ndan sonra birçok Rum, Ermeni, Yahudi kökenli vatandaş Türkiye’den göç etti” derken, romancı göç etmek zorunda kalan insanın evine son bakışını, gözünde biriken yaşı anlatır ve gerçek tam da budur; sayılar ya da çıkarımlar değil, insanın ne hissettiğidir. Öte yandan romancının tarihî gerçekleri topluma öğretmek gibi bir sorumluluğu da yoktur, onun amacı güçlü ve etkileyici bir metin yaratarak insanın hikâyesini anlatabilmektir.
Varlık Vergisi’ni sanki haksızca edinilmiş kazancın vergilendirmesi ya da zenginden alınan vergi gibi ele alanlar da var; oysa sizin romanınızda Varlık Vergisi uygulamalarından emeğiyle para kazanan ve kıt kanaat geçinen insanlar da etkileniyor, hatta onların hayatları ödemeleri mümkün olmayan vergi borçları nedeniyle mahvoluyor. Açık artırmayla eşyaların satıldığını anlattığınız bölümler gerçekten çok etkileyici; çok acı olaylar…
Varlık Vergisi’ni savunanların bize sunduğu en önemli gerekçe, savaş sırasında haksız kazanç elde eden ve vurguncu diye tabir edilen kesime bedel ödetmek için bu kanunun çıkarıldığı. Ancak uygulamalar sırasındaki tavır bu gerekçenin gerçek olmadığını gösteriyor. Emeğiyle para kazanan ve mal mülk sahibi olmayan Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşların da büyük bir vergi yüküne maruz bırakıldığını biliyoruz. Dükkân kepenklerini yağlayarak geçimini sürdüren Yahudi bir vatandaş yağ tüccarı olarak kayda geçirilerek asla ödeyemeyeceği bir borçla karşı karşıya bırakılıyor mesela. Bu ne kadar adil? Elbette vurguncular, soyguncular adil mahkemelerce yargılanmalı ve kanun önünde cezalandırılmalı. Peki ya masum insanlara yapılanlar… Bunun vebali nasıl ödenecek? Bir kanunun çıkarılışındaki görünür amaçla, altta yatan amaç ve uygulamalar sırasındaki tutum birbirinden farklıysa orada büyük bir problem vardır. Dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun şu sözleri Varlık Vergisi’nin asıl amacını açıklar niteliktedir:

“Bu kanun aynı zamanda bir ihtilal kanunudur. Bize iktisadi istikbalimizi kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza hâkim olan gayri Türk unsurları bu sayede bertaraf ederek Türk piyasasını Türk tüccarların ve Türklerin eline vereceğiz. İstanbul’daki gayrimenkullerin Türklere intikalini yine bu sayede temin edeceğiz. Gayrimenkullere tarh edilecek verginin ancak dörtte biri Türklere tahmil edilecektir.”
Yine o yıllarda İstanbul defterdarlığı yapan Faik Ökte, ancak 1951 yılında yayımlanabilen Varlık Vergisi Faciası isimli kitabında anlatıyor neler olup bittiğini. Kanun kapsamında toplanan 315.000.000 lira verginin 280.000.000 lirasının Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli vatandaşlardan toplandığını söylüyor. Hiçbir şey tesadüf değil. 1941 yılında “nafia askerliği” adı altında Ermeni, Rum, Yahudi erkekler bir mayıs sabahı baba oğul toplanarak Anadolu’daki çalışma kamplarına gönderiliyor; yaklaşık bir yıl boyunca geride kalan kadın ve çocuklar yaşam mücadelesi veriyor; erkeklerin kamplarda neler yaşadığını zaten tahmin edersiniz. Nafia askerliği uygulamasının hemen ardından, erkekler henüz işlerinin başına dönmüşken 1942’de Varlık Vergisi ile karşı karşıya bırakılıyorlar. Buna kim dayanabilir ki?
Romanın ana karakteri Eleni ve ailesi nafia askerliği ve Varlık Vergisi uygulamaları nedeniyle her şeylerini kaybediyorlar. Eleni de genç yaşta tek başına hayata tutunmak zorunda kalıyor ve terziliği öğreniyor. Babasının elinden tutup Beyoğlu’nda yürümeyi seven Eleni, zaman geçtikçe önüne çıkan engelleri aşabilmek için yürüyor. Eleni’yi yaratırken onun hangi özelliğinden en çok etkilendiğinizi söyleyebilirsiniz?
Bazı insanlar erken olgunlaşıyor, yaşadıkları olaylar nedeniyle. Eleni de öyle bir karakter. Yaşadıklarına rağmen hayata tutunmayı tercih ediyor, yaşamaktan vazgeçmiyor. Her şeyi kabullenebilen ve ardına bakmayan biri. Okulu bırakmak zorunda kaldığında bile böyle olmak zorunda. “Tamam, şimdi ne yapmam gerekiyor?” diyerek önüne bakıyor. Onca kaybın ardından ah vah diye sızlanan biri değil. Başına gelen her felaket Eleni’nin direncini çoğaltıyor ve onu daha dayanıklı kılıyor. Eleni’nin dirençli olması hikâyenin de devam etmesini sağladı. Ele almak istediğim konular için Eleni’nin hayatta kalması gerekiyordu. Yarattığım bir karakterin en sevdiğim özelliğini seçebilmem gerçekten çok zor, ancak romanı yazarken en çok keyif aldığım bölümler Eleni’nin yürüdüğü, yürürken düşündüğü ve hatırladığı bölümlerdi. Onun yürüyüşü, “her şeye rağmen buradayım, İstanbul’dayım, yok saymanıza rağmen hâlâ varım” demekti bir bakıma. Bu nedenle Eleni’nin yürüyüşü yalnızca bir yürüyüş değil, sessiz bir meydan okuyuştu belki de…

İstanbul’un kent hafızasına Eleni ile tanık oluyoruz. Eleni gençliğinde ve yaşlılığında sizin de belirttiğiniz gibi şehrin sokaklarını, caddelerini yürüyerek dolaşıyor, şehri seyrediyor. Rumeli Han’ın zamanla nasıl değiştiğini, bir zamanlar leziz sandviçlerin satıldığı şarküterinin, fotoğrafçının kapandığını, onların yerine aksesuar mağazasının, kahve falı bakılan bir kafenin açıldığını görüyoruz. Mesela ben de Narmanlı Han’ın önünden geçerken “Ne güzel bir yer! Umarım aslına uygun bir restorasyon yapılır” diyordum, fakat şimdi bakıyorum da, Narmanlı Han ticari işleve sahip bir mekâna dönüştü; aslından çok uzak. İstanbul’a çok-kültürlü kentler üzerinden bakarak şehrin değişimini işlerken neler hissettiniz? Bir de Eleni’yi merkeze alarak anımsama, eşyalar, kokular, lezzetler konusunda neler söyleyebilirsiniz?
İstanbul’da doğup büyümediğim için şehrin çok uzun zamandır nasıl değiştiğini Eleni gibi gözlemleme imkânım olmadı. 1999 yılından beri burada yaşıyorum, ancak bu kısa zamanda bile şehrin çok değiştiğini söyleyebilirim. Burada her şey gerçekten çok hızlı değişiyor; gittiğiniz bir mekânı bir sonraki gidişinizde bulamıyorsunuz. ‘90’ların sonunda, 2000’lerin başında yürüdüğüm İstiklâl Caddesi’nden çok farklı bir cadde söz konusu bugün, ancak İstanbul hep böyleymiş… 1800’lerin sonundaki Beyoğlu ile 1900’lerin ilk yarısındaki Beyoğlu da çok farklı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında “Beyoğlu Fransız terzi, pastacı, parfüm dükkânlarıyla, tabelalar da hep Fransızca yazılarla doldu taştı” diye şikâyet edip bu meseleyi gazete yazılarına taşıyan yazarlar var; bugün de başka dillerdeki menülerden, tabelalardan şikâyet edenleri etrafımızda görebilmek mümkün. Değişen, dönüşen bir şehir İstanbul; bu değişim ne yazık ki zaman zaman yıkıcı olabiliyor. Değişiklik talep eden zihniyet yok etmeyi amaçlıyorsa geriye hiçbir iz kalmıyor, korkutucu olan bu; yoksa değişim kaçınılmaz, şehirler elbette değişecek, ama Tanpınar’ın söylediği gibi korkutucu olan şey şehrin özünü, dokusunu kaybetmek. Mekân hafızanın da koruyucusu. Biz mekânları yitirerek hafızayı da yitiriyoruz ve unutmak belki de bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaket. Eleni’nin geçmişi hatırlayabilmesi için şehrin sokaklarına ve mekânlarına, eşyalara, kokulara, tatlara, seslere ihtiyacı vardı. Bu nedenle her birini kurguya hatırlatma işlevleriyle yerleştirmek istedim.
Romanda 1940’lı yılların tanınmış kişileriyle de karşılaşıyoruz. İsmet İnönü de onlardan biri. İnönü ve Lena’nın karşı karşıya kaldığı çarpıcı bir sahne var romanda. Yanlarında İnönü’nün Rum berberi Yani de var. Bu sahnede Lena gözlerini İnönü’ye diker ve ona uzun uzun bakar; başlarına gelen felaketlerden onu sorumlu tutar çünkü. Bu bir yüzleşme sahnesi aynı zamanda. Lena felaketi dile getirmenin güçlüğü nedeniyle mi susuyor? Bu sahnede sessizliğini bozsaydı İnönü’ye neler söylerdi? Bireylerin birbiriyle yüzleşmesi ve toplumun gerçeklerle yüzleşmesi mümkün mü?

Romanı yazmaya başladığım andan itibaren Eleni’yi ve Lena’yı İsmet İnönü ya da Şükrü Saracoğlu ile karşı karşıya getirmeyi çok istiyordum, ama bu öylesine bir karşılaşma olmamalıydı. Öte yandan bu karşılaşmayı yaratmak hiç de kolay değildi, çünkü onlar neticede ayrı dünyaların insanlarıydı ve eğer karşılaşacaklarsa bu gerçekçi olmalıydı. O yıllarda İnönü’nün nerelerde bulunduğunu araştırmaya başladım ve 1940’lı yıllarda yaz aylarını Heybeliada’da geçirdiğini öğrendim; hatta o günlerde kaldığı ev şimdi müze. Bu bilgi işimi kolaylaştırdı; çünkü kurgu karakterlerimin yolu Heybeliada’ya düşecekti; Stelyo, Heybeliada Sanatoryumu’nda tedavi görüyordu mesela. İnönü’nün Heybeliada’da kalırken tıraş olmak için Berber Yani’ye gittiğini de öğrenmiştim. Bu da pekâlâ kurguda yer alabilirdi. Bu arada Yani de İsmet Paşa’ya hayran ve onunla ilgili tüm gazete haberlerini dükkânının duvarlarına asıyor. Bu bilgi de farklı bakış açılarına sahip olan ve Rum kökenli iki karakteri, Yani ve Lena’yı aynı mesele çerçevesinde bir araya getirebilmemi sağladı. Lena’yı konuşturamadım, çünkü yaşanan onca acıdan sonra söylenebilecek ne kalmıştı, bunun yanıtını bulmak epey güçtü. Başka bir soru da, Lena gibi sıradan biri, iktidar sahibinin karşısında o kadar rahat konuşabilir miydi? Öte yandan insan iyi bildiği bir yerden yazabiliyor. Ben çok kızgın olduğum zamanlarda konuşmamayı, öfke dilinin esiri olmamayı tercih ediyorum. Lena’nın susuşunda bunun da etkisi olabilir. O sahne aslında tek taraflı bir yüzleşme sahnesi. Lena, İnönü’yü başına gelen felaketin sorumlusu olarak görüyor ve onunla sessizce yüzleşiyor, ancak İnönü onun bakışlarına ve sessizliğine anlam veremiyor. Orada yarım kalmış bir yüzleşme söz konusu, çünkü ben gerçek bir yüzleşmeyi toplum olarak başarabileceğimize hiç inanmıyorum. Her şeyin farkında olanlarla ne yaptığının bilincinde olmayanlar ya da gerçeği görmezden gelenler yan yana yaşayıp gidiyor işte.
Orhan Veli’den şiirler, dönemin şarkıları, Ara Güler gibi sanatçılar, moda, Ermeni toplumunun geleneksel el sanatı tırçnakir kurguyu zenginleştiren ayrıntılardan yalnızca birkaçı. Fresko Apartmanı’ndaki “Tuval” adlı öyküde de resim sanatı öne çıkıyor. Tüm bu sanat dalları edebiyatınızı nasıl besliyor?
Sanat eserleri karşısında büyük bir hayranlık duyuyorum; herhangi bir sanat eseriyle karşı karşıya kaldığım an zaman donuyor sanki ve ben başka bir âlemde yaşadığımı hissediyorum. Bir ressamın tablosu da olabilir bu, 16. yüzyıl Divan şiiri de… Edebiyat, insanı sanattan bağımsız ele alamaz. Yazar da imge dünyasını sanatın farklı dallarıyla daima beslemelidir. Sanat eserleri yaratıldıkları dönemden de pek çok iz barındırır. Sarkaç’ta 1940-1954 yılları arasını ele alırken dönemin siyasi olayları kadar sanatçılarına da yer vermek istedim. Seyyan Hanım mesela… Hiç görmediğim, yakından dinlemediğim bir sanatçıydı, yine de onun eserleriyle ve bugüne kalan sesiyle uzun zaman geçirerek onu tanıyabildim. Tarihî roman özellikleri taşıyan bir metinde Galata semtini anlatırken yalnızca kuleden söz edemezdim, esnaftan da, o esnafın radyosunda çalan müzikten de söz etmem gerekiyordu. Kıyafetler, ayakkabılar, çantalar, eşyalar… Her şey ele aldığım döneme uygun olmalıydı. Ermeni toplumundan söz ederken geleneksel el sanatı tırçnakirden bahsetmemek de olmazdı.
Romanda Maya Sanat Galerisi’ndeki serginin anlatıldığı sahne mesela… Orada Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi isimlerle karşılaşıyoruz ve onları birer karakter olarak görüyoruz.
O tarihlerde öyle bir sergi gerçekten olmuş. Resimli Şiir sergisi; Adalet Cimcoz koymuş bu ismi. Sanatçıların resimleri ve heykelleri şiirlerle eşleştirilip sergilenmiş. Bu serginin ilanına gazetede rastlayınca çok heyecanlanmıştım. “Eleni ve İzak bu sergiye gitmeli ve orada Cumhuriyet’in aydınlarıyla karşılaşmalılar” diye düşünmüştüm. Bir yanda yeni yazarlarıyla güçlenen bir Cumhuriyet, öte yanda yıkılan ve yok olan hayatlar… Dönemin genç heykeltıraşlarından Kuzgun Acar’ın heykeli o sergide yerini alırken kurgu karakterlerimden biri olan İzak, Güzel Sanatlar Akademisi’ni bırakarak İsrail’e göç etmek zorunda kalıyor. Dönemin sanat ortamından bahsederken bu karşıtlığı da işlemek istedim.
Romanda birçok karakter iyiliğe tutunuyor. Semiha’nın kocası Rıza, kötü olarak nitelendirebileceğimiz bir karakter ve birden ortadan kayboluyor. Rumeli Han’daki çaycı Remzi ve onunla birlikte eşyalara, dükkânlara çökenlere de kötü diyebiliriz. Bir de nafia askerliği ve Varlık Vergisi kanunlarını çıkaran siyasi aktörler… Dönem iktidarında söz sahibi olanlar… İyilik ve kötülük kavramları üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Kasım 1942’de kabul edilen Varlık Vergisi sırasında azınlık mükellefler varını yoğunu satmak zorunda bırakılmışlardı (solda). 17 Aralık 1942 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Varlık vergisi” haberleri (sağda).
Romandaki çatışmayı iyilik ve kötülük üzerinden değil de ezen ve ezilen ilişkisinden yola çıkarak kurgulamaya çalıştım. Ezen benim nazarımda her zaman kötüdür, ezilen her daim iyi olmayabilir, ancak ben güçlünün güçsüze ettiği zulümle ilgileniyorum. Yalnızca insanın insanla kurduğu ilişkiye değil, insanın doğayla ve diğer canlılarla kurduğu ilişkiye de buradan bakıyorum. Ağaca, çiçeğe, kuşa bile isteye zarar veren insan kötüdür. İnsanın başka birine şiddet uygulaması da, onu yok sayıp ona haksızlık yapması da kötülüktür. İktidar, gücü elinde bulundurur ve bu gücü başkalarını ezmek, yok etmek için kullanırsa kötülük yapmış olur. Nafia askerliği ve Varlık Vergisi uygulamalarında söz sahibi olanların karşısında, adaletsizce çıkarılan vergi borcunu on beş gün içinde ödemek zorunda bırakılan savunmasız ve çaresiz insanlar vardı; verilen kısa sürede borcu ödeyemeyenler bildiğiniz gibi Aşkale’ye sürgüne gönderildi. Kanuna karşı ne yapabilirsiniz ki? “Devlet Varlık Vergisi kanununu çıkardı” diyoruz. Devlet dediğimiz yapı insanlardan oluşmuyor mu? Kalbi olan, üzülen, kahkaha atan, dinlediği bir şarkı karşısında duygulanan, hasta olmaktan endişelenen, sevdiklerini kaybetmekten ve ölmekten korkan insanlar değil mi onlar da? Ama iktidarda olmak insana iyiliğe dair hisleri unutturuyor maalesef. Gücün esiri olan insan da bir başkasına gözünü kırpmadan kötülük yapabiliyor.
Kitaptaki hikâye tüm bunların yanı sıra aynı zamanda bir dostluk hikâyesi de… Özellikle Eleni ve Kirkor arasındaki ilişkide dostluğu açıkça görebiliyoruz. Ön plandaki karakterlerin hemen hepsi tek çocuk, yetimhanede büyüyenler var. 1940’lı yıllarda tek çocuklu aileye rastlamak pek mümkün değil. Buna nasıl karar verdiniz ve aile, tek çocuk olmak, dostluk üzerine ne söylemek istersiniz?
Dört ailenin, dolayısıyla on iki kişinin hikâyesini anlatıyor Sarkaç. Kişi sayısı fazla olduğundan karakterler tek çocuk olmak zorundaydı. Tek çocuk olmaları o yıllardaki aile yapısıyla çelişen bir durum, farkındayım, ancak kardeşler de işin içine girseydi bu kitap daha hacimli olurdu. Burada kurgunun imkânlarına yaslandım ve tek çocuklu olmalarına birer gerekçe bulmaya çalıştım. Yetimhanede büyümek, zor hayat koşulları gibi… Dostluk konusuna gelince… Biz bir aileye doğuyoruz, ailemizi seçemiyoruz; elbette her birini çok seviyoruz, ancak onlarla kurduğumuz ilişki bir dostluk ilişkisi değil. Hikâyeyi kurgularken kitap aynı zamanda bir dostluk romanı da olsun istedim, çünkü dostlarımızı biz seçebiliyoruz ve aile bireyleriyle kurduğumuz ilişkiden çok daha gerçek bir ilişki kurabiliyoruz onlarla. Üzülmesinler, kırılmasınlar diye ailemizle paylaşamadığımız her şeyi dostlarımızla konuşabiliyoruz. Öte yandan aile bireyleri yaşadıkları sürece bizim hayatımızda hep varlar. Öyle ya da böyle… Ama dostlarımızı hayatımızda tutabilmek için çaba göstermemiz ve o ilişkiye emek vermemiz gerekiyor. Emeğin ve çabanın oluşturduğu bir ilişkide iki taraf arasındaki bağlar güçlüdür, kolay kolay kopmaz. Bunları kitaba yansıtmak istedim. Lena, Stelyo, Eleni arasında kutsal aile bağlarıyla örülü bir ilişki kurmak istemedim. Eleni’nin annesiyle olan çatışması, Lena’nın içindeki açmazlar toplumun aileye yüklediği kutsallığı dağıtsın da istedim. Nitekim annesiyle sağlıklı bir ilişki kuramayan Eleni, Kirkor’la çok sağlam bir dostluk kurabiliyor, çünkü bunu tercih ediyor.
Fresko Apartmanı’nı yazarken Londra’daydınız. Metne ülke özleminin yansıdığını gördüm. İnsan ülkesini ancak dışarıdayken özlüyor galiba. Siz de Türkiye için, tüm kimlikler için yazdığınızı hissettiniz mi?
Bizim Londra’ya gidişimiz pek de gönüllü bir gidiş değildi. Burada kendimizi köşeye sıkışmış hissediyorduk ve “Acaba başka bir yerde yeni bir hayat kurabilir miyiz?” sorusunun peşine düşerek Londra’ya gitmiştik. Ben Batı ülkelerinden birinde yaşamak konusunda çok hevesliydim, ama oraya gidince her şeyi yakından tanıma fırsatı buldum ve hiçbir şey uzaktan göründüğü gibi değildi. Eşimle birlikte dilini doğru dürüst bilmediğimiz bir ülkede, yabancısı olduğumuz bir toplumda yaşamaya çalışırken derin bir yalnızlık duygusuyla karşı karşıya kaldık, bununla nasıl baş edeceğimizi bilemedik. Ailelerimizden, arkadaşlarımızdan, doğduğumuz ve onca yıl yaşadığımız topraklardan, İstanbul’dan uzak olmak bizi çok etkiledi. Döneceğimizi ikimiz de çok geçmeden hissetmiştik aslında, sadece birbirimizle bu konuyu konuşmamız biraz zaman aldı. Belki ikimiz de emin olmak için bekledik. Öte yandan oradaki zamanı da bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyordu. 2017’de Fresko Apartmanı’nın ilk cümlelerini yazmıştım, ancak İstanbul’da çok yoğun çalıştığım için yazmaya devam edememiştim. Londra’da zaman bulunca hikâyeyi tamamlayabildim, hatta çocuk öykülerinden oluşan Tarlakuşu Mahallesi isimli bir dosya daha hazırladım. Bu kitap 2019’da Muzaffer İzgü Çocuk Öykü Ödülü’nü kazandı ve Bilgi Yayınevi tarafından basıldı; yarım kalan birçok öykümü de orada tamamladım. Ailemi, İstanbul’u, arkadaşlarımı özlerken Fresko Apartmanı’nı yazmak bana o kadar iyi geldi ki… Pencereden görünen ağaçlara baka baka, döneceğim günü hayal ede ede yazdım. Ülkem dışında başka bir yerde yaşayamayacağımı da böylelikle anlamış oldum. Elbette Fresko Apartmanı’nın hikâyesini tüm kimlikler için yazdım. Farklı geçmişlere ve görüşlere sahip karakterleri aynı çatı altında, aynı sofrada bir araya getirirken kavgasız gürültüsüz bir yaşama, ötekileştirmenin olmadığı, karşılıklı anlayışa ve saygıya dayalı toplum düzenine duyduğum özlem de hep benimleydi.
Açık, yalın cümleler ve zengin tasvirlerle kurduğunuz bir anlatımınız var. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Sevgi Soysal’ı çok sevdiğinizi biliyorum. Yazma uğraşında çıraklık yaparken kimleri örnek alıyorsunuz?

Ben klasik metinleri çok seviyorum ve onlardan çok şey öğreniyorum. Çağdaş edebiyatı da elbette takip ediyorum, zevkle okuduğum yazarlar var, ancak geçmişten bugüne kalmayı başarabilen metinlerden her daim büyük bir haz alıyorum. Teknik ve kurgu açısından çağdaş edebiyat büyük bir zenginlik, ancak estetik üslup klasiklerde mevcut. Bugünlerde Refik Halit Karay’ı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ı tekrar okuyorum, Tanpınar zaten hep yanı başımda. Adalet Ağaoğlu, Füruzan, Selim İleri de dönüp dönüp okuduğum yazarlar. Onların üslubunun karşısında aldığım estetik hazzı ne yazık ki çağdaş metinlerde bulamıyorum. Ben dil ve anlatımı önceleyen bir okurum; dolayısıyla yazarken de üslubu daha çok önemsiyorum.
Yazmayı “anlamaya çalışmak” olarak tanımlıyorsunuz. Bunu biraz daha açıklar mısınız ve edebiyat sizin için nedir, ne ifade ediyor?
Ben dinlediğim, gördüğüm her şeyi yazarak hafızamda tutmaya çalıştım her zaman. Katıldığım söyleşilerde konuşulanları yazmaya çalışırdım. Üniversitede roman ve hikâye ya da edebiyat tarihi derslerinde sevgili hocalarım Abdullah Uçman ve Handan İnci’nin her sözünü not ederdim. Anlayabilmek içindi bu çaba… Önceleri “Yazarların bize anlatmak istediği bir şeyler var” diye düşünürdüm hep; yazarken fark ettim ki yazar anlamak istediği meseleyi ele alıyor. Yazdığı kelimelerle, cümlelerle eşzamanlı düşünüyor aslında. Kendisinden çok farklı karakterler yaratarak, onları konuşturarak o başka hali anlamaya çalışıyor. Edebiyatın benim için ne olduğuna gelirsek… Edebiyat benim insanları, tüm canlıları, şehirleri, kısacası her şeyi kavradığım bir alan. Edebiyat hayatın ta kendisi; tozlu kitap sayfalarında değil, hayatın ta orta yerinde.
Üçlemenin son kitabı bildiğim kadarıyla göç ve sürgün üzerine olacak. Okurlarla ne zaman buluşacak peki?
Yazmaya başladığımı söyleyebilirim, hikâye zihnimde ana hatlarıyla tamamlandı; tabii ki yine araştırmam gereken konular var. 1960 sonrasından bugüne uzanan bir hikâye olacak. Dönemle ve siyasi olaylarla ilgili araştırmalar yapmam gerekiyor. 1964 sürgünleri ele almak istediğim bir diğer mesele. İkinci kitapta okurun zihninde birtakım soru işaretleri oluşmuştu, onların yanıtı üçüncü kitapta yer alacak. Yeni karakterlerin hikâyesi de var, bu da benim için heyecan verici. İlk iki kitapta her ne pahasına olursa olsun İstanbul’da kalanların hikâyesi vardı; bu defa gidenleri, gitmek zorunda kalanları anlatacağım.
Önceki Yazı

Hızlı okumama kursu
“Yazar ve eleştirmen Francine Prose’un Bir Yazar Gibi Okumak isimli kitabı “kısmen, yazarların öğretilemez bir şeyi nasıl öğrendiğine dair o kaçınılmaz soruya cevap olarak” kaleme alınmış. Çehov’dan Nabokov’a, Woolf’dan Mansfield’e sayısız ustanın sayfalarda arzı endam ettiği kitap, edebiyata adanmış bir yavaş, yakın ve detaylı okuma manifestosu gibi.”