Salman Rushdie:
Şiddet ve utanç sarmalında bir romancı
“Salman Rushdie, Pen America’nın galasında konuşmasını bitirdiğinde yüzünde buruk bir tebessümle dinleyenleri selamlamıştı. Kaderini ve tüm yaşamını yazdığı kelimelere, kurduğu düşlere emanet etmişti o. Belki de o anda, aklının bir köşesiyle huzursuz sürgün hayatının yarattığı tüm sonuçları düşünüyordu.”

Salman Rushdie
Blaise Pascal’a göre insanın bütün ıstırabının kaynağında, bir odada kendisiyle yalnız ve sessiz kalmayı başaramaması yatmaktadır. Zira bir odada kendinle baş başa kalmak, içindeki boşluğu dolduran şekilsiz seslerle konuşabilmek ve o odadan her defasında sağ çıkabilmek insanın en büyük sınavlarından biridir… Siyahlar içindeki yazar sahneye çıktığında salonda rahatsız edici bir gerginlik hâkimdi. Onun cesaretine ve azmine hayran insanlar, aynı zamanda onun adına derin bir üzüntü de duyuyorlardı. Eskisi gibi değildi yazar, zayıflamıştı, yorgun görünüyordu. Sesi kısılmış, hareketleri yavaşlamıştı. Ancak verdiği onca mücadeleye, çektiği onca acıya, tatsız bir saklambaç oyununa dönüşen bütün hayatına rağmen oradaydı işte. Yine yazdığı bir metinle odasından çıkmayı başarmıştı. Konuşma metnini kürsüye koymadan önce hafifçe yutkundu. Görebilen tek gözüyle kendisini dinlemeye gelmiş kalabalığa, “Herkese merhaba, geri dönmek güzel…” diyerek konuşmasına başladı. Büyük bir alkış tufanı altında…
Salman Rushdie 12 Ağustos 2022 günü New York’ta bulunan Chautauqua Enstitüsü’nde sanatsal özgürlük konulu konferans için kürsüye çıktığı esnada 24 yaşındaki Hadi Matar’ın bıçaklı saldırısına uğramıştı. Konferansın konusuyla saldırı arasındaki tezatlık, özgürlük olgusunun ne kadar çetrefilli bir konu olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı. Biri boynuna olmak üzere tam 15 bıçak darbesi almıştı yazar. Uzun bir süre yaşam mücadelesi vermiş ve bu mücadeleden türlü sıkıntılarla kurtulabilmişti. Ona en çok dokunanı ise, okumayı zorlaştıran, bir gözünü kaybedişiydi. Kelimeleri tek bir pencereden görebilecekti artık. Kendi canları pahasına yazarı korumak için saldırganın üzerine atılan izleyiciler, dakikalarca onunla boğuşmuşlardı. Zaten Rushdie de saldırıdan sonra ilk defa kamuoyu önüne çıktığı Pen America galasındaki konuşmasında, “O kahraman insanlar olmasa ben bugün aranızda olmayacaktım” diyecekti. Herkes bir gün böyle bir saldırının olacağını biliyordu. Ancak yine herkes bu bilgiyi aklının en kuytu köşelerine saklamıştı. Nedense bilmeyle beklenti arasındaki mesafe günler geçtikçe uzuyordu.
Her şey, Salman Rushdie’nin, dördüncü romanı Şeytan Ayetleri’ni (Satanic Verses) İngiltere’de yayımlamasıyla başlamıştı. İyi eleştiriler alan roman Booker Ödülü’ne aday gösterildi, Whitbread’i kazandı. Ayetullah Humeyni’nin 1989’da romanda açıkça küfür olduğu gerekçesiyle yazar hakkında ölüm fetvası çıkarmasıyla roman küresel bir fenomene dönüşecekti. İngiliz yazar Hanif Kureishi, fetvayı “savaş sonrası edebiyat tarihinin en önemli olaylarından biri” olarak niteleyecekti. Fetvanın ardından birçok Müslüman ülkede roman yasaklanacak, çeşitli protestolarla Salman Rushdie temsilen linç edilecekti. Kitabın yayımlanmasından bu yana geçen on yıllar boyunca, yalnızca Rushdie’ye yönelik açık tehditler ve boykot çağrıları değil, aynı zamanda kitabı satan mağazalara yönelik saldırı girişimleri ve kitap aleyhine dünya çapında birçok kez şiddete dönüşen gösteriler de yaşandı. 1991 yılında romanın Japon çevirmeni Hitoshi İgarashi öldürüldü, İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo yaralandı. 1993 yılında Norveçli yayıncısı William Nygaard suikasttan kıl payı kurtuldu. Tarihimizin en acı olaylarından, 35 aydının yanarak öldüğü Sivas Katliamının da ardında romanın Türkçeye çevrilme girişimi yatmaktaydı.
Birçok kişi yazarı Şeytan Ayetleri romanıyla tanımış olsa da, Rushdie çok önceden edebiyat dünyası için yıldızı giderek parlayan bir kalemdi. Fantastik bir bilimkurgu denemesi olan ilk romanı Grimus’u 1975 yılında yayımladı. Ancak roman çok fazla ilgi çekmedi. Esas şöhreti ve ilgiyi 1981 yılında yayımlanan Geceyarısı Çocukları (Midnight’s Children) romanıyla yakalayacaktı. Roman adeta İngiliz edebiyat dünyasına bomba gibi düşecekti. 1981 Booker, 1982 James Tait Black, 1993 Booker of Bookers (Booker ödüllü kitaplar arasında en iyisi) ödüllerini alacaktı. Dönemin eleştirmenlerine göre karşılarındaki roman Rushdie’nin kaleminden hiç beklenmeyecek bir metindi.
Roman Hindistan tarihini hicvederek eleştirdiği gerekçesiyle Hindistan’da kısa sürede yasaklanacaktır. Rushdie tabulara dokunmayı seven bir yazar olduğunu edebi kariyerinin henüz başında ortaya koymuştur. Romanın anlatıcısı Salim Sina, 15 Ağustos 1947’nin gece yarısında, Hindistan’ın bağımsızlığının tam da gerçekleştiği anda doğar. Büyüdükçe bu tesadüfün uğursuz sonuçlarıyla yüzleşecektir. Eylemleriyle ulusal meseleler arasında koşutluk olduğunu zamanla fark edecek, hayatı ülkesinin tarihiyle ayrılamaz bir bütünlük sergilemeye, modern Hindistan’ın zaferleri, yıkımları ve trajedileri kendisinde yaşamaya başlayacaktır. Geceyarısı Çocukları 20. yüzyılın en önemli romanlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Rushdie ardından yazdığı, zengin karakterlerle dolu politik bir alegori olan Utanç (Shame) romanıyla bu kez Pakistan’da şimşekleri üstüne çeker. Roman kısa sürede yasaklanır. Romanda utanmazlık ve utanç şiddetin kökleri olarak yer alır ve bir ailenin yazgısı Pakistan’ın yazgısına karışır. Romanda Pakistan halkı için utanç duygusu hayatın her yerinde insanın karşısına çıkan bir olgudur. Ama gerçekte insanların utanç duygusundan bir türlü kurtulamadıklarını anlatır metin.
“Nereye baksam utanacak bir şey var. Ama utanç da diğer şeyler gibi; insan onunla uzun süre yaşadığında mobilyalarından biriymiş gibi alışıyor.”
Ne yazık ki şiddet olgusu ve utanç duygusu Rushdie’nin de hayatının merkezinde yer alacaktır. Utanç duygusu onun için belki de yersiz yurtsuzluğunun bir sonucudur. Zira Salman Ruhdie ne doğduğu topraklara aittir, ne de tam olarak değerlerini benimsediği Batı dünyasına. 1947 yılında Hindistan Britanya sömürgesi altındayken Hintli Keşmirli Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Cambridge eğitimli bir avukat babanın ve öğretmen bir annenin çocuğudur. Kendisi de eğitimini Cambridge’de tarih alanında yapacaktır. Dördüncü romanı Şeytan Ayetleri’yle birlikte de doğduğu topraklarda ve içinde büyüdüğü dinin mensuplarının önemli bir kısmının gözünde tam bir nefret objesine dönüşecektir.
Şeytan Ayetleri romanı paralel hikâyelerle ilerleyen, gerçeğin ve hayalin birbirine karıştığı bir metindir ve merkezinde göçmenlerin yaşadığı yabancılaşma ve kimlik sorunu yatmaktadır. Rushdie’nin romanları hep büyük, kalabalık anlatılardır. Farklı sesler, farklı dünyalar birbirine girer, bazen okuyucu o dünyaların içinde nefes alacak yer bulamaz. Örneğin Öfke (Fury) romanında, felsefeci Malik Solanka onulmaz bir yara gibi, içinde büyük bir öfke taşımaktadır. Akademideki dar görüşlü ve boğucu ortamdan sıkılmış ve üniversiteden istifa etmiştir. Televizyonda felsefe programları yapmaya başlar. Her şey görece iyi giderken ve Malik iyi para kazanırken, ani bir kararla evini, karısını ve henüz üç yaşındaki oğlunu terk ederek New York’a yerleşir. Roman bu noktada, sözde medeniyetin merkezinde, milenyuma girmiş dünyanın hem eski korkularından ve önyargılarından kutulamadığını hem de yeni korkular ve canavarlar yarattığını anlatır.
Rushdie polisiye bir kurgu ve aşk hikâyesi eşliğinde Soytarı Şalimar (Shalimar the Clown) romanında okuyucusuna Kaliforniya’dan Filipinler’e kadar birçok yeri gezdirir. Başkarakter bir teröristtir ve Rushdie insanı terör eylemlerine götüren süreci anlamaya çalışır. Kimi zaman aynı olumsuzluklara maruz kaldığımız halde, içimizden birileri neden ölçüsüzce intikam peşinde koşmakta ve diğerlerinin hesabına utanç düşmektedir?
En yorucu, üzerinde en çok çalıştığım eserim dediği Floransa Büyücüsü (The Enchantress of Florence) romanı ise okuyucu için imgelerin havada uçuştuğu, Binbir Gece Masalları’nı andıran, tam bir dilsel şölendir. Merkezde Babür İmparatoru Ekber Şah ve onun mutlak iktidar arayışı vardır. Romanda Doğunun ve Batının tarihine, yarattığı kültürlere sayısız gönderme eşliğinde, aşk, kader, güç, tutku, büyü, hikâyelerin gücü gibi temalar resmigeçit yapar…
Fetvadan sonraki 18 yıl boyunca Salman Rushdie korumalar eşliğinde gezerek, devamlı yer değiştirerek ve saklanarak hayatını sürdürdü. Rushdie yıllar sonra o saklanma dönemini, yaşadığı sıkıntıları ve ölüm korkusuna alışmasını otobiyografik kitabı Joseph Anton’da anlatacaktı. Kitaba bu ismi vermesinin nedeni, o yılarda polisin kendisinden takma bir isim seçmesini istemesi üzerine Joseph Conrad ve Anton Çehov’un ilk isimlerinden oluşan Joseph Anton ismini kullanmaya başlamasıydı.
İran hükümeti ilerleyen yıllarda baskılara dayanamayarak fetvayı desteklemediğine dair birkaç açıklama yaptı. Zira fetva Şubat 1989’da duyurulmuş ve Humeyni aynı yılın haziran ayında ölmüştü. Daha sonra İran’dan gelen argüman şu olacaktı: Fetvayı veren lider öldü, bu artık bir devlet politikası değildir. İran yönetimi yavaş yavaş bu söylemden uzaklaşmaya çalışacaktı. Ancak hemen ardından başka oluşumlar tarafından yapılan açıklamalar suyu bulandırmaya devam etmişti. Şii İslam geleneğinde fetvanın geri alınamayacağı bilinse de, yıllar olayı hem Rushdie hem kamuoyu için soğutacaktı.
Peki yine de bu saldırı bazılarımız için neden sürpriz olmuştu? Burada birkaç neden öne çıkmakta. Bir kere 30 yıl önceki konjonktürle şimdiki arasında çok fark var. Dünya daha küresel sorunlarla meşgul artık. İslam ülkeleriyle Batı arasındaki ilişkilerde çatışma ve uzlaşma eksenleri çeşitlenmiş durumda. Salman Rushdie’nin hikâyesinde bile birçok değişken hâsıl olmuş, yazarın tüm dünyadaki siyasi ve edebi algılanışı, popülaritesi, metinlerinin evrildiği yön değişmiştir. Hatta öyle ki, Rushdie’nin son yıllardaki kimi etkinliklerinde güvenlik önlemleri bile alınmamıştır.
Çoğu uzman, siyasi, ekonomik ve sosyal krizlerle uğraşan İran’ın bu saldırıdan bir çıkarının olamayacağını iddia etmektedir. Bütün bunların ışığında, en kuvvetli ihtimal, obsesif, radikal bir kişiliğe sahip Hadi Matar’ın saldırıyı tek başına planlamış olduğudur. Bu durum da bir yönüyle kendi mikro evrenlerini yaratan 21. yüzyılımıza uymaktadır. Bundan otuz yıl önce böylesi bir saldırıyı tek başına planlayıp uygulamaya geçmek neredeyse imkânsızken, ulaşılabilirliğin ve görünürlüğün bu kadar arttığı günümüzde ise çok zor olmamaktadır. Kaldı ki Hadi Matar için de zor olmamıştır. Önündeki birkaç metreyi katedip sahneye atlamak yetmiştir ona.
İskoç filozof David Hume, üç asır öncesinde “ben” dediğimiz şeyin ne olduğunu sormuştur. Her şeyi kaydeden, hatırlayan, planlar yapan kafamızın içindeki “ben” dediğimiz olgu nedir? İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (A Treatise of Human Nature) adlı ünlü kitabında benlik kavramının algılarla oluştuğunu açıklamıştır. Ona göre, insanlık sürekli hareket ve akışkanlık içinde olan farklı algıların bir demetinden başka bir şey değildir. Ben denen olgu parçalı, gevşek, değişken bir bütündür. Belki de sorulması gereken soru onun aslında kim olduğudur. Dünyanın en ünlü nörobilimcilerinden Antonio Damasio, dolaylı olarak aslında bu soruya yanıt vermiştir. Zihindeki Benlik (Self Comes to Mind) adlı kitabında bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğin akıl olmadığını söyler. Özneyi sahneye çıkaran edim, kendisinin özne olduğunun bilincinde olmasıdır. Bildiğini bilmesidir. Damasio’ya göre yeryüzünde öznellik başlamasaydı yaratıcılık olmazdı, edebiyat, resim, müzik olmazdı. Dahası aşk olmazdı. Aşkı seksten ayıran şey öznenin varlığıdır. Şiddeti modern toplumdan dışlayacak şey öznenin bunun üstüne düşünmesidir. Özne salt algılarının esiri olamaz, olmamalıdır.
Salman Rushdie, Pen America’nın galasında konuşmasını bitirdiğinde yüzünde buruk bir tebessümle dinleyenleri selamlamıştı. Kaderini ve tüm yaşamını yazdığı kelimelere, kurduğu düşlere emanet etmişti o. Belki de o anda, aklının bir köşesiyle huzursuz sürgün hayatının yarattığı tüm sonuçları düşünüyordu.
Bugün 21. yüzyılda dünyanın önemli bir kısmında hâlâ ifade özgürlüğünün olmayışı insanlığın en büyük başarısızlıklarından biridir. Zira bunun yarattığı zincirleme reaksiyondan günümüz dünyasında kimse kaçamamaktadır. İstediğiniz kadar güvenlikli şehirlerde, korunaklı evlerde, steril ortamlarda yaşayın, şiddet ya da utanç er geç sizi bulacaktır.
Önceki Yazı

Fidan Terzioğlu ile söyleşi:
Tasavvuf gözüyle yapay zekâ filmleri
“Yolum beni sinemadan, hikâyelerden, hikâye anlatma yöntemlerimizden geçiriyor. Onlarla meşgul olarak öğreniyorum. Bu durumda bilimkurgu alanı, yapay zekâ filmleri kendini bana çeken devasa bir yıldız kümesi gibi. Bu yıldız kümesindeki birincil soruların belki de en başında, yine aynı soru var. İnsanı insan yapan nedir? Yapay zekâyı insandan ayıran nedir?”
Sonraki Yazı

“Kötülük eylemde midir, yoksa niyette mi?”
“Edebiyat hayatın yazardaki izlenimlerinden doğar. Dolayısıyla hayatta ne varsa edebiyata konu olabilir. Hayatta da maalesef cinayet, cinsel istismar, her türden şiddet var. Yazarın bunları görmezden gelmesi düşünülemez. Bazı şeylerin çevresinden dolaşan edebiyatın içi boştur. Dürüst değildir.”