• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Sol: Evin Reddi ama hangi evin?

“Benim itirazımın belirdiği yer, evdeki sıkıntıları dert etmekle, o sıkıntıların nedenleriyle birlikte evin kendisini dert etmek arasındaki farkta ortaya çıkıyor.”

Tuncay Birkan

ERHAN MEYDAN

@e-posta

TARTIŞMA

21 Ağustos 2025

PAYLAŞ

Katledilen ama katledilmesi cinayet sayılmayan

Mehmet Çakar’ın anısına

Tuncay Birkan’ın yirmi yıldan fazla zamana yayılan denemelerinin toplandığı kitabı Sol: Evin Reddi (2021) yayımlanalı çok oldu. Denemeler güncelliğini koruyor, ancak benim kitabı yeniden gündeme getirmemin sebebi bunu hatırlatmak değil, kitapta evin reddi metaforuyla Sol’u özdeşleştiren belirli bir anlayışı tartışmaya açmak.

Sol, solculuk, yerlilik-evrensellik, akademizm, eleştiri, ideoloji eleştirisi, entelektüel, seküler yorumsama, kültürel çalışmalar, kültür endüstrisi, bilim, çeviri ve yayıncılık konularında dolanan denemeler temelde belirli bir sol tahayyülden hareket eder. Bu tahayyülde Sol sadece teorik düzlemde evrensel özgürleşme ufku olarak anlaşılmaz, somut olarak eleştiri ve sorgulama tavrıyla özdeşleştirilir. Ev derken, “içinde rahat hareket ettiğimiz, ‘konfor’ hissi veren zihinsel alışkanlıkları, belli meseleler karşısında çok da düşünmeden adeta otomatik olarak benimseyiverdiğimiz bakış tarzlarını, vs.” kasteder Birkan. Aynı metaforik bağlamda, “evin reddi” de doğrudan Sol ile özdeşleştirilir; “(...) ben tam da bunları reddetme duruşunun kendisine Sol diyorum”. (s. 15)

Tuncay Birkan
Sol: Evin reddi
Metis Yayınları
Ocak 2021
176 s.

Evin reddi eğer yerliciliğe karşı evrensel bir özgürleşme tahayyülü savunusu çerçevesinde kalsaydı, burada edeceğim itiraza ve tartışmaya gerek kalmazdı. Ya da başka bir yerlilik-evrensellik tartışması yürütülebilirdi, çünkü evrensellik kavrayışı da fiili tarihi içerisinde çoktan Sol’un kendine dair klişelerinden birine indirgenmiştir. Elbette içerisi-dışarısı, ev-sokak, yerlilik-evrensellik, tikelcilik-tümelcilik, söz-eylem, vs. ikilemler dolayımında çok önemli tartışmalar yürütüyor Birkan. Benim itiraz edeceğim şey ise evin reddi metaforuyla özdeşleştirilen sol duruşun geçerliliğine dair olacak. Eleştiri ve sorgulama bir ön kabul olarak solun tanımlayıcı niteliği midir gerçekten de? Yoksa bu artık hükümsüz kalmış bir önyargıdan, dahası yüzleşilmesi gereken, klişeye dönüşmüş bir kayıptan mı ibarettir?

Ben bunun Sol’da hem teorik hem de ahlaki olarak eleştirel düşünme yetisinin kaybıyla ilişkili bir bütünsel krize bağlı olduğunu düşünüyorum. Kitabın “Sunuş”unda Tuncay Birkan bu kaybı ve krizi kendi hikâyesiyle de gösteriyor aslında. Geleneksel sol ile temas ettiği anda yolunu ayırmak zorunda kalması aynı sorundan kaynaklanır. Fakat Birkan’ın bakışında bu yol ayrımı yine de Sol’un kendisine (sol evine) dair bir sorunsal olarak anlaşılmaz, yalnızca orada barınamayacağını anlar ve ayrı bir yoldan gider.

I.

Bir metafor olarak “evin reddi”, eleştirel düşünceyi Sol ile özdeşleştirerek solun krizinin yapısal nedenlerini görünmezleştiriyor. Sol derken de facto ya da bilfiil varolmuş olan solun tamamını kastediyorum; masa başındaki entelektüelden sokaktaki eylemciye bütün bir sol. Kuşkusuz eleştiri pratikleri yok değil, ancak bütünsel olarak içsel eleştirinin ve aynı zamanda kendi üzerine düşünme zorunluluğuna karşılık gelen bir eleştirel düşünmenin kaybı söz konusu. Bir kimlik ve aidiyet biçimine dönüşerek her türlü yüzleşme zorunluluğunun reddiyle kendi üzerine kapanmış haldedir Sol, düşünme yetisi içsel nedenlerle sakatlanmış bir siyasal varoluşa sahiptir. Solun siyasal hükümsüzleşmesiyle solda içsel eleştirinin hükümsüzleşmesinin aynı sorunsal bağlamında ele alınması zorunludur. Özgürleşme idealinin ve siyasetinin çöküşünün nedenleri de sadece dışarıda değil, esasen sol evinin içinde aranmalıdır.

Solda eleştirel düşünmenin kaybını bir düşünme kabiliyetsizliği olarak değil, asıl sorunun bastırılması ve yüzleşme sorumluluğunun reddi olarak kaydedebiliriz. Varlığını sorgusuz sualsiz bir tarihsel haklılık ve hakikat varsayımı üzerine bina etmenin kaçınılmaz sonucu sayılabilir. Oysa bu varsayım tarihsel olarak boşa düşmüş ve kendi boşluğundan ibaret kalmış durumda. Bu boşluğun kimlik ve aidiyetle doldurulması aynı krizin semptomudur. İçeride ürettiği kötülüklerin nedeni de bu semptomun bastırılmasından kaynaklanır. Sol evinin “statükoculuğu” söylemsel bir “konsensusa” bağlıdır; nitekim Birkan’ın evin reddi metaforu da o konsensusu yeniden üretir. Sol’a özgü bir tür bilmezden gelme ve inkâr mekanizmasından söz edebiliriz burada: Bir yanda, içe kapanmaya ve kendini onaylamaya dönüşmüş bir “politik doğruculuk”; öte yanda, bununla birlikte işleyen ve kendi üzerine düşünmeyi iptal eden bir “reel politik”lik devrededir. Bu genel uzlaşıyı solda sorgulamaya açmak neredeyse imkânsızdır, çünkü “kendi evinin reddi”nden başlamak imkânsızlaşmıştır.

Tuncay Birkan

Tuncay Birkan solculuk hikâyesinin başlangıcından itibaren sol evini dert edinmiş, evdeki sıkıntıları çeşitli boyutlarıyla tartışmaya açmak için kendine seçtiği yolda söz almış bir entelektüel:

Söz almak demek benim için tam da sol fikriyatta bir şekilde ihmal edilmiş ya da hâlâ dert edilmesinde fayda olduğunu düşündüğüm bir meselenin enine boyuna tartışıldığı kitaplar okuyarak bunlar arasında önemli gördüklerimi, Türkiyeli okur yazar kamuoyunda bir karşılığı olabileceğini düşündüklerimi yayımlamak ve çevirmek demekti. (...) Keşke bu kitapların her birinin gerçekten uzun uzun tartışılabileceği bir kültürel-siyasal iklimde yaşayabilseydik, keşke şu şu isimler, kitaplar da ıskalanmasaydı gibi hoşnutsuzluklarım oldu daha çok (...) (s. 12-13)

Bu çerçevede hayatımıza kattığı kitaplar, yazarlar ve açtığı tartışmalar dolayısıyla kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır: Edward Said’in Entelektüel’i, Susan Buck-Morrs’un Rüya Âlemi ve Felaket’i, Allan Megill’in Aşırılığın Peygamberleri, Theodor W. Adorno’nun Ahlak Felsefesinin Sorunları, Immanuel Wallerstein’ın Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Slavoj Žižek’in Yamuk Bakmak’ı ve İdeolojinin Yüce Nesnesi, Alain Badiou’nun Etik’i, vs. ilk elden hatırlanabilir. Sol evinde ihmal edilen ya da eksik kalan düşünsel/pratik sorunlara yönelik eşsiz kaynaklar her biri. Fakat benim itirazımın belirdiği yer de burada, evdeki sıkıntıları dert etmekle, o sıkıntıların nedenleriyle birlikte evin kendisini dert etmek arasındaki farkta ortaya çıkıyor. Evin reddiyle özdeşleştirdiği düşünsel ve politik ufkun ve öznelerinin tarihsel olarak kendi evinin zorbasına dönüşmesini, evin cehennem halini sorunsallaştırmıyor Birkan. Sorunsallaştıramıyor. Evin reddi metaforu tam da eleştirinin ve sorgulamanın varsayıldığı haliyle orada geçerli olmadığını bilmezden gelmesinden dolayı, solun kendini idealize etme halinin bir parçası olarak kalıyor.


“EVİN REDDİYLE ÖZDEŞLEŞTİRDİĞİ DÜŞÜNSEL VE POLİTİK UFKUN VE ÖZNELERİNİN TARİHSEL OLARAK KENDİ EVİNİN ZORBASINA DÖNÜŞMESİNİ, EVİN CEHENNEM HALİNİ SORUNSALLAŞTIRMIYOR BİRKAN.”


“Sunuş” yazısındaki kişisel solculuk hikâyesi aslında Sol’u neden evin reddiyle özdeşleştiremeyeceğimizin kısa hikâyesidir. Keşke denerek duyurulan kültürel-siyasal tartışma ikliminin yokluğu da öyle. Ancak ideal ile gerçek arasındaki uçurumu görmezden gelmesi sonucu, Birkan herhangi bir kuşku/tereddüt duymaksızın Sol’u evin reddiyle özdeşleştirebilmiştir. 2021 yılında yazdığı “Sunuş” yazısında da sorunu kendi heterodoks solculuğu ile ortodoks solcular arasındaki bir uyuşmazlık olarak çerçevelemiştir yalnızca. Bu uyuşmazlık sol evindeki konsensusa engel teşkil etmez, herkes kendine yeterli bir solculuktan devam edebilir. Şükrü Argın’ın Sol ile solculuk arasında tespit ettiği kopukluğu dikkate alacak olursak, ortada gerçek anlamda bir Sol olup olmadığı dahi sorulabilir bu noktada: “(…) solcular her yerde var; olmayan Sol” diyor Argın “(…) bugün biz Solsuz bir solcular yığını halindeyiz” diye ekleyerek. (2009:79) İronik bir tespit kuşkusuz ama ironik olan bizatihi durumun/halin kendisi. Solun kendisiyle eleştirel ve sorgulayıcı ilişkisinin akamete uğraması, kendi üzerine düşünen bir sol kamusallığın yokluğunun dolaysız tezahürü olarak kaydedilebilir bu durum.

II.

Solun kendisiyle ilişkisi bir doğrulama ve yüceltme ilişkisidir. Evin reddi metaforuna kendi gerçekliğiyle ilişkisinde yer yoktur; aksine, yüzleşme zorunluluğu söylemsel olduğu kadar fiziksel de olabilen bir şiddetle sürekli bastırılır. Böylece yüceltme ile kendi hakikatini inkâr, kendi kendini doğrulamanın/haklılaştırmanın bir yoluna dönüşmüştür. Sol entelektüelin durumu ise genel olarak bilmezden gelme halidir.

Theodor W. Adorno

Açıktır ki, Birkan’a ait salt kişisel bir sorundan söz etmiyorum. Aksine, bilmezden gelme hali sol entelektüelin olağan durumudur.[1] Sorun daha çok sol evinin ideolojik evreniyle ve en derin uyuşmazlıkların dahi ev-içinde uzlaşıya dönüşebildiği kabullerle ilgilidir. Adorno’nun “Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi ‘evimizde’ hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır” (1998:41) dediği anlamda etiğin hükümsüz kaldığı bir ev-içi tahakküm alanından söz ediyorum. Ortodokslar kadar heterodoksları da aynı bilmezden gelme ve inkârda ortaklaştıran bir temayülden. Olması gereken ya da olduğu varsayılan sol ile olan sol arasındaki uçurum da bu temayülde sorgusuz sualsiz kalır.

Marx’ın “varolan her şeyin acımasız eleştirisi” (1843) dediği tavır artık geçerli değil, yerini daha çok sol-devrimci tarihin amentüsü sayılabilecek 11. Tez’in çarpıklaşmış söylemi almıştır. “Aslolan dünyayı değiştirmektir” beyanı solun resmî tarihinde her zaman pratiğe yapılan vurguyla bakışları kendinden dışarıya yönlendirme aracıdır. Bu söylemde kendinden başlayan bir eleştiriye, kendi üzerine düşünmeye, yapıp ettiklerinin sorgulanabilirliğine yer yoktur. Birkan’ın kendi deneyimi de bunu doğrular: “Sonra üniversiteye gidince başka sosyalistlerle tanıştım, ama birlikte bir örgütlü mücadele vermemizi imkânsız kılacak kadar farklı bakıyorduk çok temel şeylere” diyor Birkan ve ekliyor, “Onların çözüm gördükleri hemen her şeyde ben hemen bir ucundan sökmeye başlamamız gereken bir sorunlar yumağı görüyordum. (…) Marksizm onlar için analiz aracından çok siyasal bir kimlik tesisine sorunsuzca tercüme ediliveren, hiçbir sorunu da olmayan bir tür (dogma demeyeyim de) öğretiler toplamıydı. (…) siyasetten esasen bahsettiği öğretilerin ilgili kitleye tebliğ edilmesini anlıyordu. (…) özetle dediğim dedikçiliklerinden, zaten pek de hazzetmediğim Leninist merkeziyetçiliklerinden kısa sürede sıdkım sıyrıldı” (s. 11), “(...) bizim ‘solculuk’ üniversitede de yine teorik kaldı, sosyalizme terfi edemedik.” (s. 12)

Genel olarak solun ve özellikle devrimci-sosyalist solun ‘90’lardaki icraatlarını (kendi içine yönelttiği fiziksel ve söylemsel şiddet ile direniş adı altında yürütülen eylemlikleri) düşünürsek, “çok şükür ki öyle olmuş” diyebiliriz. Sıdkı sıyrılınca kendi yolundan gidiyor Birkan; Duvar’ın çöküşünü inkâr etmeyen, onu daha iyi bir sosyalizmin inşa edilmesi için bir fırsat olarak gören iyimserliğiyle sosyalist sola fiili bir mesafe koyuyor. Bu mesafe öte yandan sol evindeki genel uzlaşıyı olanaklı kılan bir temassızlık getiriyor beraberinde. İdeal solculuğu koruyan da bu temassızlık oluyor. “Türkiye’de Saidci Yayıncılık” denemesinde, “Hepimizin –Batılıların da, Doğuluların da, Kuzeylilerin de Güneylilerin de– siyaseti ancak hep birlikte ve verili adlarımızla verili kimliklerimizi geride bırakarak yeniden icat edebileceğimizi görmemiz gerek” (s. 127) deniyor. Ancak katı aidiyet ve özdeşleşme haliyle solun kendi adına yapışma biçimi tümüyle ıskalanmış oluyor bu yaklaşımda. 2020’lerde mevcut dünyaya bakıp “(...) gerçekten radikal ve özgürlükçü anti-kapitalist alternatiflerin cazibesini artırmaya başladığını gözlemliyorum” (s. 127) denmesi de aynı temassızlığın, içeriyle yüzleşmeme tercihinin sonucu olan iyimserlikten kaynaklanıyor. Zorunlu bir ıskalama biçimi.

Sol’da olması gerekenler’i değil olan’ı[2] yani ideali değil gerçekliği dikkate alan bir eleştirel yorumsama, Sol’un kendine (kendi tarihine ve mevcudiyetine) yönelik bir eleştiriden başlamak zorundadır. Bu ise evin reddi metaforunun solda uzun zamandır derin bir yanılsamaya karşılık geldiğini görmeyi gerektirir. Felaketi kendi felaketi olarak görmeme ya da görememe hali Sol’da kaçınılmaz bir konformizmle sonuçlanır. Temel kavramların çöküşüne, teorik-politik tahayyülün kaybına, etik güvenilirliğinin iflasına bakmama tercihi, içeride kurduğu atmosferle bakışı durmaksızın dışarıya yönlendirmekte, içeride herhangi bir eleştirel düşünmeye imkân bırakmamaktadır. Temassızlıkla yürüyen teorik kimi tartışmalar sol-evinin zihniyet dünyasında gerçek bir dönüşüm getirmez beraberinde. Daha vahim olansa pratik alanda, “direniş ve mücadele söylemi”yle üstü örtülen yıkım hallerinde ortaya çıkar. ‘90’lar boyunca faciaya dönüşmüş olan ve bugün de nüfuzunu sürdüren ev-içi sorgulanamazlıkla sol kendi tarihini, sorgusuz-sualsiz değerlerden oluşan kutsal bir eve dönüştürmüştür. Tereddütsüz öne sürülen “sözler değil eylem” cümlesi de bu tarih nezdinde olsa olsa her şeyin üzerini örten bir işlev görür.

Şükrü Argın

Burada yeniden Şükrü Argın’ın bir yorumunu hatırlatmak yerinde olacaktır:

Bugün Marksizmin ortodoks yorumlarıyla birlikte heterodoks yorumları da bir hayli etkisizdir. ‘Reel’ sosyalizm deneyimlerinin uğradığı yenilgi, bu deneyimlere ta başından itibaren eleştirel yaklaşan, bunlarla kendi arasına mesafe koymaya özen gösteren Marksist, hatta sosyalist sıfatlı fikirlerin ve hareketlerin geleceğini dahi ipotek altına almış görünüyor. (2009:29)

Argın’ın 2009’da“vahamet hali” olarak tasvir ettiği durum bugün de değişmiş sayılmaz; mevcut sol-içi konformizmde bir değişme olanağı da görünmüyor.

Birkan’ın sıdkı sıyrılarak aldığı mesafede solun derinlikli sorunları, kökensel meseleleri “bazı hatalar” söylemine sığdırılmıştır; “Teorik/ epistemolojik/ insani/ siyasi/ tarihsel hatalar”. (s. 12) Solun içe (kendine) bakışının (ister felsefi eleştiri, ister tanıklık, ister edebiyat olsun) çerçevesi az çok bu yöndedir; bizim de bazı hatalarımız oldu. Oysa asıl olarak bazı hatalarımızdan söz etmiyoruz; en azından ‘80’li yıllardan itibaren olanlarda mesele bazı hatalarımız değil. Daha çok müsebbibi olduğumuz (icracısı değilsek bile sessiz ortağı olduğumuz) bir yıkım tarihinden söz ediyoruz.

III.

Solun kendi evini kutsallaştırma biçimi, en başta evin reddi metaforuyla özdeşleştirilen vasfının ortadan kalktığını ya da sakatlandığını gösterir. Bütün kutsallaştırmalar gibi bu yönelimde de değerleri yeniden değerlendirmek en güç meseledir, çünkü mevcut kimliği sürekli kılmak üzere işleyen bir sağ kalma ilkesine bağlıdır söz konusu değerler. Solun hem teorik hem politik hem de ahlaki olarak yeniden değerlendirilmesinin güçlüğü buradadır.

Soldaki hakikatperestlik ve eylemperestlik, reddi mümkün olmayan konformizminin iki biçimidir. Söze ve düşünceye yer bırakmayan, yalnızca kendi hakikat söylemini yücelten, sözü kendini onaylamanın aracına dönüştüren bir kendinden memnuniyet hali olarak görüyoruz bunu. Pratiğe ve eyleme yapılan çağrı otomatiğe bağlanmıştır; tam da içsel bir sorgulamanın, içeriye bakışın engellenmesi doğrultusunda.


“SÖZLER DEĞİL EYLEM, PEKİ AMA DAHA NEREYE KADAR? İÇERİYE BAKMANIN VAKTİ ÇOKTAN GEÇMEDİ Mİ, YA DA GELMEDİ Mİ?”


Direniş ve mücadele söylemi (ödenen bedeller ve bitmeyen aciliyetlerle) sol-evinde sorgulamaya, eleştirel düşünme ve yüzleşmeye alan bırakmamaktadır. Solun gerçek bir tarihi yazılamamış, hiçbir boyutta gerçek bir muhasebesi yapılamamıştır bu nedenle. Bitmeyen bir kayıp ve direniş anlatısı hep yeniden üretilir aynı eşikte. Buradaki sorun eleştirel düşüncenin söz konusu anlatıyla koşullanmış olmasıdır. Sol’un kendisine dair ideal kurguya sadakati sadece geleneksel solcuları değil, geleneği eleştirenleri de kapsar, ancak “hakikate sadakat”söz konusu değildir burada; evin “sırlar”ını ve sorunlarını sorgulamaya imkân tanımayan bir “ideolojik kapanma” halidir. Geleneksel sol ile, ortodoksiyle araya konulan mesafe de bu kapanmanın kendisini somut olarak dert edinmediği ölçüde konforlu bir temassızlık olarak kalmaktadır yalnızca.

Aksine, solun kendisine dair “resmî tarih yazımı”nın neleri bastırdığı, neleri dışarıda bıraktığı, neleri dokunulmaz kıldığı başlı başına sol entelektüelin meselesidir. Bu nedenle Sol: Evin Reddi dendiğinde kaçınılmaz olarak “Evet ama hangi evin?” sorusu gündeme geliyor. Evin reddinden varılan yer, kendi evini bir “ceza sömürgesi” haline getirmek olmuştur çünkü. Kafka’nın aynı adlı hikâyesinden biliniyor; bir modern iktidar alegorisi olarak meşruiyeti sorgulanamayan bir işkence/yıkım makinesidir bu. Gücünün dokunulmazlığı aygıta duyulan inançtan gelir ve makinenin ölümcül işleyişi genel kayıtsızlığın sonucudur.

Özgürleşme tahayyülü ancak dönüştüğü yıkım aygıtının kendisinden ve ürettiği kötülüklerden başlanabildiğinde yani eleştirel düşünceyi yine kendi varlığında somutlaştırdığında yeniden sahici bir ufuk ve umut olarak anlam kazanabilir. Devrimi ve devrimciliği bir tür aidiyet cehennemine çevirmiş olan geleneğin alt edilmesi zorunludur. Yüzleşmeye kendisinden başlayan bir siyasal özgürleşme tahayyülü ancak yeniden gerçek bir siyasallaşma imkânına sahip olabilecektir ya da başka bir deyişle bu hesaplaşma doğrultusunda ancak siyaseti yeniden kendisiyle birlikte icat edebilecektir. Şu ya da bu toplumsal ayaklanmada rol almakla ya da fırsat kollamakla değil. Başka bir açıdan yüzleşme zorunluluğunu dışarıya, dış nedenlere (haklı ya da haksız) yansıtmakla da değil.[3]

Louis Auguste Blanqui

Tuncay Birkan’ın denemelerine dair itirazım, eleştirel yorumsamalarında işin bu yönünün hiç gündemine girmemiş olmasına yöneliktir. Bunun kişisel bir eksiklik olmaktan çok, soldaki genel entelektüel konumlanışın sınırlarına dair bir gösterge olması bakımından önemi var. Kuşkusuz, evin reddi metaforuyla başlayıp Blanqui’nin “yıldızlar ve ebediyet” fikriyle tamamlanan, her biri ayrı ayrı ufuk açıcı olan tartışmaları bir zenginlik barındırıyor. Yıldızlardan Ebediyete’nin incelikli yorumunda karşılaştığımız, gökyüzünün ve yeryüzünün yeni bir bilincine yönelik arzuyu, pozitivist bilim eleştirisiyle şekillenen yeni bir bilim savunusunu, yeni bir ahlak yasası yönelimini elbette Sol’un eleştirel zihniyetinin tezahürleri olarak kaydedebiliriz.

Fakat yine de bütün bunlar Sol’da eleştirinin hükümsüzlüğünü görmezden gelme pahasına ortaya çıkıyor; yıkıcı sorgulama ve hesaplaşmaların ihmal edilmesi pahasına. Sözler değil eylem, peki ama daha nereye kadar? İçeriye bakmanın vakti çoktan geçmedi mi, ya da gelmedi mi? Sol eğer “nihai yıkımı önleme umudu”nun somut bir karşılığı olacaksa –ki bu umut, “Sözler değil. Eylem” başlıklı denemede solculuğun asgari koşulu olarak sunuluyor (s. 100-108)– evin reddine kendinden başlamak zorundadır. Bunun koşulu ise “Mutenalaştırma ‘Tahlilleri’” adlı denemede Birkan’ın Jameson’ın “diyalektik eleştiri” kavramına atıfla (başka bir bağlamda) dile getirdiği üzere, her anlamda eleştirinin “kendi üzerine düşünme momenti” (s. 80) olarak inşa edilmesidir.

Sol’un son kırk yıllık hikâyesinde kendisiyle ve tarihiyle ilişkisindeki “kayıp moment”ten söz ediyoruz. 12 Eylül ile yüzleşememeye sebep olan şey öncesini ve sonrasını da kapsamaktadır; sonrası hatta tümüyle “evle yüzleşmenin reddi” olarak biçimlenmiştir. ‘89’da sosyalizmlerin çöküşü, ‘96 Ölüm Orucu, 19 Aralık cezaevi operasyonu, hep aynı inkârla ve bilmezden gelişle geçilmiş, dolayısıyla aslında geçilememiştir. İnkârın şiddeti yüceltmenin duygusal şiddetini yoğunlaştırır; bu ise nihai olarak “kaybın yüceltilmesi”dir yalnızca. Sonuç, Sol’da evin reddinin imkânsızlığıdır.

 

NOTLAR

Alenka Zupančič

[1] Bilmezden gelme ve inkâr kavramlarının analitiği Alenka Zupančič’in (2025) ince fakat hacimli kitabında yer alıyor. Kitabın çeviri başlığı ideolojinin belirli bir işleyiş mekanizmasını vermesi bakımından önemli: Biliyorum, Ama yine de... Orijinal başlık Disavowal reddetme, inkâr, tanımama, kabul etmeme anlamlarıyla ayrıca önemli. Analizin açığa çıkardığı şey zamanımızın suçlarının, yıkımlarının, kötülüklerinin nasıl bir kayıtsızlık, yok sayma ile görmezden gelinebildiğidir. Bu sorgulamayı doğrudan sol zihniyet dünyasının değerlendirmesine uygulayabiliriz. Entelektüelin bilmezden geldiği, genel olarak solun inkâr ettiği şey böylece kendi gerçekliğiyle ilişkisinde yakalanabilir.

[2] Birkan “‘Tanrının Ölümü’, Ateizm Geleneği ve Sol” başlıklı denemesinde “ideal kurgu” dediği sol adına değil, “kendi adına” konuşacağını söyleyip, “Evet, Sol’da olan’dan çok olması gereken’i betimlediğim için ideal bir kurgu elbette bu anlattıklarım” (68) notunu düşüyor. Bu yazının bağlamına taşıyarak, evin reddi metaforunun ideal kurgu olduğunu, olan’la gerçek bir karşılaşmayı engellediğini kaydetmek isterim.

[3] “12 Eylül’le yüzleşme, Sol açısından 12 Eylül’ün ötesine geçip kendisiyle yüzleşmesini gerektirir. Yenilginin sebeplerini orada, yani kendinde aramadığı sürece Sol, 12 Eylül gerçeğiyle asla tam anlamıyla yüzleşemeyecektir.” (Argın 2009:100)

 

KAYNAKÇA

  • Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev. Ahmet Doğukan, Orhan Koçak, Metis Yayınları, 1998
  • Şükrü Argın,  “Edebiyat 12 Eylül’ü kalben destekledi”, Birikim, 2 Ağustos 2008.
  • Şükrü Argın, Krizden Önce, Krizden Sonra: Yaşlanan İnsanlık, Gençleşen Kapitalizm, söyleşi: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2009.
  • Tuncay Birkan, Sol: Evin Reddi, Metis Yayınları, İstanbul, 2021.
  • Karl Marx, “Ruge’ye Mektup”, 1843. İngilizcesi için bkz. 
  • Alenka Zupančič, Biliyorum, Ama Yine de..., çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2024.
Yazarın Tüm Yazıları
  • Sol: Evin reddi
  • Şükrü Argın
  • tuncay birkan

Önceki Yazı

TARTIŞMA

Türkiye’de toplumsal düşünce ve romanda ideolojik yer değiştirme üstüne-II:

Romanda/kültürde yerlilik arayışı

“1970’lerden itibaren önemli iki gelişme izlenir. Birincisi solun ‘özgülük’ ve yerellik’, ‘kendimize ait olma’ tezlerini kültürel plana aktarmasıdır. İkincisi, o tezlerin belli bir süre sonra bu defa muhafazakâr çevreler tarafından savunulmasıdır.” 

HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Sonraki Yazı

DENEME

Gizli özne olarak kadın

ve kusurun olanakları

“Önderoğlu’nun öykülerinde ve romanlarında sık sık ele aldığı geçmiş, hafıza, hatırlama ilişkisi ve bu çerçevede zamansallığın hareketi ve değişkenliği, Cüret’te de ana izleklerden biri.”

FİGEN ALKAÇ
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist