Sıcak Kafa
Evrimin kaçınılmazlığı: Kafası ısınan gelsin…
“Dizinin kendi içindeki kurgusu da son derece başarılı ve uluslararası distopya örnekleriyle karşılaştırdığımızda bunlardan geride kalır hiçbir yanı yok. Son derece sürükleyici, tempolu, izleyicinin merakını, ilgisini canlı tutan ve tıpkı kitapta olduğu gibi insanı ortada bırakmayan, çıkardığı macerada başından sonuna kadar elimizden tutup bize eşlik eden, izleyici olarak güvende hissettiren bir yapısı var.”

Evrimin popülerleştirilmesinde bir enteresanlık var. Hani kuyruksuz maymunlardan iki ayak üstünde yürüyenlere evrimin çeşitli aşamalarındaki türlerin bir arada sergilendiği klasik görseller vardır… İnsanlık yolunda başlarına gelecek felaketleri bilmeden yürüyen bu arkadaşlar söz konusu illüstrasyonlarda çoğunlukla ayakta sıra sıra dizilmiştir. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete şeklinde evrim yolculuğunda ilerlerken, günün birinde “Nüfusta işim var” diye öğleden sonra işten izin almak için elin adamına yalvaracaklarını ne bilsinler?

Cehaletin ve merakın da verdiği hevesle kâh mamuttan kaçarak, kâh buzulda donarak ilerlerken boylarının gitgide uzadığını, yüz hatlarının inceldiğini ve daha dik durmaya başladıklarını görürüz. Şöyle kabaca baktığımızda insansı maymunların devri biter bitmez yerine Parantropus gelmiş, Rodezya İnsanı “Merhaba arkadaşlar, ben geldim” dediğinde Homo Sapiens sofrayı kaldırıp gitmiş gibi görünse de, evrimin çeşitli halkaları olan türler, biri sahneyi terk ederken diğerinin spotların altında belirmesi şeklinde birbirine zincir olmamış, birbirinden tamamen farklı nitelik, kültür ve becerilere sahip türler olarak çok başka “kafalar” yaşasalar da tarihte zaman zaman aynı sahneyi paylaşmışlardır. Örneğin Cro-magnonlar düz kafalı ve fiziksel olarak aşırı güçlü Neandertallere göre daha uzun boyluydu ve beyinleri de daha büyüktü. Neandertallerden daha farklı aletler kullanarak ince işçilik yapabildikleri için çok daha ustalıklı eşyalar ve sanat eserleri üretebiliyorlardı. Üstelik (halihazırdaki bulgulara göre) Neandertallerin aksine, konuşarak iletişim kurabiliyorlardı.
İşin asıl ilginç yanı ise bu iki türün birkaç bin yıl boyunca gezegenimizde aynı anda yaşamış olması. Bu iki farklı insan modelinin fiziksel olarak birbirlerini itici buldukları ve Avrupa’yı yavaşça fetheden Cro-magnonların Neandertallere fazlaca ilişmediği söylense de, zaman zaman çiftleştikleri biliniyor. Ha, bu arada soyları gitgide tükenen Neandertallerin de üstün beceri ve niteliklere sahip olduğunu söylemeden geçmeyelim, zira onların da kendilerine özgü bir iletişim biçimi, sanat ve din anlayışı vardı ama kendilerine ayrılan sürenin sonuna geliyorlardı ve bir noktada sahneyi terk etmeleri gerekecekti. Peki eski model takoz Nokia misali güçlü Neandertallerin yeni nesil, havalı Cro-magnonlara ilk rastladıklarında ne düşündüklerini hayal edebilir miyiz?
“Şuna bak, zayıf, çelimsiz, ağaç gibi uzun, tüysüz bir şey! Bu kafayla bu dünyada mümkün değil hayatta kalamaz…”
Ama kaldı… Ve devri kapanmakta olan Neandertaller Cro-magnonun yükselişini iki bin yıl kadar kenardan izlediler. Ne demiştik, evrim enteresan bir şey… Sıcak Kafa’yı izlediğimde işte bunlar aklımdan geçti. Bitmez sandığımız bir dönemin kapanabilmesi için yeni bir türün öncüsünün “Merhaba arkadaşlar, kanalıma hoş geldiniz” demesi gerekiyordu ve nihayet geldi! Afşin Kum yazdı, Mert Baykal yönetti ve bir şeyleri farklı bir şekilde yapmaya ant içmiş insanların “sıcak kafalarının” bir araya gelmesiyle bana göre küçük bir mucize gerçekleşti.
Büyük düşler, olamayışlar ve vasatın egemenliği
Melikşah Altuntaş, Sıcak Kafa söyleşisinde bir eleştirmen olarak yorumlamak üzere yerli yapımları izlerken fena halde korktuğunu, çekindiğini ve çoğu zaman karşısına çıkan işleri utançla izlediğini söylüyor. Sektörde çalışanlar parçası oldukları işleri izlemediklerini itiraf ediyorlar ve ne yazık ki bu utancı hepimiz paylaşıyoruz. Hatta tanıdığımız, sevdiğimiz biri yeni bir işin parçasıysa izlemeye daha da korkuyoruz, çünkü biliyoruz ki “Ellerine sağlık, muhteşem olmuş” demek ne mümkün ne de samimi görünüyor… Böyle bir ümitsizlik kuyusu içinde yıllar geçiyor; dev bütçeler, milyon dolarlar o kuyuya dökülüyor; birileri kâr ediyor, emekler veriliyor ama herkes hevessiz, mutsuz, gurursuz… Evet, seri ‘içerik’ üretimi ve platformların ortaya çıkışıyla büyük kayıplar verilirken bazı eşikler de aşılmış. Örneğin senelerce süren ‘ses’ problemi artık büyük ölçüde halledilmiş, mesela izlerken diyalogları rahatça duyup anlıyoruz ve müzik başladığında da sağır olmuyoruz. Sanat yönetmenliği, kostüm, dekor ve görsellik arş-ı âlâya ulaşmış ki, bu da sevindirici. Ama kitlelere hitap eden ana-akım işlerin handikapları ortada ve kral çıplak ama artık utanmıyor, ortalıkta dımdızlak gezip latte’sine tarçın istiyor. Zira bu kariyer için ideallerini feda eden herkesin latte’sine tarçın isteme hakkı vardır! Ama tarçınlı latte de bir yerden sonra insanı tatmin etmiyor…
Zincirleme felaketler: Senaryo, diyalog, oyunculuk sarmalı
Herkes memlekette ekranlardaki oyunculuk kalitesinden şikâyet ediyor ama bir sorun bakalım neden? Hiçbir inandırıcılığı, gerçekliği olmayan klişeleşmiş hikâyelerin süründüren kurguları ve kifayetsizce yazılmış diyalogları ile iyi oyunculuk mümkün mü ki? Değme oyuncunun kendini göstermesinin mümkün olmadığı bir düzende oyuncularımız ne yapsın? Yerli yapımların çoğunu izlenmez kılan ana unsurlardan biri de yazılan bu yapay diyalogların ve karakterler arası ilişkilerin bir zorbalık sarmalından bir türlü kurtulamaması. Çoğu zaman hikâyenin ana ekseni doğrultusunda gelişen olaylar sırasında yaratılan dünyaya dair yaratıcı bir bakış geliştirilmediğinden ve özen gösterilip kafa patlatılmadığından dolayı, sırf vakit geçsin, sahne dolsun diye karakterler Survivor gönüllüsü gibi yok yere çatışıp itişiyor ve birbirlerine hakaret ediyorlar. İşin kötüsü, bu durum sadece piyasa işlerinde değil, nispeten marjinal ya da alıştığımız kalıpların dışına çıkmaya çalışan işlerde de değişmiyor. Ve düşünün ki, koca bir neslin bilinçaltına durmaksızın şiddetli iletişim ve zorbalık pompalanarak duygusal şiddet normalize ediliyor…
Toksik erkekler, karton kadınlar…
Ülkemizdeki yapımların düştüğü ortak tuzaklardan biri de yazılan erkek karakterlerin negatif eril klişeleri sözde yererken anlatının odak noktası haline getirmesi ve kadın karakterlerin arzu nesnesi, sert kariyer kadını, para peşindeki güzel kadın, vb. klişelerin bir adım ötesine bir türlü geçememesi. Bizim iyi oyuncularımız, iyi senaristlerimiz, diyalog yazarlarımız elbette var, olmaz mı? Aksini düşünmek mümkün bile değil. Peki bin bir umutla başlayan “farklı” ve “yenilikçi” projelerde yıldız ekipler oluşturulduğu halde kıyma makinesinin diğer tarafından neden bu kişi ve unsurların toplamından tamamen farklı, piyasa standartlarına indirgenmiş, birbirinin aynı işler çıkıyor? Koskoca Behzat Ç’den bir Kurtlar Vadisi/Köşk Masalı/Töre dizisi üreten bu düzen sana bana neler yapmaz? Demek ki bu sistemin, bu yapının kendinde bir sorun var. Hani insanlar iyi işler yapmak istiyorlar da “sistem” onlara yaptırmıyor gibi… Peki gerçekten öyle mi? Yoksa memlekette bir gün bir şeylerin iyi gidebileceğine dair umutlarımızla birlikte sektörde bir gün “iyi” işler yapılabileceğine ve izlenebileceğine dair inancımızı hepten mi kaybettik? Zira umudun, inancın olmadığı yerde çaba yoktur, teslimiyet vardır; sürüklenme, sürünme ve sürünerek yaşamaya alışmak vardır. Kendi çektiklerini başkalarına da yaşatmak ve bunu hep birlikte hak ettiğimize inanmak vardır: “Vallahi müstahak bize!” Dolayısıyla Sıcak Kafa’yı izleyip bitirdiğimde ilk aklıma gelen soru şu oldu: Bizim çevremizi sarıp sarmalayan ümitsiz, çözümsüz, âtıl hakikat gerçekten bu ise Sıcak Kafa kadar iyi bir iş nasıl yapılabildi? Üstelik de alışmadık mabatta don durmadığından bir türlü içselleştiremediğimiz distopya gibi bir türde? Bütün bunlar aslında bize müstahak olmayabilir miydi? Veya öyleyse bile bir gün çilemizi doldurup bu laneti kaldıramaz mıydık kuzum?
Pandemi, karantina ve distopyanın gündelik gerçeğimiz haline gelişi…
Afşin Kum, Sıcak Kafa’yı 2014 yılında yazmaya başlamış ve kitap Alper Canıgüz editörlüğünde April Yayınları tarafından 2016’da basılmış. Yani Covid’li pandemi yıllarımızın başlamasından yaklaşık dört yıl önce… Dil yoluyla bulaşan semantik/memetik bir virüs fikri üzerine kurulan kitabın yaşadığımız en yakın küresel pandemiden hemen önce yazılması ve dizi olarak uyarlanma sürecinin pandeminin kalbine denk gelmesi son derece ilginç bir tesadüf. Bu tuhaf çakışmanın ekibe yaşattığı duygusal, fiziksel ve maddi sorunların boyutunu tahmin bile edemeyiz ama projenin kilit unsurlarını hayata geçirirken yer yer avantaja dönüştüğünü söylemek de mümkün. Mert Baykal’ın Melikşah Altuntaş ile söyleşisinde de dile getirdiği gibi, her gün kullandığımız tıbbi maskeler ya da pleksiglasla ayrılmış alanlar günlük hayatımıza bu kadar girmeseydi belki Sıcak Kafa’da insanların ARDS virüsünden korunmak için kullandıkları önlemleri izleyici olarak bu kadar kolay algılamayacak ve kabul edemeyecektik. Pandeminin birdenbire hayatlarımızın orta yerine oturmasıyla, bundan çok daha önce kurgulanmış bu kitabın konusu böylelikle sadece “distopya” okurunu ya da izleyicisini ilgilendiren bir tema olmaktan çıktı ve son derece evrensel bir nitelik kazandı.
Ancak kitabın başarısını bu ortak insani deneyime yaslamak kesinlikle doğru olmaz, çünkü Sıcak Kafa hem dili, hem kurgusu hem de atmosferiyle son derece ustalıkla yazılmış, etkileyici bir kitap. Belki abartılı bulanlar olacaktır ama Afşin Kum’un yaşadığımız dünyanın kalbine, günlük yaşamın en sıradan ritüellerine, dinamiklerine ve hissiyatına yolculuk ederek içimizden bulup çıkardığı bu hikâye, gerek orijinalliği, güncelliği ve teknolojiyle bağı, gerek sadeliği, hatta özellikle de bu sadeliğin verdiği güçle benim için 1984’ün ya da Fahrenheit 451’in gölgesinde kalmıyor. Distopyayı çağın karanlığını ve ruhunu yansıtan bir aynadan ziyade kopyalanıp çoğaltılacak bir “tür” ya da atmosfer olarak ele alan eserlerde “aman evrenler yaratacam” iddiası ile türlü tuhaf isimler, neler neler icat etsemler, o da olsun bu da olsunlar devreye giriyor ve evrenler büyüdükçe karmaşanın içinde distopyanın özü ya da hikâyenin gücü azalıyor. Kanımca distopyayı başarılı kılan, kurulan evrenin büyüklüğü ya da ne kadar detaylı olduğu değil, aksine, yaratılan dünyanın bireysel düzlemdeki deneyiminin ne kadar yalın, güçlü ve samimi olduğu ki, Afşin Kum da bunu mükemmel bir şekilde başarmış. O bize uçsuz bucaksız bir âlemi en ince detayına kadar tarif etmekle uğraşmıyor ama bu dünyada yaşayan Murat karakterinin gerçeğine ve deneyimine, bütün bir karanlık evrenin yansımasını sığdırıyor. Mikro ölçekteki deneyim bu kadar içselleştirilmiş bir şekilde, özenle tasarlandığında okuru etkilemek için kapıya uzay filosu dizmek, binalar patlatmak ya da kapsamlı haritalar çizip tarihçeler düzmek de gerekmiyor. Edebiyat deneyiminin tadını yaşatırken kurguda yakaladığı denge ile okuru bir an bile kaybetmeden elinden tutup çıkardığı yolculuğun sonuna sağ salim getiriyor Afşin Kum.

Ülkemiz edebiyatına baktığımızda çoğu zaman bir üslup ve atmosfer edebiyatı ile karşılaşıyoruz. Son yıllarda aksi yönde bir hareketlenme görülse de, genele bakıldığında yazarlar çoğu zaman ışıltılı bir ilham ve aktarmak istedikleri kıymetli fikirlerle yola çıkıyorlar ama gelişine yazılan kitapların önceden belirlenmiş bir kurgusu ya da planı olmayabiliyor. Bir kanca, bir hevesle ininden çıkarılan okur kitabın ortalarına doğru başıboş bir düzlükte kayboluyor, metaforlar havada uçuşurken yanında onu elinden tutup finale götürecek hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi bulamıyor… Yazarlarımız kurgu konusunda yardım almak istemiyor, okurlarımız artık uzay boşluğunda yitmekten yılmış… İşte böyle bir manzara içinde müthiş bir sadeliğin ardına gizlenen güçlü ve ne yaptığını bilen tavrı ile beliren Afşin Kum bana tam bir gündelik kahraman gibi geliyor.
Kafası ısınan gelsin…
Mert Baykal, büyük bir projenin ardından kendine vakit ayırmak istediği bir süreçte bu kitapla karşılaştığını söylüyor. Böylece sıcak kafalar birken gitgide çoğalmaya başlıyor, daha doğrusu sıcak kafalar birbirini buluyor. Belki de bazı atomların bir araya gelmek isteyişi gibi, sıcak kafalar da birbirini bulmak istiyor. Ve her nasılsa bulunmaz Hint kumaşlarının, yurtdışında eğitim almışların, ruhunu ömrünü sanatına katmışların kolektif emeklerinden seri bir şekilde vasatlık üretmeye ant içmiş görünen bir sistemde Sıcak Kafa gibi bir iş yapılıyor. Bana göre küçük çaplı bir mucize – belki çok geç kalmış ama çok şükür ve nihayet gerçekleşmiş bir mucize bu…

Sıcak Kafa’nın dünyanın en iyi dizisi olduğunu iddia etmiyorum elbette ama ülkemizdeki yaratıcı sektörü sıkıştığı açmazdan kurtarmak için cesurca bir girişimde bulunan, ezber bozan, ümit veren bir iş olduğu kesin. Hikâye sağlam, kurgu canavar. Öncelikle şunu söyleyelim ki, dizi uyarlaması Afşin Kum’un kitabından çok farklı ve öyle de olması gerekiyor… Zira artık film ya da dizi adaptasyonlarının kitapların içeriğini olduğu gibi aktarmaktan farklı bir şey olduğunu hem okur hem de izleyici olarak kabul etmemiz gerekiyor. Kitap bir tür hayvan; aynı kitaptan uyarlanacak bir film ya da dizi ise farklı bir hayvan… Ve Sıcak Kafa örneğinde yazarın fikri ya da kişisel deneyimi nedir bilmiyorum ama dizinin kurduğu genişletilmiş evren kitabın özüne asla ihanet etmiyor. Dolayısıyla bir adaptasyon projesi olarak son derece başarılı, çünkü çıkış noktası olan kitabı bir ürüne indirgeyerek içini boşaltmaktan ziyade mikro bir kesitten makro bir evrene açılıyor ama hikâyenin kalbine ve ruhuna, etik duruşuna, diline bütünüyle sadık kalıyor. Sırf bu özenli, insancıl ve etik yaklaşımıyla bile Sıcak Kafa bugüne kadar yapılan adaptasyonlar arasında farklı bir yerde duruyor.
Post-apokaliptik bir İstanbul manzarası…
Sıcak Kafa, Türkiye’de geçen bir distopya olarak görsel açıdan da iddialı bir proje olmak zorundaydı ve son yirmi yılda ülkemizde belki en çok yol katedilen alan bu olsa da yine de büyük bir riskti. Fakat Sıcak Kafa’nın prodüksiyon tasarımcısı Zeynep Koloğlu bu işin altından sadece alnının akıyla kalkmakla kalmamış, ülkemiz adına gurur duyulacak bir iş çıkarmış ki, dizinin yurtdışı izlenme performansına baktığımızda bunun sağlamasını rahatlıkla yapabiliyoruz. Özellikle de bilimkurgu, fantezi, distopya gibi ülkemizde henüz içselleştiremediğimiz türlerde bu gibi atılımlar her zaman daha da fazla göze batıyor ve risk içeriyor ama Zeynep Koloğlu’nun yarattığı post-apokaliptik İstanbul manzarası bizi bir an olsun şüpheye düşürmüyor ya da hikâyenin gerçekliğinden koparmıyor. Kostümünden dekoruna, yıkıntı ve küllerin arasında hayatta kalmaya çalışan İstanbul’un ruhu dünyanın sonu gelse de bazı alışkanlıklarından vazgeçmeyecek insanıyla, ritüelleriyle, tavşan kanı çayıyla, Galata Kulesi’ne tutturulmuş uydu antenleriyle, pencere kenarındaki saksılarıyla, marjinal karantina zenginlerinin evlerindeki dağınık sehpalar, kapalı basket sahaları ve çağdaş sanat eserleriyle, karantina mimarisiyle, çöplerden inşa edilen duvarlarıyla, rengi ve dokusuyla kendini olabilecek en doğal ve gerçekçi şekliyle ortaya koyuyor.
Kendimizi görünmez bir kılavuza, kurulu bir evrene emanet ediyoruz…
Dizinin kendi içindeki kurgusu da son derece başarılı ve uluslararası distopya örnekleriyle karşılaştırdığımızda bunlardan geride kalır hiçbir yanı yok. Son derece sürükleyici, tempolu, izleyicinin merakını, ilgisini canlı tutan ve tıpkı kitapta olduğu gibi insanı ortada bırakmayan, çıkardığı macerada başından sonuna kadar elimizden tutup bize eşlik eden, izleyici olarak güvende hissettiren bir yapısı var. Neticede dizi izlerken kendimizi görünmez bir kılavuza, kurulu bir evrene emanet ediyoruz ve Sıcak Kafa’yı izlerken –nihayet– kendimizi güvende hissediyoruz. İnanıyoruz ki, bizi bu yolculuğa çıkaranlar ne yaptıklarını ve neden yaptıkları çok iyi biliyorlar. Sıcak Kafa’da bu evrenin kurulumuna ve inandırıcılığına, hikâyenin sarmalayıcılığına ilk üç bölümde yapılan yatırımın amacını belli ölçüde aştığı söylenebilir. Dizinin sadece Türkiye’de değil, uluslararası olarak da beğeni topladığı IMDB puanlarıyla kendini gösteriyor zaten. Ancak Netflix’in ikinci sezon onayını vermek için dizilerin “tamamlanma” oranlarına baktığını ve Sıcak Kafa’nın devamı için yeşil ışık yanmadığını kısa bir süre önce üzülerek öğrendim. Aslında Sıcak Kafa’nın kurgusu hız çağının ve genç izleyicinin algı ve dikkat eşiğinin kesinlikle uzağında değil. Fakat distopik karanlığın ilk üç bölümde baskın çıkan ağırlığına dayanamayan bir izleyici kitlesi ağır basmış ki, onlar maalesef ne kaçırdıklarını bilmiyorlar! Çünkü temposu ve sürükleyiciliği gitgide artan Sıcak Kafa’da izleyiciyi bekleyen pek çok sürpriz ve açılım var.
Bir teknocuların temsiliyeti eksikti…
Özgür Emre Yıldırım ve Gonca Vuslateri tarafından canlandırılan Özgür ve Yasemin karakterleriyle hikâyeye katılan marjinal eksende gençliğini 2000’lerin elektronik müzik ve kulüp ortamlarında yaşamış bir kesim klişeleştirmeden temsiliyet buluyor. “Zaten bir teknocuların temsiliyeti eksikti” diyenler olabilir ama evet, bu ülkede sadece taşra sıkıntısı yaşayanlar ve Kurtlar Vadisi’nde mermi yağdıranlar, köşkte sıkıntıdan çatlayanlar, ya da ‘beyaz yakalı’ diye insanlıktan uzaklaştırılanlar yok, farmakolojiye gönül vermiş teknocular da var, ‘analog’ sevdasına düşüp uğruna şarkılar düzen arabesk rap’çi Maksu-D gibi metropolün ürettiği çapraz kimlikler de var. Ve Sıcak Kafa sayesinde törelerden, köşklerden, şirketlerden yılıp şahsen tanımadığımız herkes doldurulmuşken bir kendimizi bulamadığımız ekranda ilk kez gönülden bir temsiliyet yakalamanın haklı gururunu yaşıyor insan. Cüce dövüşlerinin yapıldığı, ‘abuklarla’ dolu tehlikeli serbest bölgelerde dolaşırken bilimkurgu ve distopya okuru/izleyicisi olarak bunca yıldır Blade Runner’dan, Fifth Element’ten aldığınız o yaratıcılığın tadını kendi dilinizde, kendi topraklarınızdan çıkan bir hikayede tekrar aldığınıza çocuk gibi sevinirken buluyorsunuz kendinizi.
Yaprak sarmayan anneler vardır!
Gelelim yurdum yapımlarının kanayan yarası, kadınların temsiliyeti meselesine. Tecavüze uğrayıp dayak yiyen kadınların hikâyelerini tekrar tekrar aynı şekilde anlatmanın feminizm olmadığını, sadece eril zorbalık fantezilerini tekrarlayarak kolektif bilincimize durmaksızın pompalayıp bundan nemalandığını kendine bir türlü itiraf etmeyen aymaz bir kitle var ve bundan fena halde bıktık… Artık yeni bakışlara, yeni hikâyelere ihtiyacımız var ve Sıcak Kafa bu açıdan da yaralarımıza merhem oluyor. Evet, Sıcak Kafa feminist bir odakla tasarlanmış bir kitap ya da dizi değil ama yaratıcıların eril klişelerin dışında var olup düşünebilmesi bile bir işin “kadın düşmanı” olmamasına yetiyor zaten.
Sıcak Kafa’da kadın karakterler erkekler için her zaman alıştığımızın aksine, “arzu nesnesi”, “ödül”, “engel” ya da “meze” niteliğinde iki boyutlu, karton resimler değil, kendi kararlarını alan, hikâyeye yön veren gerçek karakterler. Sadece Tilbe Saran’ın canlandırdığı –Murat’ın annesi– Emel Hanım bile bugüne kadar ekranda gördüğümüz kadın karakterler arasında devrim niteliğinde. Özellikle “anne” olan kadının bu ülkede hayatı bitmiş, “Sen kutsalsın canım, kenara çekil” denerek sosyal hayattaki fonksiyonları çilekeşliğe ve hizmetkârlığa indirgenmişken biz fosur fosur sigara içip sudoku çözen ve her işini kendi yöntemleriyle kendi halletmekten asla vazgeçmeyen “hükümet gibi” Emel Hanım sayesinde nihayet görüyoruz ki, “Yaprak sarmayan anneler vardır!”
Yapışkan ve zeminsiz bir “paşam paşam” övgüsüyle oğlunu tembelliğe teşvik etmek yerine kusurlarını yüzüne vuran ama desteğini de esirgemeyen; kıvrak zekâsı ve kendine güvenli tavrıyla distopik bir gerçeklik içinde bozuk düzenle mücadele etmenin her daim yaratıcı yollarını bulan, fikrinden ve duruşundan asla ödün vermeyen bu sağlam anne figürü bizim izlemeye en çok ihtiyaç duyduğumuz karakterlerden biri aslında. Aynı şekilde Hazal Subaşı’nın canlandırdığı Şule karakteri de bir arzu nesnesine indirgenmeyen, kendi fikirleri ve inançları doğrultusunda hareket eden güçlü ve gerçek bir kadın. Ve görüyoruz ki, kadınlar da hikâyeye en az erkekler kadar katıldığında hikâyeler çok daha gerçek bir boyut kazanıyorlar! Şule karakterinin içinde bulunduğu isyankâr örgütlenme içinde de güçlü kadın figürleriyle karşılaşıyoruz ama kadınların her daim göklere çıkarılmasına, içi boş bir pozitif ayrımcılığa ihtiyacımız yok. Erkekleri de, kadınları da tüm kusurları ve erdemleriyle bir bütün olarak görmek istiyoruz sadece. Zaten “gerçek” karakterler yaratmanın yolu da bundan geçiyor ve Sıcak Kafa hem kitap hem de dizi olarak bunu başarıyor.
Aslında her şey politiktir…
Sıcak Kafa feminist olmadığı gibi doğrudan politik bir iş de değil ama politik açıdan çok doğru bir yerde duruyor. Tıpkı karakterlerin erdem ve kusurlarına eşit ve kapsayıcı bir şekilde yer verdiği gibi, kitapta günümüz “sol” eksenindeki örgütlenmelere bakışı da bir o kadar çok yönlü ve gerçekçi. Zira baskı karşısında ortaya çıkan isyankâr örgütlenmelerin kendi içinde yaşadığı çelişkileri, tuzakları, insani çelişki ve çıkmazları da bütünsel bir şekilde ortaya koyuyor. Öte yandan muhalif kesimi kusursuz bir gerçekçilikle ortaya koyarken umudumuzu da öldürmüyor, aksine yeşertiyor. Gerek sezon sonunda belli belirsiz göz kırptığı ekolojik hassasiyetleri, gerek bir ağaç ve ağaçlara gönül veren evlatlar uğruna verilmiş mücadelelerimizi ülke gündeminin ve pandeminin ezici karanlığına rağmen, bugüne dek verilmiş tüm kayıpların anısına saygı ve sevgiyle konu ederken temel değerlerini kaybetmeye asla niyeti olmayan, yok edilemeyen insancıl bir gücü hatırlatıyor bize. İnsanlar sokakta birbirlerinin yüzüne bakmaya korksalar da, iki kişinin bir araya gelip sohbet etmesi neredeyse yasa dışı hale gelse de, kendi rakılarını yapıp dost meclislerinde bir araya gelmeyi başarıyorlar. Protestoların imkânsız ya da işlevsiz hale getirildiği bir düzende sevgiyle, emekle büyütülmüş ve bin kişilik orduların ezse de yok edemeyeceği bir çiçekteki ‘anlamı’ kalbimizin orta yerini açıp oracığa bırakıveriyor Sıcak Kafa. Çarpık ekonomilerin, pandemilerin, bozuk ve yıkıcı düzenlerin karanlığına rağmen kim olduğumuzu, neye değer verdiğimizi bize ısrarla hatırlatıyor.
Aslında Sıcak Kafa umudun ölemeyeceği üzerine bir hikâye belki de... Kitapta Murat’ın umut fikrini sıkça sorguladığını, umuda methiyeler düzülmesini mantıksız ve çocukça bulduğunu görüyoruz. Neticede umudun öldüğü bir dünyada, umudun öldüğü bir ülkede yaşıyor ve eski yaşamına dair her şeyi yitirmiş durumda. Ama her şey elinden alındığında bile onu kendi yapan özü kaybetmediği, yani ‘abuklamadığı’ sürece bir şekilde devam etmek zorunda. Umut denen o iflah olmaz kanatlı varlığı uzunca bir süre kilit altına alıp kendini televizyon koltuğuna gömse de umut peşini bırakmıyor. Demek ki biz de lobotomi yaptırmadığımız ya da ARDS’ye yakalanıp ‘abuklamadığımız’ sürece bu umut denen illetten kurtulamayacağız ve ataletin o kayıtsızlıkla dolu sıcacık kucağına bırakamayacağız kendimizi. Baksanıza, tam bu ülkede iyi bir şey asla olmaz, olamaz derken Sıcak Kafa diye bir iş yapılıyor! Derken –yine bir memleket klasiği olarak– vasatlığın ve eril zorba dilin sezonlarca sürdürülmesine milyonlarca dolar para dökülürken ilk kez düzgün bir iş çıkmış ve ikinci sezonu apar topar iptal ediliyor.
Belki Netflix bugüne kadar destek verip gerçekleştirdiği bu çok özel ve sıradışı işin arkasında durur ve kararından döner, belki de dönmez ama uzun vadede çok da fark etmez, çünkü Sıcak Kafa ile bir eşik çoktan aşıldı bile. Çıta artık yükseldi ve nelerin mümkün olduğuna dair fikirlerimiz sonsuza dek değişti. Neandertaller olmasaydı Cro-magnonlar da olmazdı, evet ama yeni bir tür yaratıcı canlı var aramızda artık ve bu canlılara şimdilik Sıcak Kafalar diyorum ben… İyi ki varlar, iyi ki o sıcak kafalarını ataletin karanlık kucağına bırakmayı ve vasatlığa teslim olmayı beceremiyorlar, iyi ki birbirlerini buluyorlar… İyi ki her şeyin olabildiğince az çaba ile, minimumun altında bir seviyede gerçekleştirilmesinin norm haline geldiği bir ortamda o güzelim sıcacık kafalarından çıkan fikirleri bin bir çaba, emek ve özenle kendi ruhlarına, dünya görüşlerine, etik duruşlarına ihanet etmeyecek şekilde ortaya koyuyorlar. Tüm açmazlarımız ve hassasiyetlerimizle “bizi” temsil ediyorlar. Dilerim ki evinde oturup olan biteni izleyen ‘yaratıcıların’ karşısında yıkılmaz bir duvar gibi görünen bu yapıda belki incecik bir çatlak bulup onu zorlayarak hepimiz için bir eşiği aşan bu ekibin açtığı kapıdan sayısız benzeri engelleri kırarak geçsin. Onların açtığı ve inşa ettikleri yollardan geçerek korkmadan izleyebileceğimiz ve gururla paylaşabileceğimiz yapımlar durmadan çoğalsın. İzleyicinin zekâsına ve beğenisine hakaret etmeyen, kolektif bilincimizin evrimine halka ekleyen, kim olduğumuzu ve yalnız olmadığımızı bize hatırlatan, daha iyiye kapı açan, umut olan, inanç olan o sıcak kafaların ateşi hiç sönmesin, hep yansın!
Önceki Yazı

Sardunyaların Kışı’ndan puslu manzaralar
“Sardunyaların Kışı’nda ağırlıklı olarak atmosfer öyküleri var, büsbütün olaysız, diyalogsuz değiller, ama en önce kendimizi birdenbire içinde buluverdiğimiz atmosfer çekiyor dikkati, dediğim gibi rüyaları andıran bir atmosfer bu – hem tanıdık hem aykırı.”
Sonraki Yazı

Freud'un Yası'ndan:
Edebiyat ve psikanaliz
Madelon Sprengnether tarafından yazılan ve Türkçesi Ayrıntı Yayınları tarafından bu hafta yayımlanacak olan Freud'un Yası, psikanaliz, edebiyat ve feminizm tartışmalarına bir müdahale niteliğinde. Kitaptan kısa bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz...