• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Ali Volkan Erdemir’le Zen Haytası üzerine

Japon edebiyatının önde gelen Türkçe çevirmenlerinden, akademisyen, yazar ve şair Ali Volkan Erdemir’le 2023’te Paris Yayınları tarafından yayımlanan Zen Haytası adlı ilk şiir kitabı üzerine konuştuk...

Ali Volkan Erdemir

AYŞE GÖRKEM KOZANOĞLU

@e-posta

SÖYLEŞİ

15 Ağustos 2024

PAYLAŞ

İsmet Özel’in meşhur ve etkileyici bir dizesi vardır: “Haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar.” Argonun samimiyetini de taşıyan, müdanasız bir öz-ifşa jesti. Başlı başına dürüst şiirdir, etkisi de büyük ölçüde buradan kaynaklanır gibi gelir bana. “Hayta”, başıbozuk, dışarının dayattığı disiplin/erk/toplumsal kodlar çerçevesinde yaşayamayan, bir şekilde kendi yolunu seçen anlamını taşıyor. Kitabında yer alan “Zen Haytası” şiirinde de “çoktan varmış da dönerken / yakıyorum hedeflediğim menzili” dizeleriyle karşılaşıyoruz. İlk şiir kitabına ad olarak seçtiğin “Zen Haytası” ifadesi üzerine, Zen ile haytalığın yan yanalığı üzerine düşünüyorum. Zen, burada, haytanın tüm reddettiklerini de kapsayabilen, haytanın yakın hissedebildiği biricik -düşünce ya da ekol demiyorum- hal galiba. Ne dersin, hayta Zen’de ne buluyor? Hayta adına sorduğum gibi, şiirin kendisi adına da sorabilirim bu soruyu.

Şiir kitabım çıktıktan sonra yakın arkadaşlarımdan “hayta” sözcüğüne itiraz geldi. Adeta bir Zen mağarasında yaşıyor, rafine bir yaşam sürüyorsun, dolayısıyla şiir kitabının adı “Zen Keşişi” olmalıydı diyenler oldu. Bense, Zen ve hayta sözcüklerini özellikle, birbirine zıt anlamda oldukları için kullandım. Zen Budizmi niyet, düşünce, yaşam tarzı, çaba ve dikkat gibi konularda hep doğru olmayı öğütler. Böylece bu dünya cehenneminden mümkün olduğunca duru bir zihinle geçip gitme ödülünü vaat eder. Haytalıksa, her türlü dayatmaya karşı çıkmak, bu dünyayı bu dünyada yaşamak istemektir; düşüncenle, teninle yaşadığın kural tanımazlık, elmayı tercih edip yeryüzüne düşenlerin soyundan olmaktır. Dolayısıyla Zen Haytası, bir yandan doğru yaşamak isterken öte yandan bu dünyanın heveslerine kendini bilerek bırakan biri. Ama bir yanıyla da pişmanlık veya vazgeçmelerle doğru yolda yürümeyi de istiyor. Ortaya Zen ve haytalık ikilemi çıkıyor. Bu ikisi, Nazan Öncel’in “Ağlama Gönlüm” şarkı sözünde de benim imgelemimdeki haliyle yer alıyor: “Ne eğriyim ne de doğru, yaşadığım nerden belli, bu garipliğim az şey mi?”

Diğer yandan, bir şair olarak tespitin kesinlikle doğru: Hayta sözcüğü, Mazhar Fuat Özkan’ın 1995’te yayımladığı M.V.A.B. adlı albümlerindeki “Ağlamadan” şarkısından dilime dolandı. İsmet Özel’in iki şiirinden oluşturdukları o şarkıda MFÖ’nün dokunuşuyla dizeler şu hali almıştı: “Haytanın tekiyim ben, bunu bilsin insanlar, ruhumun peşindedir, o eski yanlışlıklar.”

Santoka Taneda, Ryunosuke Akutagawa ve Yasunari Kawabata’ya ithaf edilmiş üç şiir var kitapta. “Yüreğim / küskün yazarların / oyun bahçesi” diyor “Usul Yürek” şiirinin öznesi de. Söz konusu şair ve yazarların hem Japon edebiyatının modernleşmesine yaptıkları katkılar hem de çalkantılı yaşamöyküleri açısından bazı ortaklıkları var. Konumuz şiir ve Zen Haytası olduğundan özellikle daha ilk sayfada karşılaştığımız haiku şairi ve Zen keşişi Taneda’yı merkeze alarak konuşabiliriz belki. (Bir yerlerde 8.500 haiku’su olduğunu okudum!) Japon şiirinin senin şiirsel evrenindeki etkileri üzerine neler söylemek istersin?

Taneda Santoka

Bu üç şair ve yazarın yaşamları beni çok etkilemiştir.

Taneda Santoka, Murakami’nin mezun olduğu Waseda Üniversitesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı bölümünü yarım bırakmış. Ardından da varlıklı babasının dayatmasıyla evlendiği eşiyle boşanmış. Santoka mahlası, “Dağın Başındaki Ateş” anlamına geliyor. O da dağın bilgeliğiyle terbiye edilmiş, yine dağ yalnızlığı çeken, içi içini yakan, kendine sürgün biri. Çok da güzel içiyor. Turgenyev ve Maupassant’dan yaptığı çevirilerle edebiyat dünyasında adından söz ettirmeye başlamış. Sonra haiku’nun da kurallarını çiğneyip kendine özgü serbest stilde yazmış. Kırk iki yaşında Zen Budist keşişi olmuş, bir yıl sonraysa üç yıl sürecek geziye çıkıp, Budist tapınakları ziyaret etmiş. Bu yolculukları sırasında yazdığı haiku’ları, en güzelleri.

Ryunosuke Akutagawa

Akutagawa, yirmi beş yaşında yazmaya başlayıp otuz beş yaşında kendi eliyle yaşamına son verdiğinde geriye çok geniş bir antoloji bırakıyor. Japon modern öyküsünün babası olarak tanınmakla birlikte, ülkemizde bilinmese de, haiku’ları da çok güçlü.

Kawabata’nın tüm eserlerinde onun hassas ruhuna, dokunaklı hallerine şahitlik ediyoruz.

Bu üçünün ortak özelliği, kanımca, yaşamlarında yakınlarını zamansız kaybetmeleri. Bu ağır yitirişlerin verdiği yakıcı yaşam terbiyesi, onların yüreklerini dağlayarak onları büyük yazar ve şair yapmaya götüren en büyük etmen olsa gerek.

Yasunari Kawabata

Çünkü yaşamlarını anlamlandırmakta, yaşama devam etmekte zorlanışları karşısında, tutunacak dal olarak edebiyatı seçmişler. Yaşamı savunmak için bolca çalışmışlar; durmadan yazmışlar. Edebiyatın verdiği iyileşmeyi insana başka hiçbir şey vermiyor bence, çünkü herkes ve her şey doğrudan ya da dolaylı bir şekilde sizden bedel ve karşılık bekler, hatta bunu dayatır.

Yine bu üç yazarın, şairin yazdıklarının Zen’in zihin dinginliği, yaşamdaki ayrıntıların farkına varmak, bir salyangozun yaşamının bize evrenin sırlarını açması gibi tematik etkisi göz ardı edilemez. Dizelerimdeki duruluk, sakin anlatım ve sözcükler arasına gizlenen, bazen benim de sonradan fark ettiğim ya da henüz ayırt edemediğim kimi özellikler, bu beslenmeden geliyor olmalı.

Okurlar, yazar ve şairlerde kendi yüzlerini aramaz mı? Acaba benim şiirlerimi okuyanlar, ne görüyorlar?

Japon kültürüne içkin “mono no aware” kavramı ile Freud’un “Geçicilik” metnini birlikte düşünüyorum, kiraz çiçeklerinin geçiciliği eşliğinde. Freud metninde geçicilik duygusunu yasla ilişkilendirir. Geçicilik duygusuyla güzelliğin değerini azaltmak yerine geçiciliğin getirdiği yası kabullenip yaşamaktır önerisi. Denebilir ki böylece daha sağlam bağlar kurarız dünyayla. Uzakdoğu yaşam pratiğinin insanın geçicilik duygusu ve kayıplarla baş edebilmesi için geliştirdiği yollara hayranlık duymamak mümkün değil. (Yakın zamanda içimize işleyen Perfect Days’de de izlemiştik bunu.) Biz modern kapitalist hayatın içinde Cioran’ın da dediği gibi “Saatler boyunca başka saatleri bekler” haldeyiz sanki, kaygılıyız ve zamana hâkim değiliz. Uzakdoğu ruhsallığı ise senin de dediğin gibi zihin dinginliğini, yaşamdaki ayrıntıların farkına varmayı, anda kalmayı ve duyguları kapsamayı getiriyor. Sanki bir derinlik iddiası yerine “o âna” ve “o hale” ilişkin bir şey söylüyor bu bize, hatta derinliğin bir illüzyon olduğunu sezdiriyor. Senin “Deşifre” şiirin gibi: “Gizemli bir şey şu bozkır, / umursamaz sanılan boşluğunda / sızlanma / anlam arama / ve çırpınma / -ları bıraktığında / tutar yüreğinde bir çiçek açtırır.”

Metin Altıok

Kendimi bildim bileli en neşeli olduğum anda bile içimde bir anlık ürperti hissederim. Metin Altıok’un, “Yüreğinin yankılanan tınısında, bir şeydir ne olduğunu bilmezsin, ne hüzündür, ne kederdir, ne acı, yalnızca kendisidir, kendine benzer” dizelerindeki gibi. Zen, Taoizm, transandantal Ralph Waldo Emerson… Emily Dickinson… Türkân İldeniz…Albert Camus… Yaşamın anlamını arayıp bulamamak karşısında, çözümün anlamlı bir yaşam sürdürmeye çalışmak olduğuna yirmili yaşlarımın başında, Albert Camus okumanın ardından karar vermiştim. Yaşama sorumluluğu. Örneğin Murakami, yazarak, okuyarak, çeviri yaparak, koşarak, güzel yemekler yiyerek, müzikle, dolu dolu bir yaşam sürüyor; yaşamın hakkını veriyor. Bunun arkasında da aslında bir yas, büyük bir kayıp olduğu öne sürülüyor Japonya’daki akademik dünyada. Bu kayıp ona yaşam terbiyesi vermiş olmalı. Böylece, sonuna kadar bir tahmin olarak söylüyorum; ilk gençlik yıllarında çok sevdiği birinin kaybının ardından, belki de, onun payını da yaşıyor bu dünyada.

Yaşamın şifresi… Nefes alışverişimize biraz özen gösterip, başımızı biraz kaldırıp göğü ve bulutları izlersek, mevsim geçişlerindeki renkleri ayırt edersek, yağmurda salyangozlara gereken özeni gösterirsek, 21. yüzyılın ezici kapitalist yapısından ve özünde Ortadoğulu olmanın bıkkın, şikâyetçi ve tembel kısımlarından kendimizi silkeleyip arındırırsak, yaşam da bizi sahipleniyor. Bak, seninle “bu anda, burada” şiir kitabım üzerine konuşuyoruz, ne mutlu bana.

Batı kültüründen şiirine sızan az sayıda göndermede Peter Parker (Örümcek Adam), Küçük Prens ve Pinokyo figürleri ile bir de Albert Camus’yü görüyoruz. (Sonuncuyu da dahil ediyor ve) bir benzerlik kuruyorum bu figürler arasında. Bana öyle geliyor ki bu figürler kendi duygularıyla, kendi kırılgan yanlarıyla temas kurabilen ya da aksi durumda temassızlığı sorun edebilen çocuk/erkekler. Jung’un “Ebedi Çocuk” arketipini de çağrıştıran ilk gençlik çağı figürleri de denebilir (Camus de genç bir ruh zihnimde). Şiirinde bir masalsılık da var; -mış kipiyle biten dizeler ve sözcük seçiminin sağladığı atmosfer dışında periler, lamba cinleri, kappa’lar, kardan adamlar, sonra kedi, kanarya, salyangoz gibi hayvanlar geziniyor dizelerde. Kitapta bizi karşılayan ilk şiirin adı da “Zen Masalı” bu arada. Zen Haytası bağlamında şiir ve çocukluk ilişkisi üzerine neler söylemek istersin?

Bunları sen söyleyince fark ettim. Tam da bira içerek sohbet etmelik soru olmuş. Biliyor musun, en yakın arkadaşlarım Dağın Rüyası roman taslağımın ilk on ya da on beş sayfasını okuyup bırakmış ve yayımlatmamamı öğütlemiş, hatta başka bir roman yapısı önermişlerdi. O romanda kendimi anlattığımı düşündükleri için. Oysaki o roman bir kurmacaydı… Senden bunları duyunca anlıyorum ki kendimi asıl bu şiirlerde ele vermişim, farkında olmadan.

Geçmiş yıllarda dostlarım ya da sevgililerim tarafından, sıklıkla masal gibi bir yaşam sürmeye çalıştığım iddiasıyla adeta azarlandığım olmuştu. Masal gibi bir yaşam sürmek özünde, gerçeklerin değiştirilemez acımasızlığından bilinçli olarak kaçmak değil mi? Maruko’nun Yolculuğu adlı çocuk hikâye kitabım, En Sevilen Japon Masalları seçkim de, kendime kurduğum Zen masal dünyasının ürünleri oluyor demek bu durumda. Ryunosuke Akutagawa’nın kendine bir Kappa dünyası kurması gibi.

Ali Volkan Erdemir

Hayao Miyazaki’nin anime’lerindeki çocuk karakterler, küçük yaşta büyük sorumluluk üstlenir. Miyazaki’nin öz yaşamındaki gibi. Ben de o çocuklardan biriyim. Yıllar, yıllar sonra, kırk yaşımla birlikte içimdeki çocuğa sahip çıktığımı anlıyorum şimdi. Şairlerin tepkisini almak pahasına şiir kitabı yayımlatmak da başlı başına bir çocukluk zaten.

Beni, kötü bir şeymişçesine masal gibi bir dünya yaşamaya çalışmakla adeta suçlayan eski dostlarım ve sevgililerim, yaşam savaşında gördükleri ilk güvenli iş ve eş siperlerine sığındılar, yıllar sonra oradan bezgin bir yenilgiyle çıkıp bana mesaj ya da e-posta atanları oluyor. Ama masal dünyasında ancak kendi elinden tutabilen kırılgan bir çocuk olduğum için onlara dönüş yapmıyorum.

Şiirlerini okurken az önce andığın Metin Altıok’u da düşünmüş ve Türkçedeki etkilenmelerini merak etmiştim. Çok uzun zamandır iki (hatta sanıyorum üç-dört) dillisin, birden fazla uygarlık dairesine dair yaşam bilgin var, ama şiirin senin için Türkçe bir şey olduğunu tahmin ediyorum, anadilde rüya görmek gibi.

Metin Altıok’un şiirlerinin, kişisel dünyamda ayrı, özel bir yeri var, öyle ki Pierre Loti inceleme kitaplarımda da onun şiirlerine atıf yapmıştım. Yüreğime çok dokunan bir şair. Altıok’un tarzından farklı olarak, Cevat Çapan’ın yaşama sevinci veren şiirlerini çok severim. Çok geç bir keşfimse, Türkân İldeniz. Yine, Orhan Veli, Murathan Mungan, Didem Madak, küçük İskender, Oruç Aruoba da döne dolaşa şiirlerini okuduğum şairlerdir. Ve bu söyleşide yine senden kendim hakkında bir şey öğreniyorum: Benim için şiir dili, Türkçeymiş.

Son olarak Zen Haytası’nın ötesine geçip bir uzmanlık sorusu soracağım. Türkiye’de Japon şiir formlarından en yakınlık kurduğumuz haiku. Bildiğimiz kadarıyla 1930’lardan beri (başlangıçta Frankofon kültür üzerinden) bu formdan haberdarız, diyebiliriz ki Garipçiler’den beri meraklısıyız ve ülkemizde de haiku yazan/deneyen azımsanamayacak sayıda şair var. Özellikle erken modernleşme döneminde Batı şiirinden birçok formu ödünç alıp denemişiz ama çoğu tutmamış; Uzakdoğu’dan aldığımız, bize göre bayağı lokal bir form olan haiku’nun bu kadar tutması, yerleşmesi ilginç. Sen nehrin iki yakasından da bakarak bunu nasıl değerlendiriyorsun?

Yamada Torajiro

Haiku, Yunanistan’a 19. yüzyılın son çeyreğinde geliyor. Romanya’da bile bizden önce tanınıyor. Yaklaşık yirmi yıl İstanbul’da yaşayan Yamada Torajiro’nun 1911 yılında yayımladığı, Türkiye’yi resim ve yazıyla Japonya’ya aktardığı Toruko Gakan adlı eserinde, Boğaz’a bakarak yazdığı tanka’ları var. Haiku, senin de belirttiğin gibi bizde 1930’larda Orhan Veli’yle yaygınlık kazanmaya başlıyor. Ancak Ikuko Suzuki’nin 2011 yılında Marmara Üniversitesi’nde tamamladığı Ahmet Haşim’in Şiirlerinde Japon Haiku Estetiğinin Tesirleri adlı yüksek lisans tezinde haiku’nun daha erken zamanlarda bilindiğini anlıyoruz. 1962’de L. Sami Akalın’ın yayımladığı Japon Şiiri (Tarih ve Antoloji) (Varlık Yayınları) Japon şiir türleri özelinde halen en kapsamlı Türkçe eser.

Japonca, hece sistemine dayalı bir dil. Türkçede de hece kullanımı rahat. Dildeki bu benzerlik, Türkçede haiku formunda şiir yazmayı mümkün kılıyor. Çok da heveslisi var. Ancak Şinto ve Budizm inançları, Japonya’da belirgin şekilde yaşanan dört mevsimin beslediği adaların vahşi bitki örtüsü, deprem ve dev dalgalarla sürekli dövülen bir toplumun yaşamı savunmak için verdiği amansız mücadele, haiku’nun o bir anlık yaşam vurgusuna daha uygun düşüyor. Biz bu şiiri daha çok Fransızca üzerinden öğrenmişiz. Dahası Japonlar gibi doğayla bir olduğumuzu düşünmeyen, onun efendisi olduğuna inanan bir toplumuz. Bu da içerik ve nitelik açısından bizdeki haiku’ların değerini sorgulatıyor.

Söyleşinin sonunda, şiir kitabıma değer verip bu güzel sorularla bana şiirlerimle ilgili birçok keşif imkânı sunduğun için sana müteşekkirim. Bu kitap, can dostlarımdan İncifer Banu Doğan’ın yüreklendirmesi ve Paris Yayınları sahibi Muammer Kıranoğlu şair olmasaydı, belki de hiç yayımlanmayabilirdi; ikisine de yürekten teşekkür ederim.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • ali volkan erdemir
  • haiku
  • Zen Haytası

Önceki Yazı

PORTRE

“Gecenin çanları” çalıyor,

duyuyor musunuz?

“Efrahim Nevzat’ın bu kitabı okurla buluştuğunda şiirler üzerine düşünen, konuşan, yazan birileri olacaktır şüphesiz. Ben burada onu hayatımızdaki yeri, dostluğu, yoldaşlığıyla anarak bir veda yazısı yazmaya çalıştım. Vedalaşmak nasıl oluyorsa…”

BETÜL DÜNDER

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ

Birten Demirtaş Özbek:

“Çocukların öldüğü bir dünyada adalet olmaz.”

“Birten Demirtaş Özbek’in Bir Fırat Hikâyesi: Sonsuza Kadar adlı kitabı, 'Artık dayanamıyorum, beni uyutsunlar' diyen bir çocuğun annesi olarak hayattaki en büyük korkusuyla yüzleşen Özbek’in 'yaşamla ve ölümle hesaplaşması' adeta. Kitap vesilesiyle Özbek’le ölüm, adalet, yas, toplumsal mücadele, sağlık ve sağlıksızlık gibi pek çok konuda konuştuk.”

DUYGU ERGÜN
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist