2024'ten bende kalan kitaplar
“Ahmet Rasim çok kısa, çok öz yazar. Fakat bir vapurdaki gürültüleri bile yazıyla ifade etmeyi başaran, gerçek bir yazma virtüözüdür. Kıymetini de bugünkü Türkçede ve edebiyatta, muhtemelen ona kısmen de özenen Salâh Birsel’den başka bilen olmamıştır.”

Ahmet Rasim
Tüm hayatımı kitaplara dalarak geçirdim. Bu yıl kurmakta olduğumuz bir yayınevi nedeniyle kitapların içinde yüzdüğümü de söyleyebilirim. Yeni kitaplar, eski kitaplar, unutulmuş kitaplar derken, her yılın yüzlerce kitabı epey büyük katsayıyla çarpılarak beni girdaplarına aldı. O hengâmenin ortasında kalıp da yılın kitabı şudur demek çok zor. Bir de benim iç içe geçmiş, birbiri içinde erimiş, farklı çalışma alanlarım var. Yazınsal kuram, görsel kuram, toplumsal kuram diyelim; yani şatafatı bir yana bırakırsak, edebiyat, sanat, siyaset. Tümünden yağan, yansıyan, birkaç dilde kendisini gösteren kitaplar derken, gerçekten de yılın kitabı şudur demek olanaksız bir şey. Bir formül buldum: “Yılın kitabı kitaplardır” diyorum. Ama listeleri çok seven biri olduğumdan ve herkese listesini sorup karşımdakini cevap vermeye zorladığımdan, ben de çaresiz birkaç kitaba sığınacağım.

Birincisi, hiç akla gelmeyen bir yazar. Son birkaç yıldır Ahmet Rasim ‘dirilişi’ yaşanıyor diyeceğim ama bu ‘diriliş’ kavramı beni üzüyor. Çünkü Ortaokul Türkçe kitabında Falaka ve Gecelerim adıyla tanınan kitabından küçük bir parça okuduğum günden beri en maruf ve makbul yazarlarımdan biridir. Hiç kaybolmadı ki, dirilsin. O parçanın bulunduğu kitabı Ankara Koleji’nin kitaplığından almış, o vakitler 9-10 saat süren, yolculuk sırasında yanımızda getirdiğimiz (yoksa ‘götürdüğümüz’ mü?) yiyecekleri yediğimiz (‘tükettiğimiz’ değil) Gazanfer Bilge otobüsleriyle yapılan Ankara-İstanbul yolculuklarının birinde okumuş ve çarpılmıştım. Tek sorun kitabın muazzam bir akıcılıkta olması, hızla okunması ve bitmesiydi. Hemen ikinci kez okumaya başlamıştım, o turu da kısa sürede tamamlamıştım. Allahtan yanımda başka kitaplar vardı. Bazı pasajları hâlâ ezberimdedir.

Rasim
Sonra Ahmet Rasim’le haşır neşir olmuştum. (Şimdi de ‘neşir’ işlerinin ortasındayım işte!) Şehir Mektupları’nı, Eşkal-i Zaman’ı, Gülüp Ağladıklarım’ı, Hamamcı Ülfet’i, Fuhş-ı Atik’i teker teker, muhteşem bir zevk dünyası olarak okumuştum ama diğer yanda da bizzat onunla ilgili anılar vardı. Tutkunu olduğum, bir türlü adını veremediğimiz, benim Osmanlı müziği dediğim sahadaki büyük bestecilik kabiliyeti ve elimizde bazılarını daha şuh bulup o kadar sevmesem de neredeyse hepsi çok güzel bestesi yeter de artardı. Tanpınar’ın anlattığı bir Ahmet Rasim öyküsü vardır, onlarla ilgili. Tanpınar edebiyatçılığına olan borcunu dile getirecekken ‘musikişinas’ (tabir Tanpınar’ın) Rasim, ona “Bestenigârımı sever misiniz?” diye sorar ansızın, ‘kızarmış ve bulanık’ gözlerle. Koca Ahmet Rasim, şarkılarından dahi söz etmez de, Hafız Hüsnü’nün bestelediği, kendisinin güftesini yazdığı şarkıyı sorar. Demek içine işlemiş, “korku ile kaderin, mesti ile huşyarlığın memzuç ve mümtezici” güftesi. Şarkının öyküsü o kadar cazip, onun, sonunu “Meyhanelerde küp kırıklarından çok tövbe kırıkları vardır” diye bitirdiği yazısında anlatışı ise muhteşemdir. Can dostu Tatyos’un bestelediği güftesi onun olan ‘Sakın geç kalma erken gel’in öyküsü de bir o kadar hoş ve incedir. Rasim’in anekdotları bitmez. Atatürk’le olan anısı ikisinin de haşmetini ortaya kor. Büyük bestecimiz Osman Nihat Akın üstadımızın torunudur.
Bütün bunlar bir yana, Rasim, Türkçenin gelmiş geçmiş en pırıltılı yazarlarındandır. Refik Halit de çok ‘şıkırdak’ bir üslupçudur ama nedense onda başka bir boşluk duygusu vardır. Rasim çok kısa, çok öz yazar. Fakat bir vapurdaki gürültüleri bile yazıyla ifade etmeyi başaran, gerçek bir yazma virtüözüdür. Kıymetini de bugünkü Türkçede ve edebiyatta, muhtemelen ona kısmen de özenen Salâh Birsel’den başka bilen olmamıştır.
Şimdi İBB, şair ve eleştirmen Ahmet Bozkurt’un muazzam dikkat ve emeğiyle iki görkemli cilt olarak İstanbul Mektupları’nı ve Şehir Mektupları’nı bastı. Rasim kalemini zihnindeki eşsiz menentsiz lugate batırıp yazdığı ve bugün Türkçe diye bir dil kalmadığı için, çoğu sözcüğü unutulmuş, bilinmeyen bir yazardır. Ana soru da odur: Nasıl basmalı bu tür yazarları? Bozkurt’un bulduğu kısmî ‘Türkçeleştirme’ tek çözüm gibi görünüyor. Asıl iki metinli basmaktır ama o da olacak iş değildir. Kısacası, sonunda İstanbul’u ve toplumsal dönüşümü, hayatın bütününü gözlemleyip anlatan ‘kroniklerden’ mürekkep bu iki kitap, öyle tek bir defada (hatta yılda) okunup tüketilecek türden değildir. Başucu kitaplarıdır. Bitmezler. Daima okunacak bir şey bulunur içlerinde ve insana doyulmaz tatlar verirler.
Rasim’in modern Türkçede bulunmayan iki kitabını da büyük bir hizmet olarak Vakıfbank Kültür Yayınları bastı: Ömr-i Edebi 1 ve Ömr-i Edebi 2. Birinci cilt Hakikat ve Hayal, ikinci cilt Melankoli ve Aşk başlıklarını taşıyor. (Önceden de Bir Sefilenin Evrak-ı Metrukesi’ni ve İlk Sevgi’yi basmışlardı.) Bunlar daha önce çeşitli mecralarda yayınlanmış yazılar ve sereserpe yazılar. Hiçbir bütünlüğü yok kitapların, her ne kadar iki büyük başlık altında toplansa da. Doğrusu Şehir Mektupları ve İstanbul Mektupları kadar ‘muhtasar’ değiller ve Türkçeleştirilme tarzları bugünkü okur için izlenmelerini biraz daha güçleştirse de, iki olağanüstü lezzetli ‘yazı’ toplamı. Bugünün ‘yazıcıları’ okusun, görsün. Özcesi, benim için 2024 daima olduğu gibi Ahmet Rasim yılıydı. Şimdi bir ‘Rasimoloji’ bekliyoruz ve tüm yapıtlarının birkaç büyük ciltte birleştirilmesini istiyoruz.
Burada kalmayalım. Birkaç kitap daha belirteyim. Birincisi, Türkçede yayınlanmasıyla mutlu olduğum, son yılların romancılık ‘zanaatını’ da özetleyen nefis bir metin: Dilin Yedinci İşlevi. Laurent Binet’nin büyük eleştirmen ve yazar Roland Barthes’ın ölümü etrafında gelişen olayları anlattığı ve karakterlerini o dönemin (1980’lerin) Fransız yapısökümcü ve yapısalcı felsefecilerinin meydana getirdiği çok zevkli, ironik romanı. Binet’nin daha önce yayınlanan ve yine çok etkilenerek okuduğum HhhH romanının yanına çok yakışan bir kitap bu. Başka bir şey çevrilmedi dilimize bu genç yazardan ama iki metnin bir arada okunmasını içtenlikle öneririm.
Sanat dünyasında birçok kitap yayınlandı. Çok yeni, çok çarpıcı bir yapıtı ben görmedim. Fakat Amerikalıların kültürel meselelerin arka planlarına inmesine hayranım. O doğrultuda iki kitap okudum. Birincisi, Eunsong Kim’in bildiğimiz sanat dünyasının tüm kurumlarını, müzeleri, galerileri ve güncel sanat mecralarını inceden inceye bir eleştiriyle topa tutan ve hepsinin nasıl yaratıcılıktan uzaklaşıp birbirini taklit eden ‘papağanlara’ dönüştüğünü anlatan The Politics of Collecting: Race and the Aestheticization of Property adlı yapıtı. Çok şey öğrendim, çok iyi bildiğim şeylerin güçlü şekilde kanıtlandığını gördüm.
İkincisi, çok daha zevkli bir kitap. Harry Truman, Amerika’nın Missouri’den çıkmış, kaba saba ama önemli işler başarmış bir cumhurbaşkanıydı. Komünizm ve modern sanat düşmanıydı. Amerika dışına çıkmaktan nefret ediyordu. Avrupa’da ise modern sanat, komünizm ve Picasso vardı. Sonunda New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nin (MOMA) efsanevi yöneticisi, Picasso’nun ve modern sanatın savunucusu Alfred H. Barr Jr., başkanlığı bittikten sonra Truman’ı üç şeye ikna ediyor: Avrupa’ya gitmeye, Picasso’yla tanışmaya ve modern sanata ‘bakmaya’.
İki adam Picasso’nun Güney Fransa’daki evinde buluşuyorlar, birlikte geziyorlar, yiyip içiyorlar. Bu öykü de Matthew Angelo, o çok meşhur filmin adına atfen, When Harry Met Pablo diye isimlendirdiği çok hoş kitapta anlatılıyor. Eh, uygar dünyada böyle şeyler oluyor; böyle şeyler uygar dünyada oluyor.
Son kitap yıl sonuna doğru geldi: Why I Do What I Do: Global Curators Speak. Steven Henry Madoff derlediği bu kitapta güncel sanatın en önemli küratörlerini bir araya getiriyor, konuşturuyor ve bildiğimizden epey öteye giden düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Güncel sanat dünyasının kesinlikle eline alması, inceden inceye irdelemesi gereken bir kitap.
Kitaplar hayattan daha fazlasıdır.
Önceki Yazı

2024 yılında şiire dair
“Nilay Özer’in Yüzü Kelebeklerle Örtülü (2024) adlı yeni şiir kitabında ilk dikkati çeken öğe, daha önceki kitaplarında olmayan bir biçimde dilde ortaya çıkıyor. Türkçenin tınısı, dinginliği ve sakinliği pürüzsüz bir biçimde, ayırıcı bir özellik olarak mevcut bu şiirlerde.”
Sonraki Yazı

Dilin gevezelik işlevi
“Laurent Binet, gerçeğin değil sözün histerisini hikâye etmekte, gülünç ve yararsız olanı bir anlatı destanına dönüştürmekte ustadır. 'Yeni okur' için sevinçle, 'has edebiyatçılar' için acıyla karşılanan paradigma değişimi belki de bu noktada yatar: Kendi başına sonsuz bir gösteriye dönüşen edebiyat.”