Alex Schulman:
“Yazdığım her yeni kitabın kaynağı affetme özlemidir.”
“Schulman’ın kitaplarının sürükleyiciliği sahiden polisiyeleri aratmıyor. Ve evet, belki içlerinde kanunla tanımlanmış suçlar yok ama insanların birbirine karşı işlediği suçları anlatıyor aslında o da. Ve tabii her suç gibi, Schulman’ın anlattığı suçların da işlendiği bir yer var: Ev.”

Alex Schulman
Türkiye’de yaşayan okurlar olarak İsveçli yazar Alex Schulman’ı Ocak 2022’de dilimize çevrilen Hayatta Kalanlar kitabıyla tanımıştık. Birbirleriyle ilişkileri kopmuş üç erkek kardeşin annelerinin ölümü vesilesiyle bir araya gelmelerini ve çocukluk yıllarını geçirdikleri eve doğru yaptıkları yolculukta aslında bizzat çocukluklarına dönmelerini anlatan kitap, “aile”nin her zaman güvenli bir kucak olmayabileceğini, üstündeki süslü örtünün altında büyük travmalar saklı olabileceğini çarpıcı ve epeyce duygusal biçimde anlatıyordu.
Yazarın benzer konularda dolaşan ve yine bir aile olamama hikâyesi anlatan son romanı Malma İstasyonu da geçtiğimiz ay Timaş Yayınları tarafından basıldı. Hayatta Kalanlar ve tıpkı onun gibi insanın derisinin altına nüfuz eden, okurun kalbini paramparça eden bu roman ekseninde Schulman ile edebiyatını, romanlarındaki otobiyografik unsurları, aileyi, travmaları, yası konuştuk.
Her iki kitabın da temel derdinin aile kurumunun sorunlarını ifşa etmek olmasından yola çıkarak Schulman’a ilk olarak mutlu aile diye bir şey olup olmadığını soruyorum. Hepimizin aradığı, özlemini çektiği o mutlu aile sahiden var mı, bu tamamen bir ezber, bir mit, bir efsane mi acaba?
“Cehennemin türlü katmanları olduğunu düşünüyorum” diye başlıyor söze. Her ne kadar görece işlevsel bazı aileler görebilsek de, çoğunun işlemediğini belirterek “aile” kurumunun çarpık, biraz da hastalıklı olduğu hissini taşıdığını söylüyor ve ekliyor: “Bu kurumun yerine önerebileceğim bir alternatif yok. Fakat bu yapıyla yaşamak, anne babanın karanlık taraflarının zehir gibi çocuklara, oradan da onların çocuklarına yayılması... Aile kavramıyla ilgili temelden sorunlu bir şey bu.”

Malma İstasyonu
çev. Nuray Zeynep Tamer
Timaş Yayınları
Mart 2024
256 s.
Bir alternatifi yoksa aileyi ne yapmalı diye soruyorum. Ondan kurtulmak mümkün mü? İnsan ailesinden, sözünü ettiği zehirden, travmalardan azat edebilir mi kendini? Peki bir biçimde becerirsek eğer, biz kim oluruz? Kendi hikâyemizden ailemizin hikâyesini çıkarmaya çalışmak kimliksiz kılmaz mı bizi?
Schulman sorumu kendi tecrübesinden hareketle yanıtlıyor ki, kitaplarının çokça otobiyografik unsur taşıdığını göz önüne alınca şaşırmıyorum buna. Tam olarak bundan kurtulmak ve ailesinin karanlığından arınmak için uzun yıllar terapiye gittiğini ama onlarca yıl çabalamasına rağmen bunu başaramadığını belirtiyor. “Travmalar hâlâ orada, mevcudiyetleri sürüyor” diyor. “EMDR[1] adı verilen bir terapide en derin travmamın kökünde, o âna dek varlığından bilinç düzeyinde haberdar dahi olmadığım bir anının yattığını keşfetmiştim. Beş yaşımdayken arabadan atılmıştım ve büyük bir tarlada kışın ortasında bir saat boyunca yalnız bırakılmıştım. Bununla yüzleşmek için iki yıl boyunca her hafta o tarlaya gittim fakat hâlâ bu anıya zihnimle ulaşamıyorum...”
Söyleşinin ilerleyen kısımlarında sözü terapiye getirmek zaten aklımdaydı, kendisi benden hızlı davranıyor. Alex Schulman’ın eserleri üzerine terapi sözcüğünü kullanmadan konuşmak imkânsız gibi. Nitekim kitapları hakkında yazılan incelemelerin pek çoğunda eserleri “ağır, yoğun bir terapi seansı”na benzetiliyor. Kendisi de terapi görmüş biri olarak yazmanın terapötik etkisine dair ne düşündüğünü soruyorum.
“Terapi amaçlı yazmıyorum” diye yanıtlıyor, ama yazmanın bir bakıma terapiyle aynı özden geldiğini belirtiyor. Schulman’a göre o özün temel unsurlarından biri derinleşmek. “Bir şeyin o kadar derinine inersin ki, çıkış yolu kalmaz; hatıra boyunca kendini yazmak zorunda kalırsın. Ve en sonunda geldiğin yoldan değil, diğer taraftan dışarı çıktığında kendini iyileşmiş bulursun. Ya da en azından her iki işi de yaparken umduğumuz şey budur.”
Yazara göre yazmakla terapinin benzeştiği bir diğer nokta ise her ikisinin de insanın kendi yaralarına bakmasını sağlaması. “Benim için yazmaya her zaman en çok acı veren yerden başlamak önemlidir” diyor Schulman. Bu nedenle kitaplarında anlattıklarının ister istemez kendi yaşadıklarına yakın olduğunu söylüyor. “Gerçeği maskeleyip var olmayan karakterler ve hikâyeler de yaratsam, sadece kendim ve ailem hakkında da yazsam fark etmez: Tüm yazdıklarım benimle ya da benim başıma gelen şeylerle ilgili.”

Schulman anlattıkça, kitaplarında belleğin neden bu kadar yer ettiğini daha iyi anlıyorum. Aklıma Lawrence Durrell’in o meşhur cümlesi geliyor: “İnsanoğlunun belleği mutsuzlukla aynı yaştadır.” Eserlerinde mutsuzluğu cömertçe anlatan bir insanın mutluluğu nasıl tanımladığını merak ediyorum; Schulman’ı okudukça bu tanımı mutsuzluğun tam zıttı olarak yapamayacağımızı düşünüyorum çünkü. Mutluluk, mutsuzlukla kol kola giden, onu da içine alan, onunla var olan bir şey sanki…
Bana katıldığını ama arada önemli bir nüans olduğunu belirtiyor, bir de şerh düşüyor. “Mutluluğa dair anılar her zaman sadece anılardır. Mutsuz ya da acı anılar sizi her zaman geriye götürür ve o anları yeniden yaşamaya zorlar, mutlu hatıralar ise bunu nadiren yapabilir. Bu hiç adil değil.”
Geçmişteki mutsuzluğun insanı sürekli o âna geri çağırdığı ne kadar doğru? Acaba bu yüzden mi mutsuz, yaralı insanlar birbirlerine çekiliyor? Malma İstasyonu’nun iki karakteri Harriet ile Oskar’ın ilişkisinin olmayışı, olamayışı, birbirlerini onaramamaları geliyor aklıma. Romain Gary’nin “Birlikte mutlu olabilmek için ayrı ayrı mutsuz olmak yeterli değildir. Rastlaşan iki umutsuzluktan bir umut çıkabilir, ama bu yalnızca umudun her şeyin üstesinden gelebileceğini kanıtlar” cümlesini de anımsatarak bu konudaki düşüncesini soruyorum.
“Katılıyorum!” diyor heyecanla, ancak iki mutsuz insanın çift olarak bir araya geldiği durumlardaki büyük tehlikeye işaret etmeden edemiyor. Eski ilişkilerinde mutsuz olmuş, çok karanlık deneyimler yaşamış ve kolay tetiklenebilen iki insan olarak eşi Amanda’yla bir araya gelişlerini anlatıyor: “Sezdiğim ilk tehlike, birbirimizin gayet iyi tanıdığımız zayıflıklarımızı kullanmamız ve bundan faydalanmamız ihtimaliydi. Biz her açıdan mükemmel bir eşleşmeydik; karanlık taraflarımız da kusursuz bir uyum içindeydi ve birbirlerinden besleniyorlardı. Bunu ortadan kaldırmak için çok fazla çabalamak zorunda kaldık.”
Alex Schulman ve Amanda Widell 2010 yılından beri evliler ve üç çocukları var; çabaları sonuç vermiş gibi görünüyor. Schulman’ın işaret ettiği tehlikeye rağmen, Romain Gary haklıdır belki diye düşünüyorum, zira tarif ettiği süreç umutlu olmak için yeterli bir sebep gibi görünüyor. Aileye dair bu kadar karanlık şeyler yazan bir insan kendi kurduğu aileyi nasıl görüyor peki? Çocuk sahibi olmak yazma süreçlerini dönüştürdü mü? Bir gün onların da babalarını yazabileceği fikri geliyor mu aklına?

Amanda Widell
Aldığım yanıttan anladığım kadarıyla bunun üzerine epey kafa yoruyor Schulman. “Bir baba olarak başarısız olduğumda sık sık ‘Belki bu, çocuğumun kitabının benimle ilgili ilk bölümü olur!’ diye düşünürüm” diyor. “Birkaç yıl önce aileme sinmiş öfkeye dair bir kitap yazmıştım. Yakın zamanda İtalyancaya çevrilen kitabın tanıtımı için İtalya’ya gitmeden önce kitaba tekrar göz attım ve orada çocuklarımdan bahsetme biçimim beni çok şaşırttı. Bir daha asla çocuklarım hakkında bu şekilde yazmamaya karar verdim. İnsan değişiyor.”
İnsan değişiyor, dönüşüyor, öğreniyor sahiden. Ancak çocuklukta öğrenilmeyen bazı şeyleri sonradan edinmenin çok zor olduğu da muhakkak. Yazarın Hayatta Kalanlar kitabındaki o çok sevdiğim cümlesi geliyor aklıma: “Özür dilemiyorlar, çünkü bunun nasıl yapıldığını bilmiyorlar. Çünkü kimse onlara bunu öğretmedi.” Ailenin öğrettikleri tersine çevrilebilir mi, ya da ailenin öğretmedikleri sonradan öğrenilebilir mi?
Schulman değişmenin mümkün olduğuna inanıyor, ancak büyük bir çaba gerektirdiğini de ekliyor. Bu süreçte insanın yanında birinin olmasının önemine işaret ediyor. “Eşimle tanıştığım zamanı hatırlıyorum; dışarıdan şöyle bir baktı, yaptığım tüm o tuhaf ve dengesiz şeyleri gördü, bana gösterdi ve şöyle dedi: ‘Bu normal değil.’ Onu hayatımda tutabilmek için değişmek zorunda kaldım. Eğer değişmek istiyorsanız bu iyi bir başlangıç olabilir.”
Değişmekten bahis açılmışken yazarın zihnimde beliren bir başka sevdiğim cümlesini hatırlatıyorum, bu defa Malma İstasyonu’ndan: “Gelecek çoktan belirlenmiştir, ona etki edebilmek mümkün değildir. Fakat geçmiş değişkendir, her zaman hareket halindedir.” Geçmişin sabit olmadığı, kendimize anlattığımız hikâyelerden ibaret olduğu fikrinde sağaltıcı bir yan olduğunu fark ediyorum. Kendi hikâyemizi kendimize başka türlü anlatarak geçmişi değiştirmek, kaçarak değil, yüzleşip anlatıyı dönüştürerek kendimizi iyi etmek mümkün müdür acaba?
“Öyle olduğunu umuyorum!” diyor heyecanla ve şu an üzerinde çalıştığı yeni romanının buna dair olduğunu söylerken duraksayıp “Aslında düşününce, bütün kitaplarım tam da bu konuyla ilgili belki de” diye ekliyor. “Sürekli hareket ettiği, şekil ve renk değiştirdiği için geçmişe takıntılı olmak… Tabii bunu yaparken aşırıya kaçma riski de her zaman mevcut. Birkaç yıl önce çocukluğumda kullandığımız arabayı (1986 model, mavi bir Volvo 245) bulduğumu hatırlıyorum. Hâlâ kullanılıyordu! Sahibini aradım ve arabayı görmek istedim. İsveç’in yarısını aşıp gittim ve işte, araba karşımdaydı. Arka koltuğa geçtim, 1989 yılında arka koltuğa yapıştırdığım sakızı gördüm. Hâlâ oradaydı. Sakızı kazıdım, yaban mersini kokusunu hâlâ duyabildiğimi fark ettim! Büyük bir heyecanla adama arabayı satın almak istediğimi söyledim, sonra eşimi arayıp olayı anlattım. Eşim bana sadece ‘Yeter’ dedi. ‘O arabayı almamalısın. Eve gel.’ Ne diyebilirdim ki? Eşim çok akıllıdır.”
Proust’un çaya batırdığı Madlen kekiyle uzaklaşıp gitmesi gibi, ben de o yaban mersinli sakızın kokusunu alıyorum Schulman’ı dinlerken. Tıpkı kitaplarında yaptığı gibi beni zamanda ileri-geri götürüyor. Okuduğum iki kitabında da kronolojik bir anlatı yerine geçmişi ve bugünü iç içe anlatmayı tercih ettiğini anımsayıp okura zamanın doğrusal akmayabileceğini hissettiren bu tercihin sebebini soruyorum.
Biçemle oynamayı çok sevdiğini söylüyor. “Her gün bunu düşünüyorum” diyor. “Şu anda yazdığım kitap spesifik bir güne, 17 Haziran 1987’ye dair; bir adam o günle bağlantı kurmanın bir yolunu buluyor. Sürprizli ve okuyucuya soru sorduran formları seviyorum. Zamanla bu biçimde oynadığım için kitaplarımı okumak çok kolay olmuyor, biliyorum ama hikâyeyi geniş bir çerçeveden anlatmayı, okuyucuyu da gizem çözme sürecinin bir parçası haline getirmeyi seviyorum. Kitaplarımın bu açıdan basbayağı polisiye olarak değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz – ama herhangi bir suçun işlenmediği polisiye romanlar bunlar.”
Schulman’ın kitaplarının sürükleyiciliği sahiden polisiyeleri aratmıyor. Ve evet, belki içlerinde kanunla tanımlanmış suçlar yok ama insanların birbirine karşı işlediği suçları anlatıyor aslında o da. Ve tabii her suç gibi, Schulman’ın anlattığı suçların da işlendiği bir yer var: Ev. Okuduğum iki kitabında da evler hem cismen hem de hafıza mekânları olarak adeta isimsiz ana karakterler gibi yer alıyorlar. Aileye içkin suçları, travmaları, öfkeyi dört duvarın arasına saklayan eve dair ne düşündüğünü soruyorum. Hep olumlu sıfatlar atfettiğimiz ev pekâlâ bir “suç mahalli” de olabilir mi?

Hayatta Kalanlar
çev. Nuray Zeynep Tamer
Timaş Yayınları
Mart 2023, 3. baskı
224 s.
Gülüyor; “Hiç böyle düşünmemiştim ama çok haklısınız” diyor: “Ev bir karakter gerçekten! Geçtiğimiz sene İsveç’te bir sanatçıyı aradım ve ona ormanın ortasında, içinde çok fazla hatıram olduğu için asla gidemediğim bir evim olduğunu söyledim. Oradan nefret ediyorum ama oraya yakın olmak istiyorum. Benim için o evin bir maketini yapıp yapamayacağını sordum. Kendisine üç bine yakın fotoğraf gönderdim ve üzerinde çalışmaya başladı. Proje bitene dek haftalarca telefonda konuştuk. Şimdi burada, çalışma odamda duruyor o maket. Evet, o bir karakter gerçekten. Sevdiğim, nefret ettiğim bir karakter… Arkadaşım, suç ortağım…”
Bu dokunaklı tarifin ardından Schulman’la konuşmak istediğim son şeyi dile getirmeye cesaret ediyorum: Yas. Hayatta Kalanlar’daki cümlesini anımsatarak başlıyorum söze: “Bana kederin aşamaları olan bir süreç olduğunu öğrettiler. Ve diğer tarafta beni bekleyen bir hayat var. Elbette aynı hayat değil, farklı bir hayat. Aslında kederin bir süreç olduğu doğru değil. Keder bir varoluş durumu. Hiç değişmiyor, taş gibi oracıkta oturuyor.” Malma İstasyonu’nu okurken bunun sadece ölümü izleyen yas için değil, her tür kayıp için geçerli olduğunu düşündüm. “Frenleri sökülmüş, o zamandan beri fren yapamayan bir kız” diye tanımladığı Harriet de mesela hayatını anne ve kız kardeş kaybının belirlediği biri… Yasın çalışma ve insanı biçimlendirme dinamiklerine dair bize ne söyleyebileceğini soruyorum.
“Ah, bu büyük bir soru ve cevabı bilip bilmediğimden emin değilim” diye yanıtlıyor. Kederin kendisi için çözmesi en zor duygulardan biri olduğunu ve asla oraya varamadığını söylüyor. “Çünkü,” diyor, “kedere varmanın yolu affetmekten geçiyor… Benim affedemediğim insanlar var, örneğin annem. Onu affetmeyi çok denedim ama her seferinde başarısız oldum. Aslında yazdığım her yeni kitabın kaynağı hep affetme özlemidir.”
Bu büyük soru ve bence büyük cevapla tamamlıyoruz söyleşiyi. Kendimi çok bencil biçimde Schulman’ın başarısız olmuş affetme girişimlerine müteşekkir hissederken buluyorum, zira besbelli insanın içine işleyen eserlerini okuyabilmemizi bu başarısızlığa borçluyuz. Schulman’ın affetme yolculuğu nasıl seyreder bilinmez, ancak yazdıklarıyla pek çok okurun kendiyle barışma, kendini affetme yolculuğuna katkı sunduğu şüphesiz…
O halde yaralarını açıp soyunma cesareti gösteren ve böylece başkalarına iyi gelmeyi başaran tüm yazarlara teşekkür ederek bitireyim bu söyleşiyi. Biz okurlar, sizlere müteşekkiriz.
[1] Açılımı “Eye Movement Desensitization and Reprocessing” olan, “Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme” olarak Türkçeleştirilen ve özellikle Travma Sonrası Stres Bozukluğu için geliştirilen bir terapi yöntemi.
Önceki Yazı

DEĞİNİ GÜNLÜKLERİ 2:
“En azından henüz harfleri unutmadık!”
Magda Döndüğünde / Ömer F. Oyal; AnarŞık / Fuat Sevimay; Çevengur / Andrey Platonov; Petrov Grip Oldu / Kirill Serebrennikov; Bayram Düğünleri / Philip Larkin; Marcel Duchamp: Çırılçıplak Soyulmuş Görüntü / Octavio Paz
Sonraki Yazı

Elleri üstünde yürümeyi arzulayanların ıstırabı
“Lenz dünyanın acısını benliğinde hisseden bir aziz gibidir. Hiç için dağlar gezmiştir ve ona göre evren yara bere içindedir. Tarifi imkânsız, yoğun bir ıstıraptır duyduğu. Geçen günler içinde ne Oberlin’in telkinleri, ne çevredeki insanların korkuları ne de gün ışığı, hiçbir şey yeterli gelmez teskin olması için. Teselli için sığındığı son kapıdır edebiyat ama nafile.”