Zabel Yesayan’ın anıları ve iki soru
“Çocukluğu hatırlama, çocukluk yıllarının Üsküdarı’nı, Silahtar’daki bahçeleri anma ve kâğıda dökme uğraşı Sovyet Ermenistanı’nda gelmekte olan karanlık günlere ilişkin kaygılarını savuşturmak için bir teselli arayışı mıydı? Ya da bir tür savunma mıydı?”

Zabel Yesayan, 1918’de ilk Ermeni Cumhuriyeti'nin ilanı sırasında Paris'te, ailesiyle.
Zabel Yesayan’ın Silahtar Bahçeleri’ni[1] okurken iki soru takıldı zihnime. İlki, Yesayan’ın 1900’lerin başında Üsküdar’da geçen çocukluk hatıralarını yazarken nasıl bir duygu durumunda olduğu… Silahtar Bahçeleri’ni tam olarak ne zaman yazdığını bilmiyorum, Aras Yayınları’nın kitabın başına koyduğu “Usul Gereği” notunda, bu hatıratı “Yesayan’ın Sovyet Ermenistanı’nda yaşadığı dönemde kaleme aldığı” belirtiliyor. Bu kitabın ilk baskısının 1935’te Yerevan’da yapılmasından ötürü, bu tarihe yakın zamanlarda yazdığını varsayıyorum. Anlamı ne 1935’te ya da kısa zaman öncesinde yayımlanmasının? 1937’de milliyetçilik suçlamasıyla tutuklanmasından iki, Stalin’in “Büyük Temizlik” terörüne girişmesinden bir yıl öncesi bu tarih. Merak ettiğim de bu zaten; bu hatıralarını kaleme alırken ya da öncesinde yazmaya karar verdiğinde bir şeylerin değişmekte olduğunu, olayların zamanla aleyhine gelişebileceğini kestiriyor muydu Zabel Yesayan? Çocukluğu hatırlama, çocukluk yıllarının Üsküdarı’nı, Silahtar’daki bahçeleri anma ve kâğıda dökme uğraşı gelmekte olan karanlık günlere ilişkin kaygılarını savuşturmak için bir teselli arayışı mıydı? Ya da bir tür savunma mıydı? Kişiliğinin nasıl oluştuğunu, dünya görüşünün küçük yaşlardan itibaren nasıl şekillendiğini önce kendince tartmak, sonra da kitabını okuyacak olanlara açmak arzusuyla hatıralarına odaklanmış olması da pekâlâ mümkün görünüyor bana.
Bu konuda dikkat çekici ve önemli bir bilgi Yesayan’ın iki romanını Türkçeye kazandıran Mehmet Fatih Uslu’nun Sürgün Ruhum’da[2] yer alan “Sonsöz”ünde mevcut.
Art arda Sosyalist Gerçekçi kalıba yakın duran anlatılar ürettiği 1930’larda kaleme aldığı ve o yıllarda yazdığı hiçbir şeye benzemeyen Silihdari bardezneri (Silahdar Bahçeleri) […] o yıllarda kaleme aldığı metinlerin kaba gerçekçi kurgusundan ve partizan tavrından fazlasıyla uzak[tır] ve 1915’ten önce yazdığı “dönüş motif”li diğer eserlerini anımsatmaktadır. (s. 82)
Aklıma takılan sorunun kitabı anlamak açısından çok bir önemi olmadığının farkındayım, ancak aktardığı hatıraların bazısı açısından büsbütün konu dışı da değilmiş gibi geliyor bana. Silahtar Bahçeleri, kuşkusuz sıla hasretinin buram buram sezildiği bir metin, o yılların Üsküdarı’ndan muazzam tablolar içeriyor, bununla birlikte salt bundan ibaret de değil. Bu arada belirtmeliyim, Yesayan’ın kurmacalarında da benzer tablolar hiç az değildir. Şu cümle Son Kadeh’ten[3] mesela.
Yatak odamın pencerelerinin önünde bir dizi bahçe uzanıyordu ve yağmurla yıkanmış ağaçların kara dallarında nevzuhur tomurcuklar diri uçlarıyla kabukları delip geçmekteydiler. (SK, s. 22)
Sürgün Ruhum’un hemen başında yine bir pencerenin önünde durmuş olan anlatıcı, etkileyici bir doğa manzarasını, bu manzaranın kendisinde yarattığı duyum ve düşünceleri aktarır.
Bağlarbaşı’nda, neredeyse ıssız baba evinde, pencerenin önünde tek başıma durmuş, uzun zamandır düşünüyorum. Bu düşünmek değil aslında, rüya görmek de değil. Daha ziyade, ruhum gelgitli ve sınırsız bir hisse kendini açmış bir halde, yavaş yavaş tabiatın güzelliğiyle doluyorum ve adım adım bu güzellikle muhabbete dalıyorum. (SR, s. 17)
Yine Sürgün Ruhum’da anlatıcının birtakım imkânsız arayışların peşinden gitmeye eğilimli ruhunu bunlardan uzak durması için ayartan bir ses duyduğunda gözünün önüne gelen manzarada da güller vardır. “Güllerin çiçek açtığı bir bahçede […] el ele yürüyen muhabbet dolu bir çift” görüntüsüdür onu ayartmaya çalışan.

Silahtar Bahçeleri
çev. Sarin Akbaş
Aras Yayıncılık
Temmuz 2023
176 s.
Şu cümlelerse Silahtar Bahçeleri’nden:
Evdekiler günlerini çoğunlukla evin arka tarafındaki pencereleri birbiri ardına dizilmiş bağlara bakan odalarda geçirirdi. […]
O bağların, Silahtar Bahçeleri’nin, bahar sabahları alevli gülistanlara dönüştüğünü hatırlarım. […]
Mor salkımların görkemli kaftanlar misali asma çardakları üzerinden yuvarlanıp yıkıldı yıkılacak haldeki evlerin perişanlığını gizlediğini hatırlarım. Güneş ışığı, sık ağaç yapraklarının arasından süzülerek firari baloncuklarla yere dökülür, ferah bir esinti insanların ve bitkilerin üzerinden bir okşayış gibi geçer, yeni filizlenmiş dallar bu esintiyle nazlanarak oynaşırdı. (SB, s. 32-33)
Yesayan’ın bir başka novellası, Meliha Nuri Hanım,[4] İstanbul’da, Üsküdar yakınlarında değil, Gelibolu’da geçmekle birlikte, roman kişilerinin ikisinin geçmişte yine Üsküdar’a yakın bir semtte, Kandilli’de bulunduklarını ekleyeyim. Meliha Nuri köşkün genç kızıdır, Remzi ise köşkün bahçıvanının oğlu. “Bahçe” bahsinde gül bitkisinin Sürgün Ruhum’da ve Silahtar Bahçeleri’nde ortak bir bahis olduğunu da eklemeliyim. Silahtar Bahçeleri’nden yapacağım şu alıntı çocukluk yıllarının bir özeti gibidir Yesayan’ın.
Evimizin bahçesi ve etrafımızdaki bağ ve bahçeler ne kadar güler yüzlü ve neşeliyse, evimizin içi o kadar asık suratlı ve soğuktu.
Yaşamımıza biraz eğlenceli olağandışılık, biraz hayal gücü getirebilecek her şey anneannemin emir yerine geçen talepleri doğrultusunda acımasız temizlik kuralları tarafından yok ediliyordu. Tüm odaların duvarları beyaz renkle sıvanmış ve cilalanmıştı. (SB, s. 34)
Anneanne (Dudu) duvarlarda ne resim ne vazo istiyordur, bunlar hep “pislik”tir, ancak bir tek istisna vardır: gül. “Sadece gül mevsiminde masaların ve koltukların üzerine güller yığılırdı.”

Sürgün Ruhum
çev. Mehmet Fatih Uslu
Aras Yayıncılık
Kasım 2016
3. baskı, Haziran 2021
88 s.
Sürgün Ruhum’daysa romanın anlatıcısı Emma’nın teyzesinin seremonik bir gül reçeli yapma sahnesi yer alıyor.
Teyzem ayin yapmaya hazırlanan bir episkopos ciddiyetiyle, baştan aşağı beyazlar giyinmiş, bu müşkül ve nazik işle meşgul. Üstü tamamen beyaz örtülerle kaplanmış sedirin üstüne güller iyiden kötüye doğru küme küme istif edilmiş.
[…]
Sadece oda değil, tüm ev, hatta sokak gül kokusuyla ve onun insanın içine işleyen rayihasıyla kaplı. Hisleri ayağa kaldıran, neredeyse biraz zehirli, baş döndüren bir koku bu. (SR, s. 53)
Güllerden söz etmişken Silahtar Bahçeleri’nden bir alıntı daha yapmamak olmaz. Evlerinin ön taraftaki penceresi bir bakkal-meyhaneye baktığı için hane halkı nadiren oradan dışarı bakarmış – arka pencerenin Silahtar bahçelerine baktığını başta belirtmiştim. Küçük Zabel’in bu nadir zamanlarda ön pencereden seyrettikleri bile o yılların İstanbulu’nun nasıl bir çeşitlilik içerdiğini gösteriyor bize. Kimi zaman Çingeneler geçiyordur, onların ayı ya da maymun oynattıklarını seyretmiştir, keza hokkabazlar, dervişler, büyücüler görmüştür. Sadece onlar mı? Şii Türklerin yaslı bayramlarına tanık olmuştur, göğüslerine vurarak yaslı sesleriyle “Ya Hasan! Ya Hüseyin!” diye bağıran adamlara; benzer biçimde sarhoş Türk gençleri nara atarak geçmiştir sokaktan, Ramazan’da davul zurnacı, Kurban bayramlarında kıvırcık koyunlarla Türk çocukları… Bütün bunların yanı sıra Ermeni mahallesinde oturdukları için bu sokak bilhassa Ermeni bayramlarında coşkulanırmış. Vartavar’da en ciddi komşular bile neşelenip birbirlerinin üzerine kovayla su dökerlermiş, Haç bayramında da aşağı mahallelerden İzmit yakınlarındaki Surp Haç Manastırı’nın yer aldığı hac yerine, Armaş’a doğru “cırıldayan” kağnılar yola çıkarmış.
Ama biz gül diyorduk, amansız, acımasız kokan gülden söz ediyorduk.
Orada çiçeklerle süslenmiş tören alaylarıyla mutlu Rum bayramları ve pagan zamanlardan kalma kutlamalar görmüştüm. Bunlardan biri zihnime özellikle nakşolmuştur. Bir adam sırtına taze dallardan ve filizlerden bir yığın almış, öne arkaya sallanarak şarkı söylüyor, Rum gençler ve çocuklar ellerine birer kova alıp o bitki yığınına su serpiyordu. Mayısın ilk günü tüm evler, bilhassa Rum evleri, güllerle ve çeşitli çiçeklerden yapılma çelenklerle süslenirdi. (SB, s. 44)

Yesayan
Dudu’nun neden olduğu sessiz geriliminin yanı sıra Zabel Yesayan’ın çocukluğunun bu tabiatla iç içe geçirdiği asude zamanlarının can sıkıcı bir başka nedeni de annesinin bir zaman sonra baş gösteren sağlık problemleri olmuş. Aslında kendi çocukluğu da çok sağlıklı geçmemiş Zabel’in; zayıf ve güçsüz doğmuş, uzun süren hastalıklar yaşamış, kendisinden ümitlerin kesildiği bile olmuş, ama zamanla sağlığını kazanmış. Beri yandan, kendisinden dört yaş küçük bir kız kardeşi olmasına ve kalabalık, teyzelerle dayılarla dolu bir evde yaşamasına, yan bahçedeki çocuklarla, özellikle erkek çocuklarıyla oyunlar oynamasına rağmen yalnız bir çocukluk geçirdiği de anlaşılıyor anlattıklarından. Belki uzun süren hastalık dönemlerinde kendi başına kalmasının etkisi olmuştur bunda; hatıralarının bir yerinde akşamları yattığında kendi kendisine hikâyeler anlattığından (bu hikâyelerde kahramanların zamanla kendisi olduğunu da ekliyor) söz etmesi dikkat çekici – “gönül ki yetişmekte” diyebiliriz sanırım, edebiyatçı ki yetişmekte.
Zabel Yesayan’ın çocukluğuna dair anlattıkları ilk anda o yılların Ermeni aile hayatının bir örneği olarak algılanabilir, ancak Zabel küçük yaşta cemaatlerinde tek tip, az çok kendi evlerindekini andıran bir yaşantı olmadığını, sınıfsal konumları itibariyle farklı hayatlar yaşayan farklı Ermeni aileler bulunduğunu da öğrenmiş. Örneğin yaşadıkları “sokağın Selamsız’a doğru yükselen kısmında eski amira evleri var[mış.]”
Artık kendi olmaktan çıkmış sakinleri harabeye dönmüş geniş ahşap konaklarına çekilmiş, pintilikleriyle yaşıyor, mazideki zenginliklerinin kalıntılarını kemiriyorlardı. (SB, s. 41)
Keza, teyzelerinden biri, Yeranik sayesinde aşağı mahallede oturanları da tanıma imkânı bulmuş küçük Zabel.
Yeranik teyzem hariç bizim evdeki diğer kadınlar, aşağı mahalleler diye andıkları sokaklar hakkında hor gören sözler sarf ederdi. Evdekilerin pek kıymetli görüşüne göre o sokakların sakinleri bayağı insanlardı. Kadınları hoppa, erkekleri ise ayak takımıydı. (SB, s. 89 – vurgu metinde var; Aras Yayıncılık yayımladığı çeviri kitapların orijinalinde geçen Türkçe kelimeleri bu şekilde vurguluyor.)
Yeranik teyzesiyle birlikte bu mahallelerde yaşayanları ziyarete gittikçe bambaşka hayatlarla tanışma imkânı bulduğunu da ekliyor Yesayan.
Yeranik teyzemle gerçekleştirdiğimiz ziyaretler ve aşağı mahallelerden geçişlerimiz perili anılar gibi kaldılar. Beklenmedik, neşeli ve acayip olan şeyler sıradanlaşırdı. Yeranik teyzemi herkesin tanıması bir yana, onunla samimi olmalarına ve onu sevmelerine hayranlık duyardım. Hepsi teyzemi kendi tasalarına ve mütevazı sevinçlerine ortak ederlerdi. Yokluk içinde acı çeken o aileler büsbütün farklı bir hayata sahipti ve bu hayat yukarı mahallelerde yaşayanlara yabancıydı. (SB, s. 94)
Toplumdaki farklı sınıfların varlığına ilişkin bilgileri okula başladıktan sonra daha da pekişecektir. Gittiği Üsküdar Surp Haç Okulu’ndaki yoksul aile çocuklarının halleri iç parçalayıcıdır.
Onlar Üsküdar’ın “alt tabakasını” oluşturan insanların çocuklarıydı, neredeyse tamamı ücretsiz okuyordu. Bitli, hastalıklı, yarı tok yarı aç o çaresiz çocuklar, nemli ve soğuk sonbahar ve kış günlerinde daha büyük sefalet çekiyorlardı. O talihsizlerin çamurlu ayakkabılarını çıkarmak zorunda kalıp delik deşik çoraplarla salona çıktıklarını hatırlıyorum. (SB, s. 131)

1915’ten önce İstanbul’da çekilmiş bir fotoğrafta Zabel Yesayan (ortada) Krikor Zohrab’ın da (en sağda) aralarında bulunduğu edebiyatçılarla birlikte.
Yoksulluk manzaralarına tanık olmanın yanı sıra Zabel’in iç dünyasında sarsıntılar yaratan esas olarak okul idaresinin “zenginler ve yoksullar arasında yaptığı ayrımcılık[tır.]” Yetişkinliğinde Zabel Yesayan’ın sosyalist dünya görüşüne yakın olmasında çocukluk yıllarında görüp tanık olduğu eşitsizlikler ve haksızların büyük etkisi olmuş olsa gerek. O yıllardaysa bunlar manevi çatışmalara neden oluyordur.
O dönemki hayatımı hatırladığımda eşit olmayan bir mücadele içinde olan birinin yaşadığı manevi çatışmaları yeniden yaşıyorum. Hep uyanık ve kendisini savunmaya hazırlıklı, her zaman gergin ve bazen de dizginsiz bir duyguyla tetiklenerek, gelecek tehlikeleri göz önünde bulundurmadan saldıran. (SB, s. 133)
Çocukluk hatıralarının vazgeçilmezi utanç anları da var Silahtar Bahçeleri’nde. Malum, daha sıklıkla okulda yaşanır bunlar, Zabel’in anlattığı da öyle. İlk önce Garabet Ağa’nın okuluna gitmiş Zabel, harfleri tanımakla birlikte klasik Ermenice okumayı Garabet Ağa’dan öğrenmiş.
Garabet Ağa okuyuşa ve kelimelerin vurgusuna dikkat ediyordu. Klasik Ermenicenin söylenişine dair bir yöntemi vardı ve ona nesilden nesile geçerek ulaşan bu bilgiyi öğrencileri üzerinde uygulamak istiyordu. Elini ritmik hareketlerle yazı masasına vuruyor ve vurgulanması gereken heceyi gösteriyordu. Çocukların iyi öğrenmeleri ve unutmamaları için söz konusu heceyi uzatıyordu. […] Ona odaklanıp Klasik Ermenicenin okunuşunu hayranlıkla dinliyor, dinlediklerim hayalime heykel benzeri şekiller getiriyordu. (SB, s. 123 – vurgu metinde var.)
Zabel daha sonra gittiği Surp Haç Okulu’nda da Garabet Ağa’dan öğrendiği şekilde, onun benzeri vurgu ve ritimlerle okuyunca sınıftaki kızlar kahkahalar atarlar, hatta gülmekten bayılanlar olur. Yesayan bu hatırasını “dış dünyayla ilk kez gerçek bir temas kuruyordum” diyerek anıyor. Garabet Ağa’nınkini andıran bir okuma tarzından Sürgün Ruhum’da da bahsolunur. Emma, yıllar sonra mahalle mektebinden hocası Hrant Çerkezyan’la karşılaşınca ondan klasik Ermenice öğrendiği zamanları hatırlar.
Okuyuşundaki o ananevi güzelliğin, cümlelerinin temiz ve sağlam yapısının, sesindeki vurgunun ve ifadesindeki ölçünün beni müzik dinliyormuşum gibi nasıl heyecana gark ettiğini ve bunların muhayyilemden bir dizi heykel gibi geçtiğini hatırlıyorum. Parçanın çok azını anlıyordum […] fakat okunanın bana kelimesi kelimesine ne ifade ettiğini aşan bir şeydi bu: Sanki atalarımızın ruhu karşımda duruyordu ve ben nefesimi tutmuş, kesafet kazanmış bir iştahla kendimi rüyama bırakıyordum.
Sanki kopmuş bir bağ yenilenecek, sanki ruhum sürgününden dönecek. (SR, s. 26-27)
Her iki metindeki benzerlikler ve “heykel” vurgusu dikkat çekmiştir sanırım.

Meliha Nuri Hanım
çev. Mehmet Fatih Uslu
Aras Yayıncılık
Ekim 2015
3. baskı, Ekim 2019
80 s.
O yıllarda başarılı bir öğrenci olmasına rağmen okula karşı “daimi bir direnç” geliştirdiğini belirtiyor Yesayan, çok sevdiği Ermenice derslerinde örneğin, kız öğrencileri sahte bir romantizme iten kompozisyon ödevlerinde birkaç satır karalamakla yetiniyordur. Oysa okumayı okula gitmeden önce öğrenmiştir. Bu “daimi direnç” nedeniyle okulda ve evde tepki de gören Zabel sadece babasıyla canını sıkan konuları konuşabiliyor, aklına takılanları sorabiliyordur. Babası, çocukluk ve gençlik yıllarında çok önemli bir yer tutmuş Yesayan’ın, düşünce ve tavırlarıyla onu çok etkilemiş. (Son Kadeh’in anlatıcısının –Yesayan’ınki gibi hastalıklarla geçmiş– çocukluğundan bahsederken, “Babamın biricik ve şımartılmış çocuğuydum” dediğine, Sürgün Ruhum’da da Emma’nın pek az söz ettiği çocukluğuyla ilgili olarak babasının bir bakışını söz arasında andığına dikkat çekmek isterim. Meliha Nuri Hanım romanında da Meliha’nın babasından kısacık da olsa bahsedilir, annesiyse hiç anılmaz.) Babasını ve üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor Yesayan.
Gül ağaçlarının ve karanfil ekeneklerinin yanından yürürken benimle sohbet ediyor, bana dünyayı anlatıyordu. Babamın haysiyet konusunda çok derin bir duyguya sahip olduğunu o zamanlar kavramıştım. O maddi konularda veya diğer alanlardaki zorluklara ilgisizliğe varacak bir sabırla tahammül ediyordu, yeter ki haysiyeti incinmesin. Babamın içindeki büyük gurur beni etkiliyordu. Başkalarına karşı tutumunu da o duygu belirliyordu, çünkü babam eş bir titizlikle başkalarının haysiyet duygusuna dikkat ediyor ve özen gösteriyordu. […] İçimde çatışmalar, zaferler ve yenilgiler meydana geliyordu ve bunlar beni zıt duyguların bir aşırılığından diğerine sürüklüyordu, fakat babamın sözlerinin etkisiyle varlığımda bir sükûnet oluşuyor, ben de gitgide ruhsal bütünlüğüme ulaşıyordum.” (SB, s. 138-139)
Silahtar Bahçeleri, Zabel Yesayan’ın edebiyatla yakından ilgilenmeye başladığı gençlik yıllarında sona eriyor. Edebiyata duyduğu ilginin yanı sıra, özellikle arkadaşlarının hayatlarında kadın olmalarından kaynaklanan zorluklara tanık olmak onu feminist yazarlara, en başta da o dönemde artık unutulmaya başlayan Sırpuhi Düsap’ın kitaplarına yöneltmiş. Bir zaman sonra da bir arkadaşıyla beraber onu ziyarete gitmişler.
Bayan Düsap bir yazar adayı olduğumu duyunca, bu meslekte kadınları defneden taçların değil, dikenli tellerin beklediğini söyleyerek beni uyardı. Bizim gerçekliğimizde bir kadının ortaya çıkıp kendi yerini istemesine hâlâ tahammül edilemediğini söyledi.
Bütün bunların üstesinden gelebilmek için vasatın üzerinde olmak gerekiyordu:
“Erkek yazar vasat olmakta özgürdür, fakat kadın yazar asla.” (SB, s. 164-165)

Osmanlı'dan Türkiye'ye Beş Ermeni Feminist Yazar
Derleyen: Melissa Bilal, Lerna Ekmekçioğlu
Aras Yayıncılık
Ağustos 2006
3. baskı, Temmuz 2017
416 s.
Silahtar Bahçeleri’nde sonraki yıllarda Bayan Düsap’ın sözlerinin Zabel Yesayan üzerinde nasıl bir etkisi olduğuna ilişkin anlatımlar yok, ancak onun feminizmle olan ilgisini öğrenebileceğimiz Türkçede bir kaynak var: Lerna Ekmekçioğlu ile Melissa Bilal’in derledikleri Bir Adalet Feryadı/Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar 1862-1933.[5] Bu derlemede yer alan Hasmik Khalapyan’ın “Kendine Ait Bir Feminizm: Zabel Yesayan’ın Hayatı ve Faaliyetleri” başlıklı makalesi Yesayan’ın kendine özgü feminizmi hakkında çok kıymetli bilgiler içeriyor; kitapta ayrıca Yesayan’ın kadın sorunuyla ve feminizmle ilgili birkaç makalesinin de yer aldığını belirteyim.
Silahtar Bahçeleri’nin yanı sıra Yesayan’ın Otobiyografi başlıklı bir metni daha olduğunu hatırlatmalıyım. Mehmet Fatih Uslu, Sürgün Ruhum’un sonsözünde Yesayan’ın otobiyografisinin sadece dörtte birine ulaşılabildiğini, geri kalanının kaybolduğunu belirtiyor. Hasmik Khalapyan’ın makalesinde bu otobiyografinin yayımlanan kısmından söz ederken dikkat çektiği ilginç bir nokta var. Yesayan, “feminizm ve kadınların özgürleşmesi hakkında yazmanın ‘hoşuna gitmediğini’ ve bunu sadece babasını hoşnut etmek için yaptığını yazmış”. Otobiyografi’den Khalapyan’ın yaptığı alıntıysa şöyle:
Kadınların özgürleşmesi sorununun toplumsal bir sorun olduğu ve çözümünün toplumsal düzenin kökten değişiminde olduğu fikrine o zamanlar çok uzaktım. Henüz böylesi bir sonuca varacak durumda değildim; fakat sezgilerimle, öne sürülenlerin [babası kadınların özgürleşmesinin erkeklerle eşit eğitim almalarına bağlı olduğunu ileri sürermiş] içi boş şeyler olduğunu hissediyordum. (BAF, s. 175 – vurgu metinde var.)
Khalapyan, Yesayan’ın kendini hiçbir zaman sosyalist ya da sosyalist feminist olarak görmemesine rağmen kadınların özgürleşmesi konusundaki anlayışının sosyalist feministlerin tezlerine yakın olduğunu belirtiyor. Silahtar Bahçeleri, sadece yüz yirmi, yüz otuz yıl öncesinin İstanbulu’na, özellikle Üsküdar ve çevresine ve oradaki Ermeni ailelerinin yaşayışlarına ilişkin güçlü gözlemler ve anekdotlar aktardığı için önemli bir metin değil, aynı zamanda büyük ve öncü bir edebiyatçının yetişme çağını, yetiştiği koşulları, fikirlerinin nasıl ve ne gibi ortamlarda oluştuğunu bize içtenlikle açtığı bir kitap. Zabel Yesayan’ın kişiliğinin, fikirlerinin, dünya görüşünün ve hayat anlayışının (kısaca “ruhunun” demekte beis olmasa gerek) çocukluğundan gençliğine ilerleyen yaşlarda nasıl oluştuğunu, geliştiğini, hangi çatışmalardan sağ ya da yaralı çıktığını öğrenebildiğimiz bir belge.

Son Kadeh
çev. Mehmet Fatih Uslu
Aras Yayıncılık
Kasım 2018
3. baskı, Eylül 2021
120 s.
“Ruhunun” kelimesini boşuna seçmediğimi belirteyim. Türkçeye de çevrilen yapıtlarında sıkça kullanıyor Yesayan bu kelimeyi, hatta bu kitaplardan birinin adında bile mevcut: Sürgün Ruhum’da. Son Kadeh’in anlatıcısı da mesela, “Kim hayal edebilirdi ruhumun içindeki o dramı? İçimde nasıl da korkunç bir şey taşıdığımı bilerek, başka adamlara ve kadınlara bakarak düşünüyordum: ‘Kim bilir neler var ruhlarının içinde?’” diye sorar. Sürgün Ruhum, İstanbul’a, Üsküdar’daki baba evine dönmüş ressam Emma’nın ruhsal arayışlarının romanı olarak başlar. Çizdiği resimlerle “ruhu” arasındaki bağların ve bağsızlıkların peşindedir. (Yukarıda Klasik Ermenice dersiyle ilgili bu romandan yaptığım alıntıda da “ruhunun” sürgünden dönmesini umduğunu hatırlayabiliriz.) Bu “ruhun” oluşumunda İstanbul’un, Üsküdar’ın ayrı bir yeri vardır. Yesayan’dan yaptığı çeviriler ve hakkında yazdığı makalelerle onu ve yapıtlarını daha yakından ve derinlemesine tanımamızı sağlayan Mehmet Fatih Uslu’nun andığım sonsöz yazısında belirttiği üzere “İstanbul’un ve Üsküdar’ın [Sürgün Ruhum’da] ayrı bir kahraman olarak yükseldiği ve bunun metnin belki de en kuvvetli tarafı olduğu söylenebilir.” Şöyle de diyebiliriz sanırım. Şehir sadece Emma’nın ruhunun oluştuğu yıllar boyunca yaşadığı mekân değil, aynı zamanda bu ruhun bir parçasıdır da. Benzer bir savı Silahtar Bahçeleri için de ileri sürmek mümkün görünüyor bana.
Yine Uslu’ya başvuracağım. Sürgün Ruhum’un bir başka boyutu daha olduğunu şöyle ifade ediyor:
Kent, bu yoğun duyumlar âlemine sahip olmanın yanında […] Emma’nın yakın ve uzak hatıralarının hem de Ermeni yaşamının bin bir soru işaretinin, karamsarlıklarının ve ümitlerinin mekânıdır. […] Bu karmaşanın içinde ilerledikçe […] yavaş yavaş Emma’nın yeni yaşamının toplumsal içeriğini görmeye başlarız. (SR, s. 75)
Peki, Silahtar Bahçeleri’nde anlatılan dönemde Zabel’in yaşamının böyle bir “toplumsal içeriği” var mıdır, ya da daha doğru bir deyişle, bu içerik belirmeye, görünmeye başlamış mıdır? Hiç kuşkusuz, tanık olduğu yoksulluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler var, aynı zamanda kadınların işinin erkeklere nazaran çok daha zorlu olduğunu kendi yaşantısıyla değilse bile yakın arkadaşları vasıtasıyla öğrenmiştir. Sadece bunlar mı?

Yazının başında, Silahtar Bahçeleri’ni okurken aklıma iki soru takıldığını belirtmiştim. İkincisine geldi sıra. Zabel’in küçüklüğünde, doktor tavsiyesiyle ailesi onu yazları “küçük bir Rum köyü” olan Maltepe’ye götürürmüş. Burayı “çocukluğunun göksel cenneti” olarak tanımlıyor Yesayan. Maltepe’ye en son gittiklerinde on dört yaşındadır (demek ki yıl 1892’dir) ve o sene kaldıkları köy evinin bitişiğine bir Türk aile gelir, daha doğrusu yaşlı bir kadınla aşağı yukarı Zabel’in yaşıtı bir genç kız, Fayize. İki genç kız arkadaş olurlar, bu arada Fayize’nin dayısı Nahat Bey de sık sık yeğenini ziyarete geliyordur. Bir gün Nahat Bey’le Zabel’in babası tanışır ve sohbet ederler.
Türk doktor babamla büyük bir güvenle, ortak düşman olan sultanın istibdatına karşı konuştu ve taşradaki, hatta başkentteki Türk gençlerinin maruz kaldığı acımasız baskıları anlattı.
[…]
“Ermenilerin yaşadığı köylerde neler olduğunu biliyorsunuz elbette” dedi babama. “Ne yanlışlar, ne kanunsuz tutumlar… fakat Türk köylüler de aynı derebeylerin vicdansız şiddetine maruz kalıyorlar. Tüm mesele birleşmekte ve birleştirdiğimiz güçlerle istibdatı yıkmakta.”
Babam sessizce dinliyordu. (SB, s. 154)
Sohbet devam eder ama Zabel’in babası hep sessiz kalır. İşte aklıma takılan ikinci soru bu: Zabel’in babası neden sessiz kaldı Türk doktorun karşısında? Kızının her türlü sorusunu çekinmeden yanıtlayan, kendisinin ve karşısındakinin haysiyetini her daim ön planda tutan bu adam neden Anadolu’daki Ermenilerin başına gelen fenalıklardan söz açıldığında tek kelime etmemeyi yeğledi?
İki soru dedim ama yazıyı yazarken bir üçüncü soru belirdi. Otobiyografiyle kurmaca metin arasında dolaysız bağ kurmanın yaratabileceği yanılgıları hesaba katarak sorulabilecek bir soru bu:
Sürgün Ruhum romanında Emma’nın kendi otoportresi karşısında tefekküre daldığı bir bölüm var. Orada resim yapmakla neyi murat ettiği sorusunun da peşinden gider. Öncesinde kendi ruhunu çözümlemeye çalışır. (Romanın büyük bölümünde olduğu gibi.) Herkesin üzerine titrediği çocukluğunda gerçek hayat hissini kaybettiğini ve zihniyle muhayyilesinin rüyaların manevi diyarına doğru süzüldüğünü düşünür.
İşte böyle hassas ve silahsız, geçmiş rahat hayata değil, o dönem gördüğüm ve benim için hayatın kendisinden daha hakiki olan rüyalara duyduğum özlemi ruhumun derininde muhafaza etmiş bir halde, bir anda hayatın haşin mecburiyetleriyle yüz yüze kaldım.
Tüm bunların neticesinde sanata dört elle sarılmamı sağlayan o yorgunluk bilmez çalışma ve coşku hali oldu. Sanat rüyalarımı vücuda getirmeye çalıştığım saha haline geldi. (SR, s. 50)
Bu halin bir hırs yarattığını düşünür sonra. Kendisine nihayeti olmayan bir savaş dayatıyordur. Şöyle özetler bu savaşın içerdiklerini, onu başka türlü davranmaktan uzak tutan arzularını.
İnsanların ruhlarına giden yolu bulmak, onlarla irtibat kurmayı öğrenmek, rüyamın ve heyecanımın ritmini onların şekilsiz ve renksiz hissiyatına katmak, dağınık halde ya da tek başına çınlayan şarkıları bir araya getiren bir şefe dönüşmek, sanatçının görünmez ve her şeyden kudretli saltanatına sahip olmak, insanlık seviyesinin üstüne çıkan ve sadece halihazırdaki ihtimallerin bütününü değil, ahalinin kahir ekseriyeti için hâlâ belirsiz, şekilsiz ve imkânsız bir rüyadan başka bir şey olmayan geleceği ve yarınki nesillere ait olanı da kendi içinde barındıran o zirvelerden birine dönüşmek… (SR, s. 51 – vurgu eklenmiştir.)
Mehmet Fatih Uslu’nun, Yesayan’ın 1920’lerin ilk yarısından itibaren yavaş yavaş Sosyalist Gerçekçiliğe kaydığından söz ettiğini belirtmiştim. Üçüncü soru bununla ilgili: Yukarıdaki alıntıda italikle vurguladığım kısımda arzulananlara erişmek için Sosyalist Gerçekçilik, Zabel Yesayan’a bir kısayol olarak görünmüş olabilir mi? Kişisel olarak bunu yapabilen, bunu yapmaya muktedir bir “zirve” olma arzusu söz konusu değildir elbette, ama “ahalinin kahir ekseriyeti için hâlâ belirsiz, şekilsiz ve imkânsız bir rüyadan başka bir şey olmayan geleceği ve yarınki nesillere ait olanı” görebilmenin, kurabilmenin, bu uğurda bir şey yapabilmenin bir kısayolu?
Bir devam sorusu o zaman: 1930’ların başlarında yazıldığını düşünebileceğimiz Silahtar Bahçeleri’nin içinde böylesi bir kısayolu ima eden hiçbir satır bulunmaması, sadece kitabın geçmiş yıllarla ilgili olmasından mı, yoksa Yesayan’ın geleceği öngörmek gibi imkânsız bir rüyanın peşinden gitmek yerine “insanların ruhlarına giden yolu bulmayı” yeniden öne almasından mı ötürüydü?
NOTLAR:
[1] Zabel Yesayan, Silahtar Bahçeleri, çev. Sarin Akbaş, Aras Yayınları, 2023, 167 s.
[2] Zabel Yesayan, Sürgün Ruhum, çev. Mehmet Fatih Uslu, Aras Yayınları, 2015, 83 s.
[3] Zabel Yesayan, Son Kadeh, çev. Mehmet Fatih Uslu, Aras Yayınları, 2018, 118 s.
[4] Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım, çev. Mehmet Fatih Uslu, Aras Yayınları, 2015, 75 s.
[5] Bir Adalet Feryadı/Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar 1862-1933, der. Lerna Ekmekçioğlu Melissa Bilal, Aras Yayınları, 2006, 415 s.
Önceki Yazı

Tanpınar ve Fransız faşistleri (II)
“Tanpınar’ın hayalindeki Osmanlı Türk coğrafyası körüklü çizmeli Çerkes silahşorla redingotlu İstanbul beyefendisini, uzaktan Proust’un Baron Charlus karikatürünü hatırlatan Kudret Bey’le kader kurbanı Alaiyeli Ahmet’i 'bünyesinde' birleştiriyordu, kaynaştırmaya kalkışmadan.”
Sonraki Yazı

Tahir Hamut İzgil’in kişisel tanıklığı:
Gece Tutuklanmayı Beklerken
“Tahir Hamut, Doğu Türkistan’daki eşe dosta zarar vermemek için uzun yıllar ertelemiş bu kitabı yayımlamayı. Aslında pek çok Uygur için aynı şey geçerli. Kamplardaki ya da açık hava hapishanesine dönüşmüş kentlerdeki yakınlarına zarar vermemek için yüksek sesle konuşmaktan kaçınıyorlar.”