• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Ahmet Güntan Şiir Akşamı:

Absolute Beginners için güzelleme

“Ahmet abi tıpkı Ahmet Güntan şiiri gibidir. Şüreka istemez, dost arar, kendini hep acemi sayar. O akşam şiirleri dinleyen birçok kişi kendi Ahmet abisini duymuştur elbet.” 

Ahmet Güntan Şiir Akşamı'ndan: Ebru Erbaş "Beyaz Peugeot" şiirini okurken (Fotoğraf: İzak Tamcan).

ESRA ÖZDOĞAN

@e-posta

PORTRE

21 Mayıs 2025

PAYLAŞ

Sesini teslim etmek ne zor olmalı. Hele ki dilsizliğe, seda vermeden terennüm etmeye azmetmiş şair için. O akşam Kadıköy’de Ahmet Güntan’ın şiirleri okunacak. Kendisi de orada hazır bulunacak. Bu ona dostlardan bir doğum günü armağanı. Ama o teşrifat sevmez, önlerde göze batmayı sevmez, spotla ortaya alınmaktan sıkılır, ağırlanmak belini büker. Biz bize olacağız demek nafile. Rahat etmez. Bacağı huzursuzlanır. Her yazan okunmayı ister, ancak kibirsizler meydanda okunmaktan, sese gelmekten haz etmez. Keşke akşamın sonunun getirdiği tecrübeyle onu akşamın başında yatıştırabilseydim, deseydim ki, bu okuma çok güzel geçecek. Çünkü gerçek edebiyatın dilsizliğini seçmek biraz da biricik sesi uyuşturmak demek. Sen gani gönüllüsün, şiirin de öyle. Kendi sesine âşık olsaydın, Türkçe şiirin ilişilmez taş malikanesinde bir hükümranlık için tanrı vergisi kaynağını kuşanır, ona sımsıkı yapışır, onun etrafında döne döne dünyevi ve geçici bir beylik kurardın. Ama o tek damara onu öldüresiye, onu boğasıya yapışıp kalanları bilirsin. Bu yüzden o büyük eve sığmadın. Oradan çıkıp çok yol gittin, kendine ihtilaller yaptın. Ama şiire giriş vizelerini kaldırdığın uzun yolu hep Beyaz bir Peugeot’nun içinde aldın. Böylece biricik kaynağın, kendini sahiplenmeden genişledi, çoğaldı. Bunu şimdi bir sürü güzel ve sevgili sesle kutlamak en çok senin haddin. Öyle de oldu. Ben hiç şiir dinletisine katılmamıştım. Şiir de bilmem pek. Birkaç şair severim o kadar. Bir de ara ara hep Ahmet Güntan okurum. Belki bu yüzden o iki saat için kendimce olsa olsa ne kadar güzeldi o iki saat diyebilirim. Güzel bir gelecek, güzel bir hafıza, güzel bir adalet, güzel bir yalnızlık, güzel bir anne, güzel bir nasihat gibiydi. Yerinde duramayanları yerinde tuttu. Bir köpek, güzel bir hayvan, hiç ses etmeden aramızda dolaştı, oturdu. Yükselmeyen sakin, duru tınılar birbirini izledi. Korktuğum olmadı, bir ninninin yalınlığı vecd dilenen bir ilahiye dönmedi, hoppa şarkılar kan ağlatan mersiyelere evrilmedi. Sesler şiir hissiyle, şiir ezberiyle değil, heyecanla titreşti. Şiirler çok çok eskilerde, hava karardığında ateşin başında anlatılan yalın ve yüklü hikâyelere benzedi. Şiirler seslendirilmemiş de hepimize görünmüş gibi oldular. Sevgiyle okunmak ne başka şey.

Çölde bir sesin kaynağı gibiyim

Çölde bir sesin kaynağı gibi değilim, demişti Güntan. Bu gerçek oldu.

O akşamda yalnızca iyi ve güzeli bulduğum fikrine sığınarak ve hiç haddim olmayarak, olsa olsa sanki bildiğim, sanki bildiğimi düşündüğüm birkaç şeyi anabilirim. Şiir akşamının iyiliğini, sıcaklığını sağlayan 3 şey vardı. İlki Ahmet Güntan, ikincisi Ahmet abi, sonra genişleyen şiire inanmayı sürdürenler. Biri meneviş’siz ve Derrida’sız bir şiir, biri sevgi, üçüncüsü beklentisiz, masumane heves. Belki biraz bunları anlatabilirim.

Ahmet Güntan

İlk Kan’ın Mektup’undan Parçalı Ham’a, İzmirli Ahmet’ten Hitaplar sonrasına Ahmet Güntan’ın şiirini baştan sona kat ettik. Yalnızlıkla başlayan bu şiir, hep kendi içine bakmış, daima şiiri düşünmüştü. Daha ilk metinlerde kadim mesellerdeki gibi mevsimler geçiyor, yağmurlar iniyor, ışıklar süzülüyor, ormanlar terk ediliyor, ay ışığı, güneş, gök ve kaplan birbirini yokluyordu. Ama şair daima kendi sözünü düşünmeye, ama tek kendi sözünü düşünmemeye devam ediyordu. Şiir kendi sınırlarını yoklamaya, kendi varlığını sorgulamaya çok önceden başlamıştı. Edebiyat tapınaklarının kapılarında kabul beklemiyor, tersine o kapıları kuşatmaya cüret ediyordu. Ahmet Güntan türe değil türlere, hatta disiplinlere bakıyordu, hep bakmıştı. Şiirlerin arasından ressamların gözü, romancının bir cümlesi, doğa bilimcinin titizliği oldum olası geçmişti. Şiire meşruluk değil, özerklik değil, başka topraklar, kirli ve büyük denizler kazandıracak daha somut, felsefeden değil beyinden el alan bir yolun emarelerini Ahmet Güntan Parçalı Ham.’ın çok öncesinde de göstermişti. Şiirdeki ses diyordu ki

Her şey bir başka şeyle anlaşılıyordu.

[...]

Sonu olmayan upuzun bir yazdı.

[...]

Her şey bir başka şeyle anlaşılmıyor muydu?

Ahmet Güntan. Fotoğraf: Esra Özdoğan

Şimdi bir söyleşisinde “Niye Cézanne’dan söz eden bir şiir yazısı olmasın?” dediğini okuyunca hem şaşırıyorum, hem şaşırmıyorum, yine kalp kalbe karşı geldi diyorum, söyleşiyi gözden kaçırmış olduğuma utanıyorum. Onun yaşayışındaki ve sanatındaki tavrı Cézanne’ınkine ne kadar da benziyor sahiden. Montmartre ve Montparnasse kafelerinin cazibesine ancak kısa aralıklarla kapılabilen Cézanne da kalabalıklarda barınamamış, dönüp memleketine gitmişti. Bir kır evinde Sainte-Victoire dağının karşısına geçmiş, yıllar boyu o dağa bakıp durmuştu. Vasat bir manzaraya farklı açılardan, başka gözlerden, farklı hava koşulları ve halet-i ruhiyelerden, neredeyse bilimsel bir gözden tekrar tekrar baktıktan sonra vardığı nokta gözün dolaylı yollardan kavrayamayacağı, yüzeyde değil ama yalın derinliklerde, beyinde saklı bir yapıyı ortaya çıkarmak olmuştu. Bu süreçte hem kendini, hem birikimini hem de retinasını yontmuştu Cézanne. Geriye anıtsal bir imge değil, nesnelerin birbirine konumu üzerinden değişen görünümler, düzen ve duygu kırılmalarından mürekkep bir sadelik kalmıştı. Tuval bir deney ve düşünce alanı olmuştu olmasına ama Cézanne’ın şiir yazmadığını da iddia edemeyiz. Cézanne’ın sanatı daha çok görmek, farklı biçimlerde yeniden görmek, farklı açılardan tekrar kurmak, hep baştan almak üstüne bir şiirdi. Şiirleri okunurken kafamda daha da netleşen tavrıyla Ahmet Güntan, tıpkı böyle, yıllar içerisinde sanatına baktıkça sesini yontup her seferinde şiirinden tekrar tekrar soyunuyordu. Sesinden çok gözüne, başka başka duyularına ilişir oluyordu.

Gözünün yarısıyla gözünün yarısını, sandalın yarısıyla

sandalın yarısını birleştirdiğinde kalan bir yağmur

şimşekten çıkan ince bir ışığı süzüyordu.

Böylece çok geçmeden, o akşam, şiirin sesinin yerini tabiatın sıfatsız sesi aldı.

“Yağmur kayıtsızca yağıyordu” cümlesinin yerini

“Yağmur yağıyordu” cümlesi aldı.

Tabiatın gözü “Cümle kuran herkes haklıdır, nihayet bunu anlıyormuşum” diyordu. “Cebimin birinde ürkmüş bir göze benzeyen bir taş taşıyormuşum,” diyordu. Şaire değil, baykuşa hak veriyordu.

Sanki sen anlamış gibisin baykuş

Orman yeşil çünkü, gece siyah, senin gözlerin sarı.

Yer tutmak, yerine saplanmak yerine ebedi acemiliğe heveslenen bu ses-göz, yine o akşam, an geldi, şiiri var etmiş beylik düzeneklere iyiden iyiye sırtını döndü. Teveccühlü ve felsefeli anıştırmalara, edep, haya zarfına, büyük isim zikretmekten mülhem sözde donanım ve birikime müdanası yoktu. Bunlar çoktandır şiirin değil şiir cemiyetlerinin pasaportu olmuştu. Artık Bilmeyeceğim diyordu.

[bakhtin bitiyor zizek başlıyor]

[o bitiyor bu başlıyor]

 

[benim vaktimi aldın]

[                                 ] aldın

[sana dönmeyeceğim]

Şiirin, Güntan’ın “Metinlerarası Kıl Tüy” diye andığı bilmiş Batı münevverliğine de, his titreştirmeli, akşam batışlı, sümbül inişli, ucuz kara hislerden mürekkep “Yılışık Söz"e de ihtiyacı ya da borcu yoktu. Tevazulu bilgeliği şiirli sözden kaçınan vasat sözle tanımlıyor, ama ne yapıyor ediyor, belki karnından gelen susturamadığı bir sesle dize hazzını vermeyi yine de başarıyordu. Taşı cebinden çıkarıp masaya koymuştu artık.

[taş taş bayağı taş işte tam bildiğin sert taş]

İzmirli tatlı çocuk, sesini modernlere kaptırmamayı başarmış, o “sessiz haberdar” kendi tabiatını parçalamadan imgenin müzmin homurtusunu Türkçe şiirden çıkarıvermişti. Mirasla derdi yoktu zaten, murisliği hiç düşünmüyordu, o kendine başka başka aileler bulmuş, şiiri için onları edinmişti. (Parçalı Ham 33’ün beldesini Sainte-Victoire dağından ayrı düşünemeyeceğim artık.)

Edebiyatta, sanatta ya da siyasi sözde, böylesi hamlelerin, kalkışmaların arkasından ne mi gelir? Bizde hep mahkemeler gelir. O mahkemelerde de daha ziyade kapı tutmamış, uzun masalarda oturtmamış olanların hesabı görülür. Akşamın sonunda İzmirli Ahmet diyordu ki

Kaç mahkemede sanığım ben, biliyor musun

Hepsinde de yargıçlar acımasızdır

Alış buna, Maykıllar savunmasızdır.

Ama benim saf inancım o ki, şiir akşamının sonunda haklı çıkan ve beraat eden o oldu.

Ahmet abi

Ahmet abi tıpkı Ahmet Güntan şiiri gibidir. Şüreka istemez, dost arar, kendini hep acemi sayar. O akşam şiirleri dinleyen birçok kişi kendi Ahmet abisini duymuştur elbet. Ben de kendi Ahmet abimin sesini duydum, yüzünü gördüm. İrili ufaklı bir dolu hatıra, 10 yıl, 15 yıl öncesinden fotoğraflar. Fotoğraflar ne çabuk geçiyor, hiç anlamıyoruz. Bir bahar günü Fenerbahçe parkında alçak bir ağacın eğik gövdesine oturmuş, ben aşağıdayım, gülümseyerek makineme bakıyor. Bahçeler yemyeşil. Ahmet abinin gözleri yeşil. Çok yakışıklısın Ahmet abi diyorum. İnanmıyor. Güzel olanlar güzel olduklarını pek bilmezler. Dilsiz şairler gibi. Bunu da en çok fotoğrafları çekilirken gösterirler. Çocuğu şımart diyor bana. Ona güzel olduğunu söyle. Sonra kendisinin farkına varmaz ya da çok geç olur farkına varması.

Ahmet Güntan. Fotoğraf: Esra Özdoğan 

Sıcak bir yaz günü Union Square’de buluşup Village’daki nümayişe kadar yürüyoruz. Biraz bakıp insandan sıkılıyoruz. Bunu çok yapıyoruz. O bana hâlâ giydiğim bembeyaz bir atlet alıyor. Ben onun çok sevdiğim bir fotoğrafını çekiyorum. Sonra bana hamburger alıyor. Bu işe devam et diyor. Fotoğrafların güzel. Farkında değilsin, ama hikâye anlatıyorsun. Kışın mahallede yalnız otururken onu arıyorum, sonra bir bakıyorum yanıma gelmiş, ihtiyacın var gibiydi, ben de geldim, diyor. Beni eski East Village’ın barlarına götürmek istiyor, onları bulamıyor. Sinirleniyor. Bu asabiyeti anlıyorum. Biraz asabiyiz. Başka bir yaz, boğuk bir akşamüstü bomboş bir kafede oturuyoruz. O gün çok mu sıkılmıştık? O bacağını sallıyor, ben sürekli tütün sarıyorum. Çok içtin diyor, paketi bitirdin neredeyse, şurada ne kadardır oturuyoruz. Birlikte arkadaşlarımızı kaybediyoruz, arka arkaya annelerimizi kaybediyoruz. Romantik evsizler kış günü gece vakti Moda’da içiyoruz. Anne evinin de annemin de en iyi şiirini ondan okuyorum. Ben kederimi en iyi onun kederi oymayan şiirinde okuyorum. Beni eve bırakmadan kendi evine dönmez. Sevdiği çocuklar büyüyor, yeni hayvanlar giriyor hayatımıza. Meşakkatli bir roman okuma zanaatı var Ahmet abinin. Uzun uzun yazarlarımızı konuşuyoruz, o ailesi saydıklarını hep tavaf ediyor. Müzmin düşkünlüğüm Nabokov hususunda bir türlü anlaşamıyoruz. Onu kandıramıyorum. Nabokov ona göre kendi sesini fazlasıyla duyan biri. Ahmet abi diyorum, seni tanımazdan önce ilk defa Voyıcır 2’nin kapağında görmüştüm. Üstünde sarı bir yağmurluk, başında koca bir dalış maskesi vardı. Demek şair böyle de olabiliyor demiş, sevinmiştim. Hâlâ aynı gülümseme. Şimdi bunun fotoğrafını çekeceğim.

Bütün bu yıllar içinde ben fotoğrafı gözün gördüğü dünyanın dışına çıkarmayı umuyordum, o ise şiirin katılaşmış bedenini gözün gördüğü dünya içinde diriltmeyi çoktan başarmıştı. Kendi aşk ve oyun alanlarımızda o kendisine bırakılan mabedi çoktan yıkmıştı. Ben de kendimce onun gibi yaptım, kılavuzlarımdan birini de şiirden seçmiş oldum. Keşke usta diyebileydim ona, diyemem, kendisine hiç sormadan bilirim ki Ahmet Güntan bu laftan hiç mi hiç hazzetmiyordur. Bir kere demirci ustasının, marangozun emeğini düşünür de hayır der. Ama demirci çırağı demirin tava geldiği ânı, aşınma direncini, yorulma mukavemetini ille de demirci ustasından mı görüp sezecek? Yoo. Ben şiir bilmem, ama kendisine sormadan bilirim ki Ahmet abi şiir bilmeyenin inancına ve sözüne de güvenir, ona da kılavuz olur, abi olur. Rahatlığım bundan.

Şiir akşamını düzenleyenlere, şiiri kendi sesleriyle genişletenlere gelince. Onlara teşekkürüm Ahmet Güntan’ın da, Ahmet abinin de hayır diyemeyeceği bir sesle olacak:

But we're absolute beginners
With eyes completely open
But nervous all the same.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • ahmet güntan

Önceki Yazı

PORTRE

Düz bakışın teknik terzisi

“Bir anlatı şairidir Ahmet Güntan, ‘teknik terzi’ olduğu kadar hem de. Zaten edebi türler arasında gidip gelmek onun en sevdiği işlerdendir.”

SİNAN ÖZDEMİR

Sonraki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 21

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Alacakaranlık / Antabus / Biraz Adam / Dön, Bebeğim / Gemilerle Edebiyata Yolculuk / Manaraga / Mimarlık ve Dil / Mutfak Aletleri Kitabı / Popülist Moment / Sınırlar 

K24
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist