Rafet Arslan:
“Tek bir şey olunacak bir çağda değiliz, birçok ben var, kadın ben, çocuk ben, hayvan ben, robot ben, çiçek ben...”
“Happy End, çünkü... Yaşadığım çağın karamsarlığı, içe kapanıklığı, sinizmi ve kötümserliği karşısında bir mutlu son düşledim. Yalnızım, çevremdeki birçok kişi gibi zor bir yaşamın eriyim. Böyle olunca ironi ve kara mizah bizim benzinimizdir. Çağa yanıtım buruk bir tebessüm eşliğinde bir nanik.”
Rafet Arslan
İlgimi çekebilecek kitapları benim için ayıran bir sahaf arkadaşım sayesinde 2014’te Rafet Arslan’ın Ziggurat Terbiyecisi isimli çalışmasıyla karşılaştım. Kitabın ismi Osman Hamdi’yi çağrıştırdığı için dikkatimi çekmişti. Ama okuduktan sonra bana yabancı olmayan duygular dünyasında gezinen bir yazar karşısında olduğumu kavradım. Bulabildiğim diğer yayınları, fanzinleri, dergi yazıları elime geçtikçe, manifestolarına, çizdiklerine baktıkça onun aslında kendisine çıkış yolu arayan bir şair olduğunu düşündüm. Sözcüklerin dışında da ifade biçimleri arayan şairler ilgimi çektiği için onu takip etmeye başladım.
2018’de İzmir’de gerçekleştirdiğim Evrim/Evolve sergisi nedeniyle birlikte çalışmaya başladığımızda Rafet’le düzenli olarak görüşüyorduk. Her buluşmamızda onun farklı nesneleriyle karşılaştıkça Rafet’in çalışmaları radarımda farklı farklı yerlere doğru akıyordu. Nasıl algılayacaktım onu? Resim yapan bir şair mi, sokaklarda gösteriler düzenleyen isyankâr bir görsel sanatçı mı? Manifestolarla farklı kişileri bir araya getirmeye çalışan bir küratör mü? En akla gelmedik yerlerde imgeler arayan, bulan bir yazar mı? Bu ve buna benzer sorulara yanıt bulmaya çalıştıkça onun kelimenin tam anlamıyla disiplinlerarası noktada, çekmecelerin dışında duran bir yaratıcı olduğunu kavradım. Her yaptığını anlamak, kavramak kolay değildi. Ama kendi şiirlerini yüzünü, vücudunu boyayarak okuduğu performansları karşısında ona olan ilgim daha da artıyor. Kolajlarla oluşturduğu defterlerinden bir bölümü FragMENtaTION projesi çerçevesinde 2018’de yayınladığımda onun adeta gömülü bir hazineyi andıran kâğıt dünyasıyla tanıştım. Güncel sanat ortamının hiçbir zaman kavrayamayacağı karşıtlıklara sahip olan kâğıt çalışmalarıyla, Rafet bilinmeyen adaları keşfetmeye çıkmış bir gezgin gibi her türlü rüzgârı almaya hazır yelkenleriyle birbirinden ağır sosyal, politik, ekonomik konulara eğiliyordu: fakirlik, sınıfsal eşitsizlik, düşünce, konuşma, cinsellik üzerindeki baskılar… Onun sözcükler ve imgelerle kurguladığı birlikteliklerde “gören gözleri” çeken garip bir potansiyel vardı.
Son olarak Kadıköy’deki atölyesini ziyaretim sırasında gördüğüm büyük boyutlu kâğıt çalışmaları onun çizerek, yazarak, kolajlayarak kurgulamış olduğu çarpıcı görsel dünyayı ortaya çıkarıyordu. Bu ziyaretin üstünden fazla zaman geçmeden Karşı Sanat’ta 30 Ocak-24 Şubat 2024’te “Happy End” isimli kişisel bir sergi hazırladığını öğrendiğimde onunla yazılı bir konuşma yapmayı düşündüm. Yüz yüze gelsek gene noktayı koyamaz, Georg Trakl’dan başlayıp Jonathan Meese’ye, Mayakovski’nin desenlerinden Nil Yalter’in video performanslarına kadar birçok konuyu iç içe sokardık. Bu kez Rafet’in geçmiş ve güncel çalışmaları üzerine eğilerek onun koordinatlarını daha belirgin kılmak için yola çıktık.
Son sergin için kaleme aldığın metinde dikkatimi çeken bir cümle var: “İstanbul, ben birleşik imgeler ürettikçe, beni branşlara ayırdı.” Daha önce İzmir’de çalışıyor ve üretiyordun. Bundan yola çıkarak ürettiğin ilk dönem çalışmaların ve “birleşik imge” kavramından yola çıkarak başlayalım mı konuşmamıza? Birleşik imge derken nereden başlamak gerekir?
Sanırım ilk gençliğime doğru bir zaman yolculuğuyla her şey başladı. Stüdyo İmge Yayınları’ndan Bob Dylan-Bir Şarkı Irmağı ve Nisan Yayınlarından Bir Endülüs Köpeği senaryo kitaplarını aldığım dönemde. Aynı dönemlerde ansiklopedilerden romantik, gotik ve gerçeküstücü ressamlarla tanışıyordum. 15-16 yaşlarındayım, ilk kolaj defterlerimi yapıyorum. Sanat benim için deneyimlenen “birleşik imge”ydi ve hep öyle kaldı. Ardından fanzinler ve küçük sanat toplulukları geldi. Ve her şeyden öte ve önce şiir.
Şiir yazmaya bu dönemde mi başladın? Seni şiirin çekim alanına iten süreçler nelerdi?
İzmir’in varoşunu temsil eden İkiçeşmelik Caddesi’nde dünyaya geldim. Üst taraf Kürt göçerlerin barınağı Kadifekale, alt taraf ayakkabıcı atölyeleriyle Kestelli. Tıpkı Yüksel Arslan gibi, dört çocuklu bir işçi ailesinin oğlu olarak. Kötü okullarda, kötü eğitim aldım. Ne ailemde ne de etrafımda sanat ve edebiyatla ilişkili kimse yoktu. Kendi kendimi eğiterek büyüdüm. Bitpazarı, sahaf ve ikinci el dükkânları, kaset çektirdiğim plak dükkânları, iki film birden sinemalar, Yunanistan’dan yayın yapan EPT televizyonu, Amerikan Kültür Kütüphanesi benim gerçek eğitim vahalarım oldu. Cumhuriyet’in tuhaf bir yaratığıyım. Çünkü onun kültür ve sanat politikası bizim sosyolojimizi hedef almıyordu. Yılmadım, duvarları tırmandım, kapıdan değil bacadan geldim. Ve 1993’te yaptığımız 8 Mart etkinliğinden tam otuz yıl sonra “Happy End”i hazırlıyorum.
Daha önceki konuşmalarımızdan aklımda kalan, şiirden önce düzyazı üzerine yoğunlaştığın dönemin olduğuydu. Yanlış mı hatırlıyorum?
Evet, doğru. Düzyazıya ağırlık verdim, ta ki 2003 askerlik dönemine dek. Orada uzun nöbetlerde, soğuk gecelerde çok düşünme şansım oldu. Ya tutkularımın esiri olacaktım ya da diğer her şeyin kölesi. Charles Fourier ve André Breton bu dönemde bende etkili oldular. Şiir okurluğundan aktif şiir yazarlığına geçtim. İlk olarak kendi fanzinlerimizde ve farklı fanzinlerde. Altay Öktem’in KaraKalem dergisi ve Şenol Erdoğan’ın başlattığı ve benim de ilk döneminde aktif olduğum Underground Poetix dergilerinde. Altay Öktem beni Albemuth’a Nâzım’ın fütürist mini şiir seçkisini koyduğumda keşfetmişti. Şenol’laysa 6:45 mail grubunda ilk tanışıklığımız. O dönem mail grupları çok aktifti ve ben oralarda da şiir yayınlardım.
Ama Dylan’ın şarkı sözleri daha 14’ümde beni vurmuştu. Üstüne Poe üzerine kitabından Baudelaire’i keşfetmemin etkisi büyüktür. Sol eylemci olduğum 16-21 yaş arası Türkiye şiirini, özellikle sol edebiyat kökenini yutmuştum. Ahmed Arif, Enver Gökçe, Adnan Yücel, Arkadaş Z. Özger, Garip akımı gibi. İkinci Yeni’ye geçişim daha ileriki zamanlarda oldu. Çeviri şiir okurdum genelde. Sanırım iyi bir şiir okuru olmadan şair olmak zor mesele.
Sanıyorum fanzin hazırlamaya şiir yayınlamaya başladığın dönemde eşzamanlı olarak eğildin. Acaba kolaj çalışmanın kapısını aralayarak görselliğe doğru ilerlemende bu fanzinlerin etkisi oldu mu? Sonuçta fanzinin kesme, yapıştırma, yeniden düşünme üzerine ilerleyen son derece verimli bir yapısı var. İlk fanzinlerini hazırladığın grupların dinamikleri nasıldı?
Agora’daki lisemden atıldıktan sonra, çıkan afla liseyi Alsancak’taki Namık Kemal’de tamamladım. Alsancak hayatıma girdi ve uzun süre yer etti. Burada ilk fanzinimi bir grup arkadaşla, Paylaşım başlığıyla çıkarttım. İkinci sayı sırasında çıkan tartışmalarla ekip dağılmıştı. Oraya Baudrillard ve Neil Postman’dan yola çıkarak gözetleme toplumu üzerine bir makale yazmıştım; yıl 1994. Daha aktif şiir yazmıyorum. Kolajı ortaokulda yapıp bırakmıştım. Liseden sonra yenik soldan kalan bir grup genç entelektüelle aylarca süren 1871 fanzin projemiz oldu. Bu grup da 1,5 yıllık mesai sonrasında geniş bir materyali ardında bırakarak dağıldı. Buradan çıkardığım ders, kendi yayınımı kendi başıma kotarmak oldu. 2001/2002 yıllarında arkadaşım Ubeyt Deniz ile Esmer Mavi adlı mecmuayı çıkarttık. Ve sevgili Mustafa Suyolcu’nun tasarım, bilimkurgu grubunun içerik desteğiyle Albemuth (2002) macerasını başlattım. O dönem şiirlerimi mail gruplarında yayınlamaya devam ediyordum. Albemuth’a kolaj kapak ve afişler ürettim. Ama çok da kes-yapıştır kullanan bir fanzinci değildim. Artık 30 yaşındaydım, kızım önceki sene doğmuştu, hayatla ilgili kopuşlar yaşıyordum.
Farklı fanzinlerle de ilişkiye geçme dönemi 2005’te Hayalbaz Bar/Sanat derneğinin desteğiyle yine orada tanıştığım Onston ile başlattığımız Düzensiz Fanzin ile oldu. Alsancak akademik sanata sığmayan ya da ondan sıkılan geniş okullu ve alaylı sanatçı potansiyeli taşıyordu. O dönem şiirleri sokaklara yazmaya başlamıştım. Sürrealizm, situasyonizm, sokakta sanat, performans sanatı benim ilham kaynaklarımdı. Sokaklar âşık olmak, sarhoş olmak, dayanışmak ve üretmek için güzel kaçış çizgileri sunuyordu. Ece Ayhan, Artaud, Henri Michaux, Trakl bu dönemde ağırlık okuduğum şairlerdi. Kolaja yoğunlaşmam ise 2007’de İzmir’i terk edip İstanbul’a taşınmamla başladı. Evliliğim bitmişti, yeni ve tutkularımın paralelinde bir varoluş peşindeydim.
Bu arada galiba defterlerini konuşmamız gerekecek. Bunlar fanzinlerle paralel olarak ilerliyor diye hatırlıyorum. Defterlerinin birkaçını gördüğümde onların bir tür poèm-object olarak isimlendirilebileceğini düşünmüştüm. Çünkü dizelerinle kolajların arasında kurgulanmış alanlar dikkati çekiyordu. Defterlerinin mahremiyeti sanki senin hangi dünyalarda gezindiğini daha açık olarak ele veriyor.
Defter ve “imge kitap”“ adını verdiğim art-book serilerimin tamamını ilk kez bu sergide, “Happy End” içinde göstereceğim. Aslında adet ve içerik yoğunluğu olarak tek başlarına küçük bir galeriyi dolduracak kalibrede.Poèm-object benzetmen çok hoş, çünkü André Breton ürettiği asamblajlara bu ismi vermişti. Bu çalışmalara dair bir video hazırladım sergide ve YouTube kanalımda yer alacaklar. Ben burada defterlerle imge kitapları çok net bir biçimde ayırıyorum. Defterle başladım ve konsept kitap üretimine doğru yol aldım.
Defterler ilk başlarda parklarda, bar masalarında, sahil kenarlarında çizip boyamak için yanımda gezen nesnelerdi. Masa başında üretme ve konsept düşünme denemelerim beni defterden kitap formatına geçirdi. Defter doğaçlamadır, hatta free jazz’a karşılık gelir. Kitap ise kompozisyon. İlk imge kitabım olan Yok Sözcüklerkitabını 2014’te ürettim, ondan sonra da yazı defterlerine çiziktirmeler dışında sanatsal defter tutmadım. İmge kitap konsept bulma, üzerine düşünme, materyal toplama, indeks yapma, kitap seçme gibi süreçleri içinde taşır. Kitap seçme diyorum; konsepte uygun hacimde ve dokuda olanı seçmek, dönüştürmek, kapatmak, açığa çıkartmak bu sürecin parçaları. Dediğin gibi bu çalışmalar benim zihinsel dünyamın gezi alanlarını, referanslarımı ve selam durmalarımı imgeleştirdiler.
Yayınlanan ilk kitaplarının aralarındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsun?
İlk kitabım Çağdaş Sanat Manifestoları’ydı (2010). İzmir’den giderken “İstanbul’da sergi yapacağım ve ilk kitabımı 6:45 Yayınları’ndan çıkaracağım” deyince gülenler olmuştu. Bu kitap benim 2004 yılında başlattığım değişim süreci ve onun çıktısı olan manifestolar, şiirler, görsel öğeler, dostlarla kolektif çabalar, bir sözlük, yeni devrimci marşlar ve güncel müdahaleleri barındırıyordu. Bu kitapta yer alan, öncesinde fanzinlerde basılan “Mutant Sanat İçin Çağrı” metni birçok insanın yaşamına dokunmuştu. Kitabım kısa sürede tükendi ve bir çeşit kült kitaba dönüştü. Bu kitabı Diyarbakır’da bir otonomun ve Çanakkale de bir grup gencin tefsir olarak basıp dağıttığını zaman içinde duydum. İlk göz ağrısının yeri ayrı; bir süredir yeni bir baskısı olmasını hayal ediyorum.
Ziggurat Terbiyecisi ikinci çıkan kitabımdı (2014) ve lansmanı Hayaka Artı galerisinde yer alan ikinci sergim “Babil Kitaplığı I” sergisi dahilinde oldu. Bu kitap bir öykü kitabıydı benim için, fakat yayıncısı onu “deneysel metin” başlığıyla bastı.
Şiir, yazı çıkışlı üretiminin görsel açılımlarını bir sergi bağlamında paylaşıma açtığın ilk etkinlik hangisiydi? Sanat ortamından, arkadaşlarından nasıl yorumlar gelmişti?
Hafriyat Karaköy’de 2007’de gerçekleşen sokak sanatları sergisi “Müdahale” içinde oldu. Bu sergide üç şehirden 17 kişi 8,5 metrelik bir kolektif duvar yapmıştık. Ben hem ekibi toplamış hem de şiirlerle kolektif duvarı birleştirmiştim. Bu aynı zamanda Sürrealist Eylem Türkiye’nin yeraltından yüzeye ilk çıkışıydı. Ardından Sürrealist Eylem Türkiye grubumuzun yaptığı “Tutku Suçluları” (2007, Barışarock Festival alanındaki basketbol sahası içinde) ve “Bu 1 Situasyonist Sergi Değildir” (Daralan mekân, 2008) etkinliklerinde devam etti. Fotoğraf, kolaj ve şiir duvar çalışmalarında yan yana geliyordu. Çoğu akademik eğitim almış arkadaşlarım beni cesaretlendiriyordu. Bu yaklaşımımı özgün ve pek görülmemiş addediyorlardı. İlk etapta Karşı Sanat, Hafriyat ve Ayşegül Sönmez bu çabalara ilgi göstermişlerdi. Ama masa başında, stüdyo disiplininde çalışmam daha sonra, 2010 yılında başladı.
O zaman artık İstanbul’da çalışıyordun, değil mi? İzmir’den ayrılma sürecin nasıl oldu? İstanbul’da ilişki içinde olduğun gruplarla daha yoğun olarak çalışman öyle sanıyorum ki senin şiirle görsellik arasında farklı köprüler kurmanda yardımcı oldu. Bu bağlamda ele almamız gereken, modern Türk şiirinde Arif Dino’dan başlayıp Nâzım Hikmet, Orhan Veli, İlhan Berk, Cemal Süreya, Oktay Rifat’la ilerleyen, resim yapan şairlerin oluşturduğu çok güçlü bir gelenek var. Senin bu geleneğe bakışın nasıl?
Evet, İstanbul’da yaşıyordum. İzmir’den ayrılma süreci sancılıydı. 2005’te düşünüp ancak iki sene sonra eyleme geçebildim. Bir sırt çantası ve 100 lirayla şehre göçtüm. İlk gün bir iş ve kalacak oda buldum. İzmir’in gevşekliğinden sonra İstanbul’un kaosuyla imtihanım o zaman başladı. İstanbul’a geldiğimde ne yapacağımı biliyordum ama ilk gündem yaşamda kalmaktı. Üç yıla yakın çalıştım, bir yerde tak deyip sadece sanatımı yapmaya koyuldum. 2010 yılı sanatımın sokaktan atölyeye iltica ettiği yıldır. İzmir’deyken benim gibi düşünen ve hareket eden küçük bir çevreye sahiptim ve gelir gelmez faaliyete geçtim. Bahsettiğin resim yapan şairlerimiz içinde düşünce ve pratik olarak kendimi yakın hissettiğim kişi İlhan Berk’tir. Hem halk çocuğudur hem de yaban bir ressamdır. Bu listeye tersten Komet’i de eklemek isterim. Huzur içinde yatsın. O dönem sokağa yazdığım şiirler (erekte şiir manifestoları) ise Gezi ayaklanmasında başka bir anlama döküldü, benden bayrağı devralan gençler şiir sokakta hareketini yaptı.
Galiba bu süreçte küratörlüğünü üstlenmiş olduğun “Yıkım”, “Gerçeklik Terörü”, “Ubik” sergilerini de konuşmamız gerekir. Bu üç sergi arasındaki ortaklıkları nasıl ele almak gerekir?
2006 yılı başında İzmir/Hayalbaz’daki “Gün Işığıyla İlk Buluşma” sergisiyle sergi koordine etmeye başlamıştım. Hafriyat Karaköy’deki “Müdahale” içindeki Kaos Duvarı ile bunu İstanbul’un göbeğine taşımıştım. 2010 yılında Kargart’ta yaptığım “Toplum Düşmanı” sergisiyle hem blog-fanzin-sergi konuşmalarıyla daha kapsamlı bir proje mantığına geçmiştim. Bu sergi sürecinde Karakalem dergisinde şiirlerini ve şiir üzerine yazılarını yayınlayan Alper T. İnce ile yaptığım sergilerle uzun sohbet ve tartışmalarımız oldu. Alper uzun süre Hüseyin Bahri Alptekin ile takılmıştı, şiir yazmanın yanında video ve enstalasyonlar üretiyordu. Sürrealist takısının alanı daralttığından, güncel sanata çok açık olmadığıma kadar eleştirileri vardı. Ben de dedim, “Gel o zaman beraber hareket edelim”.
Böylece yaşamımda yaptığım en önemli iş olan “Yıkım 2011”in önü açılmış oldu. Ekolojik yıkımın kapıya dayanması, 3. Dünya Harbi senaryoları, Maya Takvimi’ne göre 5. Güneş’in gelmesi, Marduk, Emek Sineması’nın yıkımı, büyüyen internet sansürü ele aldığımız konulardı. Bir kısa manifesto yazdık ikimiz ve bu işi yapacağımız bir bina aradık. Alper bize Beyoğlu’nun göbeğinde (Galatasaray’ın arkasında, Tomtom Mahallesi) 5 katlı, yıkılacak bir bina buldu. Yıkıma hazırlık olarak İstanbul ve İzmir’de “ön yıkım” kolektif üretim geceleri yapıldı. Hakan Tamar, Dream TV’de o dönem yaptığı Pan-Kart programının birini inşa sürecindeki Yıkım binasında yaptı. Açık Radyo, Radyo Fil, Standart FM’de Yıkım geri sayım teaser’ları yayınlandı. Yeşilçam Sineması’nda Yıkım film seçkisi gösterimi oldu. Yıkıma özel bir “İngilizce-Türkçe Sürrealist Bülten”, renkli baskıyla yayınlandı.
Birçoğu yurtdışından 60’a yakın sanatçının mekân düzenlemeleriyle sergiyi açtık. Açılışta sokak kitlendi, binin üzerinde insan vardı. O dönem çıkan neredeyse her gazetede, birçok radyoda ve birkaç televizyonda haber olduk.
Yıkımı organize derken Alper ile bir sonraki adım olarak belirlediğimiz “Gerçeklik Terörü” (2012) projesini konuşuyorduk. Depo, Mars (Çukurcuma), Asfalt Galeri (Kadıköy) bu büyük ve uluslararası serginin mekânlarıydı. Tıpkı “Yıkım” gibi bu etkinlikte de forum yaptık, daha Gezi’ye bir yıl vardı. Anadolu Kültür’ün katkısıyla güzel bir katalog hazırladık. “Gerçeklik Terörü” ile “Sürrealist Eylem Türkiye”ye son verdik ve Periferi Kolektif’i Alper ile kurduk. Bu dönemde Siber Gnosis dergisine başladık. Altı sayı yayınladık, yedinci sayı hazırlansa da basılamadı.
“Yıkım” ve “Gerçeklik Terörü”, Gezi öncesi son büyük ve politik sergilerdi ve bu tarihten sonra böyle sergiler için alan kalmadı. Bu sergiler manifestoları ve seçtiği işlerin isyankâr, eleştirel ve politik içeriğinin yanında, birer kampanya gibi tabandan, sponsorsuz ve dayanışmayla yapılışlarıyla da politiktiler.
“Ubik”, Alper ile serimizin üçüncü ayağıydı ve ikimizin de geldiği edebiyat köklerine dayanıyordu. Bir roman üzerine sergi yapmak fikrinden yola çıkmıştı. Bir sanatçı grubu kurmak, romanı okutmak, tartışmak ve onun üzerinden özgün imgeler çıkartmak için bir deneydi. Philip K. Dick ezoterik ve kâhin bir distopya yazarıydı. Ubik onun en önemli romanlarındandı. Ve bizim için de önemli bir tecrübe oldu.
Sonra Gezi dönemi geldi. O sırada sanat yapmadık, biz periferide olanlar sokaktaydık. Önce bir yükseliş, sonra yenilgi ve geri çekilişti toplumun ve kültür ortamının yaşadığı. Taksim ve civarında patlayan bombalar, ülkenin ucunda yoğunlaşan savaş. Bu karanlık günlerde Asmalımescit’te İnsby Periferi adlı geçici bir mekân bulup, çeşitli sergi ve performanslara bir süre devam ettik.
erekte şiir manifestoları’nı hangi tarihte yazmıştın? “Sokağa yazdığım şiirler” derken tam olarak hangi çalışmalarını ele aldığına dair biraz detaylı yanıt verebilir misin?
erekte şiir manifestoları’nı 2006 ile 2008 yılları arasında üç metin ve bir ek olarak yazdım. Manifestoların öncesi sokağa marker ile yazdığım şiirlerle başladı. Ardından yine kamusal alanda uygulanan sticker şiir-kolaj ve mini afişler ürettim. İçtiğim şarap şişelerini boya ve kolajla bozuma uğratıp, içine bükülmüş bir A4 şiir yerleştirip işlek sokaklara bırakarak devam etti.
erekte şiir manifestoları İngilizceye çevrildi ve uluslararası bazı sürrealist gruplarla paylaşıldı. Ve İngiliz sürrealist dergi Patricide içinde yayınlandılar. Türkçede çeşitli fanzin, dergi ve internet adreslerinin yanında ilk kez ilk kitabım Çağdaş Sanat Manifestoları’nın içinde kitaba dönüştüler.
erekte şiir hareketi o yıllarda (2004-2012) çeşitli sanatçı arkadaşlarımın müdahaleleriyle çeşitlendi. Ben marker ile gezerdim ve Gezi Parkı 1 Haziran günü alındığında (ya da halka bırakıldığında) Taksim çevresinde her yere “defteri kapat, şiir sokakta; düzayak çivit badanalı kent-Ece Ayhan” yazdım. Ardından bu slogan gençler tarafından sahiplenilip Şiir Sokakta akımını oluşturdu.
Şişelerin ve içine koyduğun mesajların fotoğrafları var mı? Neye benziyordu bu şişeler, neler yazıyordun mesajlarda? Bunlara şiir değil de prosa demek daha mı doğru olurdu?
O zaman bu koca kentte (şehr-i İstanbul) kendini yalnız, aidiyetsiz, öfkeli ve şakacı hisseden bir şairin mayday mesajlarıydı bunlar. Şişeyi önce temizliyor, ardından boya ve marker ile dış yüzeyine müdahale ediyordum. Onlara prosa da diyebiliriz ama ben uzun süredir yaptığım şeylerin şiir olduğu kanaatindeyim.
2000’li yıllarda bilimkurguyla ilgilendiğini biliyorum. Bilimkurguyu arkanda bırakıp gerçeküstücü akıma karşı koşmaya başladığın kişisel tecrübelerinden bahsederek bir parantez açmaya kalsak, parantezin içine özellikleri neleri koymamız gerekir? Bu soruyu biraz da bugüne, bu sergiyle ilgili üretim süreçlerine geçebilmek için soruyorum.
1990’ların sonları itibariyle aktif olarak bilimkurgu üzerine yazmaya ve çalışmaya başlamıştım. 2001’de Fahrenheit 451 bilimkurgu grubunun kuruluşunda yer aldım ve 2002’de 9 sayı süren Albemuth Özgür Basın’ı dostlarımla çıkarttım. Anti-militarizmden feminist bilimkurguya çeşitli seminerler organize ediyorduk. Albemuthiçinde Nâzım Hikmet’in fütürist şiirlerine, Baudelaire, William Blake gibi avangard örneklere yer vermeye başlamıştım. Graham James Ballard gibi bilimkurguyla sürrealizmi birleştirmek beni gitgide cezbediyordu. Yani bilimkurguyu mutasyona davet ettim. 2004 yılına geldiğimde kesinlikle sokak sanatından performansa değin geniş bir ufukta hareket edecek avangard grup kurmanın elzem olduğuna kanaat getirdim. Asıl sorun benle yola çıkacak delileri bulmaktı!
Sürrealist Eylem Türkiye grubundan mı bahsediyorsun? Yaptığınız çalışmalarla o yıllarda etkin olan Harfiyat arasında ilginç bir bağ olduğunu düşünüyorum. Onlar eğer yanlış hatırlamıyorsan sizden daha büyüktüler ve bir önceki kuşağa aittiler, değil mi? Benim hatırladığım, onların resim, heykel, desen gibi görsel sanat, sizin ise şiir, prosa ağırlıklı olmanızdı. Bunun üzerinde durmalıyız. Senin başından beri kolaj yapan bir şair olarak çalışmanı, bilinçli olarak klasik resimden uzak durmanı bir tavır olarak yorumlamak doğru olur mu?
İlk başta Onston ile ben vardık, 2005 yılında Düzensiz’i çıkarırken Hayali ve İstanbul’dan o dönem Hande Koçak fanzine destek verdiler. Sürrealist Eylem’in kuruluşunda Ayşe Özkan da vardı otomatik metin ve şiirleriyle. Ki o benle tanışmadan önce de kendine sürrealist diyordu.
2006 başında Hayalbaz’da “Gün Işığıyla İlk Buluşma” adıyla ilk sergimizi düzenlemiştik. Grafik sanatlar, sokak sanatı ve kültürüne yer veren 99KÇ (Kayıp Çocuk) fanzini Albemuth’a ulaşarak benle temasa geçmişti. Onun fanziniyle Cins, Bora Akıncıtürk, Bora Başkan gibi genç sanatçıları daha yakından tanıma fırsatı bulmuş ve sergimize Erman’la davet etmiştik. İzmir’e geldiklerinde Alsancak sokaklarında takıldık, “leziz ceset” gibi sürrealist oyunlar oynayıp beraber çizimler yaptık. Cins, Kadıköy sokaklarına pisuar şablonları yapıyordu ve daha o zaman oluşmuş, kendine has delişmen imge dünyasıyla dikkat çekiyordu. 9 Eylül Güzel Sanatlar’dan bizimle takılan sadece Bob Actor nickname’li fotoğraf sanatçısı Erhan Akbulut idi. Ardından Doktor Yaprak Gözeker de bizle oldu. 2010 yılında Alper T. İnce dahil oldu ve böylece “Yıkım 2011”, “Gerçeklik Terörü” gibi projelerimize giden yol açıldı.
Ben İstanbul’a 2007 ortalarında gittiğimde Sürrealist Eylem’in İzmir ve İstanbul’da oluşmuş çevresi vardı ve diğer illerden de ilgilileri. Dediğim gibi, ilk eylemimiz Hafriyat, Karaköy’deydi ve bizden yaş olarak büyük ve akademik eğitim almış bir sanatçı grubuyla iletişime geçmiştik. Hafriyat sokağa yakın bir oluşumdu, Nâzım Dikbaş, Zen gurubunun performanslarına katılmıştı, Nalan Yırtmaç stencil sanatçısıydı, Memed Erdener sokağa yönelik grafik harekâtlar yapıyordu. Hafriyat Karaköy kısa bir dönem de olsa bizim gibi alternatif çetelerin sığınağı işlevi gördü. “Müdahale” dışında, “Seçim Afişleri”, “Allah Korkusu” böyle sergi pratikleriydi. Sürrealist Eylem grubunun içinde çok güçlü bir şiir damarı vardı ve benim yazdığım manifestolarla güç alıyordu. Hafriyat’ın çekirdeğinde Akademi’den eğitim almış ressamlar yer alıyordu; bu farklı sanatsal üretimlere yol açsa da, aramızda ortak dil kurabiliyorduk. Dostluklarımız hâlâ sürmekte.
Klasik resim izleyici olarak ilgimi çekse de, onu üretme düşüncesi bana uygun gelmiyordu. Mağara ressamları, Art Brut ve Cobra resmi benim resim pratiğimi şekillendirdi. İlk resmimi 38 yaşında yaptım ve ilk sergimden itibaren her sergimde resim oldu. Şimdi “Happy End” ile resim yapan Rafet’i daha görünür kılmak istiyorum. Özellikle pandemi boşluğu resme daha çok zaman vermemi sağladı.
İlk kişisel serginin oluşum süreci nasıldı?
İlk kişisel sergim 2012 yılında, o dönem Asmalımescit’te olan Sanatorium Galeri’de gerçekleşti. O dönem galeri direktörü Feza Velicangil’di. Çok heyecanlıydım, 2010 yılından beri birikmiş çalışmalarımın arasından bir seçki yaptım. O dönemki serilerime verdiğim ad olan “Şuuraltı Operasyonları” serginin ismi oldu. Elimde birikmiş olduğu için bazı serileri direkt eledim. İki katlı sergi alanında bir bütünlük yakalamaktı amacım.
Asmalımescit Caddesi’ne bakan ve o dönem oldukça hareketli olan sokaktaki camekâna bir iş düşündüm öncelikle. Sokaktan bulduğum ve evimde sakladığım bir antika cam pencere çerçevesini galerinin camekânının ortasına yerleştirdim ve etrafını siyah saten kumaşla kapladım. İzleyiciye sadece benim penceremden bakma izni verdim. Sergide resim, kolaj, asamblaj ve box işler vardı. Çok heyecanlıydım, açılış heybetli oldu. Beş yıldır ürettiğim şehrin insanları, dostlar beni yalnız bırakmadı. Ertesi sabahı hâlâ unutamıyorum, gülerek kalktım. Hâlâ mutluluk tanımım budur: Gülerek uyanmak.
Şiir ortamıyla görsel sanatlar ortamını kıyasladığında dikkatini çeken ortaklıklar ve farklılıklar neler?
Şiir ortamında sevgili Küçük İskender’in çevresine, Altay Öktem ve düzenli yazarı olduğum Ücra Şiir dergisine –yandan– dahil oldum. Görsel sanatlar dünyasına ise arka kapıdan girmiş bulundum. Her iki ortamda da bir çeşit yabancı olma halim sürdü-sürüyor. Bence ilginç olan, şiir ortamının teorik konularla (hatta sanat tarihiyle ve teorisiyle) çok daha haşır neşir olması. Görsel sanat dünyası genelde az okuyor ve az tartışıyor. Şiir ortamında canlı bir damar var, fakat onlar da sanat kadar geniş kitlelere açılma potansiyeline sahip değil. Çağdaş sanat son 10 yılda hip, cool bir şey oldu, az çok bilinmesi, ilgilenilmesi gereken. Şiir ise out.
Güncel sergine “Happy End” ismini vermene rağmen aslında karamsar olduğunu, kendine özgü imgelerle ironik bir yaklaşım geliştirdiğini düşünüyorum. Bence ironi son dönem çalışmalarının paydasındaki temel kavramlardan biri; hatta iki ayrı ucu var: Biri güldürürken diğeri ağlatacak kadar hüzünlü. Sanki bu iki ayrı ruh hali seni daha da üretmeye itiyor gibi.
Beni, ruh halimi böyle özetlemen beni mutlu etti. Ölümle yaşam arasında gelip giderken çıktı bu imgeler. Yaşadığım çağın karamsarlığı, içe kapanıklığı, sinizmi ve kötümserliği karşısında bir mutlu son düşledim. Yalnızım, çevremdeki birçok kişi gibi zor bir yaşamın eriyim. Böyle olunca ironi ve kara mizah bizim benzinimizdir. Çağa yanıtım buruk bir tebessüm eşliğinde bir nanik.
Benim için sanat sağaltıcıdır. Bu söylerken tek bir sanat eserim sağaltıcıdır demek istemiyorum. Ama sergime (“Happy End”e) gelen insanların gündelik gerçeklik dışında bir varoluşa dair bir hissiyata sahip olmasını arzuluyorum. İmgesel bir tat kalsın damaklarında; zihinlerinde bir farklı elektrik akımı. Tıpkı bir Miyazaki filminden çıkan his gibi.
Hoşuma giden cümlelerinden biri de “Serseri, soytarı, kral ve şifacıyım. Bu benim mutlu sonum” Bunu yaratıcı melankoli çerçevesinde ele almak mümkün diye düşünüyorum. Günümüzde kimlikler, etkinlikler ve cinsiyetler geçişken bir durumda. Hayatta kalabilmek için kategorilerin ötesinde bir noktada dururken farklı kimliklere bürünmek belki de bir avantaj. Çünkü böylece her şekilde çekmecenin dışında kalmak mümkün oluyor.
Çekmecenin, ayrıca tahakkümün radarının ve piyasanın hoyratlığının da dışında. Tek bir şey olunacak bir çağda değiliz, birçok ben var; kadın ben, çocuk ben, hayvan ben, robot ben, çiçek ben… Rimbaud’nun “Ben bir başkasıdır” şiarına, “Ben bir başkalarıdır” diye küçük bir ek yapıyorum.
Serginin duyurusundaki görselde Adorno’nun güzel bir cümlesi gizli: “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” Sergide yer alan çalışmalarınla bu kült cümle arasında kurguladığın birliktelikler olduğunu düşünüyorum.
“Yanlış hayat doğru yaşanmaz” bir motto olarak gerek sergi afişinde gerekse de bir pankart olarak sergide yer alıyor. Bunun bir hikâyesi var, önce onu anlatayım, sonra konu kendiliğinden bağlanacak. Çocukken aldığım oyuncaklar vardı, daha sonra bunların Play Mobil adlı bir Alman firmasına ait olduğunu öğrendim. Onları çok severdim. Bu sergi için onlardan iki tanesini 3D modellendirip 20 cm baskısını aldım. Onlar benim için sanki her şeyin daha kolay ve naif olduğu uzak bir geçmişi temsil ediyorlar. İki büyütülmüş oyuncağın ellerine “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” pankartını verdim. Adorno’nun Minima Moralia kitabında da geçen bu cümle benim için hem yaşadığımız hayatın yanlış bir hayat olduğunu hatırlatıyor hem de elde olan tek yaşamın bu olduğunu ve onu güzelleştirebileceğimize dair bir şansımız olduğunu anımsatıyor.
Yaşanan hayatın yanlışlığı, olumsuzlanması Adorno öncesine, kadim gnostik metinlere kadar giden bir kavrayışı gösteriyor. Onlara göre insan bu dünyaya atılmıştır ve bu hayatın yaratıcısı kadim dişil güç değil, Demiurgios adı verilen eksik ve yanlış bir tanrıdır.
Demiurgios tanımlamasıyla sergin bağlamında gönderme yaptığın başka bir kavram var mı?
Demiurgios metaforu insanın ataletini, baştan savmacılığını, incelikten uzaklığını, tembelliğini, kötülüğünü ve güce olan tapıncını temsil ediyor. Karanlık ve aydınlığın ilk nefesten beri süren mücadelesini temsili. Usta ressam Pieter Bruegel bunu 1559 yılında resmetmişti: Karnaval ve Perhiz Arasındaki Savaş... Doğal olarak ben Apollon ile Diyonisos’un birliğinden yanayım. Yanlış hayata karşı, başka bir hayatın mümkün olduğunda ısrarcılar arasında.
“Happy End” sergisi için kaleme aldığın yazının sonunda bir şiir var. Burada manifestoyu andıran bir yaklaşım dikkatimi çekti. Bu şiiri senin yazdığın biçimde kullanarak sergiyle olan ilişkisi hakkında ayrıntılı bilgi vermeni rica ediyorum.
Yalnızız…
Varsılsızız...
Sadeceçalışarakmutluoluyoruz.
Anlamkayıpkuyu,
Ütopyadiyebiradayasığınmışız
Ve tekcephaneşiir.
Yaşıyoruz.
İştebuyüzden, mutluson- kaderbize.
Benden Karşı Sanat’taki arkadaşlar sergimi anlatan bir metin istediler, basın dosyasında faydalanmak için. Ben de kendimi ve dünyamı anlatan bir metin yazdım. Çünkü bu sergi alanında kendi dünyamı kurmak amacındayım. Bunu Atonal 9 içindeki “Verev” projemde (Barın Han, 2019), İzmir Darağaç’ta yaptığım geçici işgal evi sergisinde (2019) ve 2021 yılında Balıkesir’deki “Blogspot” sergimde deneyimlemiştim. Tek tek eserler dışında mekânın tek bir evrene dönmesi, bir dili, ezgisi olmasını amaçlayarak.
Böyle bir sergiye işleri ya da kariyerimi anlatan düz bir anlatı olmazdı. Ben de bir manifesto değil ama manifesto gibi bir metin kaleme aldım ve sonuna o an yazdığım şiiri ekledim. Şiir hem sanatçının sıkışmışlığını hem de ondan kaçış çizgilerini dürüstçe aktarıyordu. Açık, hınzır ve oyuncu bir sergi “Happy End”.
Geçenlerde Instagram hesabında gravür çalıştığını gösteren resimler vardı. Gravürü seçmende özel bir neden var mı? Nasıl bir gravür olacak bu?
Blake, Goya ve Dürer gibi beni etkilemiş sanatçılar gravür tekniğini kullanmışlardır. Blake resimlerinin yanında şiirlerini de gravürleştirmişti. Goya’nın da çok sevdiğim bir gravürünün altında “Aklın uykusu canavarlar doğurur” yazıyordu. Bunlar beni çok etkilemiştir.
Öncelikle bu sergide özgün eserlerin yanında bir baskı olmasını istiyordum. Buradaki amacım herkesin sergiden bir iş alıp gitmesine izin verecek, halkçı bir hamle yapmaktı. Tercihim dijital baskıdan öte el yapımı bir süreçle çıkacak, içinde olacağım bir baskıydı. Ve ben de gravürü seçtim.
Peki o zaman ne basılacaktı; farklı kolaj ve resimler üzerine düşündüm. Sevgili ressam arkadaşım Sibel Kırık “Neden bir şiir seçmiyorsun?” dediğinde beynimde ışık yandı. İlk aklıma gelen şiir “FragMENtaTION” projesindeki kitapta bir bölümünü kullandığım şiirdi. O şiirim distopyayla ütopya, yaşamla ölüm arasındaki gerilimde yaşam bulmuştu. Ve serginin sesi olmaya müsaitti. İlk gravür süreci hem heyecanlı hem de öğretici oldu
Önceki Yazı
Apartheid kavramı ve uluslararası hukuk
“Ekşigil, Türkiye’deki rejimin Apartheid olarak adlandırılamayacağını savunuyor ve bazı endişelerini dile getiriyor. Ekşigil’in Türkiye’deki rejimin niçin Apartheid olarak adlandırılamayacağı konusundaki tezlerini ve endişelerini tartışabilmek için ama önce hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız Apartheid kavramı üzerinde durmak gerekiyor.”
Sonraki Yazı
Şu Anda Burada mıyız?
Galiba ve şimdilik
“Bu romanın prekaryayı anlattığı söylendi, bir novella olduğu da söylendi. İkisi de doğru ve mümkün. Bir kere üst başlık koyunca, bunca kıvrımlı ve katmanlı bir metnin içinde tanıma uymayan ne varsa ayıklamak ve sadece uyanları elde tutmak şart oluyor. Ben bu tür adlandırmaların 'yeni' olanı algılamak bakımından yavaşlatıcı olduğu kanısındayım.”