Louise Glück’ün ardından:
Louise, nostos ve kapıları
“Bir Louise Glück şiirini çevirirken, onun sözcüklerle oynadığı oyunları kolayca ifade etmek ne mümkün! Islak çimlerdeki çiğdem yığınları da diyebiliriz, o ıslaklıktan yola çıkarak –suyun üzerindeymişçesine– sürüklenen çiğdemler de. En sonunda hayal eder, hisseder ve o çiğdemin süzüldüğünü görürsünüz. Glück’ün kullandığı birçok sözcük birkaç anlamlıdır ve o her birini kasteder.”

Louise Glück. Fotoğraf: Katherine Wolkoff.
Her bir harften ilerleyip ta derinlerdeki iç dünyaya açılan duyguların kapılarını, anahtarlarını, bulmaya çalışmak; yazılan bir otobiyografi dahi olsa ötesine geçmeye uğraşmak. Doğrudan verilen anlamdan ziyade şu çağrışarak gelen dolaylısına odaklanmak. Bizi edebiyata bağlayan esas şu anlam arama serüveni değil midir?
Şunlarla başlamak âdettendir: Eserleri, düne kadar, yaklaşık yirmi yıldır Yale Üniversitesi’nde hoca olması, şiiri üzerine yazılmış kitaplar, kazandığı onursal doktoralar, sayısız ödül, hepsi orada, okuyabilirsiniz. 1993’te ona verilen Pulitzer Ödülü’yle daha çok tanınmış, hatta Türkçeye ilk ve son kez onun akabinde çevrilmiş.[1] Şiirin böylesi güçlü olduğu bir kültürde, sözleri ne kadar etkili, çeviri ne denli iyi olursa olsun tutunamaz – ki “kadın şair.” Şair-i âzam, üstat şair “Poet Laureate”[2] payesi dahil, ABD’de verilen bütün ödülleri alan dünyadaki en önemli şairlerinden biri olsa da. Nobel kazanıp da çevrilmeyen kaç edebiyatçı var dilimize?[3] Şiirin girdiği kapılar hep farklı.
Glück yanımızda olsa belki, şöyle, şiire çok küçük yaşlarda babasıyla birlikte yazdığı komik, vezinsiz dizelerle başladığını söyleyerek[4] başlar söze. Kaybın ne demek olduğunu o doğmadan ölen ablasıyla ilk deneyimleyişini, eğitimini konvansiyonel yollardan yapmadığını ve kendini daha çok “oto-didakt” olarak tanımladığını... Tüm bunlar bir şairi anlatır mı bize? Hangi yollardan geçtiğini, hangi şairlerden etkilendiğini bildiğimiz takdirde (Emily Dickinson) daha mı çok severiz dizelerini?
O vakit, kendini “otobiyografik şair” olarak tanımlayan Glück’ü belki dört şiiri üzerinden tanımaya çalışabiliriz, gecikmiş de olsak, anlamaya; şu çoğumuzun ezberine giren son iki dizesiyle başlayarak:
Dünyaya sadece bir kez bakarız, çocukluğumuzda.
Gerisi hatıra.
Çocukluğu onun için “nostos” yani hep yuvaya dönüş. Şiirin ismi de bile isteye öyle: Nostos. Yunan mitolojisindeki, sonradan nostaljiye de kök olan sözcük; bize Odysseia’dan günümüze lirik kahramanın eve dönüşünü anımsatmak isteyen, dizelerinin yüzlerce yıl öncesine uzandığını da. Mitoloji, tıpkı çocukluğu gibi, uğramayı sevdiği geçmiş dünyalardan biridir Glück’ün.
Dillere pelesenk olan son iki dizeyi anlamak için, kendi başlarına duruyormuşcasına yazılan ve esasında sonra geleceklere ‘rüçhan hakkı’nı veren bir öncekilere bakmalı illaki:
Tarlalar. Uzun çimen kokusu, yeni biçilmiş.
Lirik bir şairden beklendiği üzere.
Her ikisi de müstakil dize sanki, öylesine yazılan. İlkinde sıradan hatta düzyazı gibi görünen bir betimleme – herkesin yazabileceği. İkincisinde şiirsellikle değil de şairanelikle alay eden bir nükte. Şair, hem de öğrencisi, Elisa Gonzalez[5] Glück’ün eğlenceli oluşundan dolayı hiç takdir edilmediğini söylemiş – “atıl, cansız, konvansiyonel,” bir dizeyi sevmediğinde kullandığı sözcüklermiş. O aslında âtıl duran iki dize okurlarla oyun oynamak için yazılmış sanıyoruz ama değiller. Her ikisi de sonra gelecek o vurucu, hatta sersemletici sona bizi hazırlıksız yakalatmak için meğer hınzırca planlanmış alesta beklermiş. Alelâde değil, sevdiği tanımıyla, “canlı” sözcükler, hepsi birden, birleşerek tek bir parçası çıksa bozulacak ezeli bulmaca Nostos’u oluşturmak için:
Bahçede bir elma ağacı vardı –
bu kırk sene önce
olabilirdi – ardında,
yekpare çayırların. Islak çimde
süzülen çiğdem.
Pencerede durdum:
nisan sonuydu. Bahar
çiçekleri komşunun bahçesinde.
Sahi, kaç kez yaş günümde çiçek açmıştı ağaç,
önce değil, sonra değil,
tam gününde? Sabitin ikâmesi
yer değiştirenlerle, evrilenlerle.
İmgenin ikâmesi
insafsız yeryüzüyle. Ne biliyorum ki,
bu yer hakkında,
ağacın onyıllar süren rolünün
bir bonzaiyle kapılmasını, tenis kortundan
yükselen sesleri –
Tarlalar. Uzun çimen kokusu, yeni biçilmiş.
Lirik bir şairden beklendiği üzere.
Dünyaya sadece bir kez bakarız, çocukluğumuzda.
Gerisi hatıra.
Bir Louise Glück şiirini çevirirken, onun sözcüklerle oynadığı oyunları kolayca ifade etmek ne mümkün! Islak çimlerdeki çiğdem yığınları da diyebiliriz, o ıslaklıktan yola çıkarak –suyun üzerindeymişçesine– sürüklenen çiğdemler de. En sonunda hayal eder, hisseder o çiğdemi ve süzüldüğünü görürsünüz. Glück’ün kullandığı birçok sözcük birkaç anlamlıdır ve o her birini kasteder. Dizelerinin içinde farklı metinlere uğrar – kapılara; ayartıp, farklı diyarlarda olma arzusunu hissettiği zamanlara, hep yanında taşıdığı Boyasız Kapı’dan girdiği çocukluğuna:
Sonunda, orta yaşta,
Çocukluğa dönmek çeldi aklımı
Ev aynıydı, ama
kapı farklıydı
Artık kırmızı değil –boyasız tahta.
Ağaçlar aynıydı: meşe, kızıl kayın.
Ama insanlar –geçmişin tüm sakinleri–
gitmişlerdi: kayıp, ölü, taşınmış.
Karşı sokaktaki çocuklar
yaşlı erkekler ve kadınlar
Güneş aynıydı, çimler
yazın kahverengi kavrukluğundaydı.
Ama şimdi yabancılarla doluydu.
Ve bir biçimde tamamen doğruydu her şey,
tam da anımsadığım gibi: ev,
sokak,
zengin köy–
Tekrar hak iddia etmek ya da girmek için değil
Ama meşrulaştırmak
sessizliği ve mesafeyi,
zamanın ve mekânın uzaklığını,
hayalin ve düşün sersemleten kesinliğini-
Çocukluğumu başka yerlerde olmanın upuzun arzusu diye hatırlıyorum.
Ev bu; bu olmalı
aklımdaki çocukluk.
Kanonlaşmaya ya da sınıflandırılmaya karşıymış. İkonkırıcılığı ve biraradalığı ile bilinmek istermiş.[6] Yaşamını, duygularını anlattığı şiirlerinde dürüst olduğu an, itiraf ettiği sanıldığındandır belki, “itirafların şairi” olarak da bilinmiş. Yaşadığı dilde en çok bilinen şiiri yaşamın değişen yollarında rastladığı, belki de son dönemece girdiğini hissettiği anda ona gelen “Kavşaklar”mış.[7]
Bedenim, biz artık daha fazla birlikte seyahat edemeyeceğiz.
Sana karşı yeni bir şefkat hissetmeye başladım, çok ham ve yabancı,
gençken aşkın ne olduğunu hatırlamama benzer –
gayeleri çok aptalca olan o aşk
ama asla tercihlerinde, heyecanlarında değil.
Öncesinde çok fazla talepkârdı, verilemeyen söz çok fazlaydı.
Ruhum çok korkaktı, çok da hunhar:
zalimliğini affet.
Sanki o ruhmuş gibi, elim üzerinde temkinle geziyor,
incitmeme arzusunda
ama hevesli, sonunda, o ifadeyi cismen elde etmek için:
dünya değil özleyeceğim,
sensin özleyeceğim.
Kime âşıkmış, bize ne? O aşk gerçek mi hayal mi, ne önemi var? Biz şu, aşkıyla konuşurken, romantizmini yansıtırken harcıalemmiş gibi kullandığı istihzaya hem de bundan duyduğu hazza bakalım. Bu duyguların bizi, yeryüzünde âşık olmuş herkesi kapsamasına. Penceresinin önünde ya da bahçede yazdığını hayal edeceğimiz şu derin Sabah Âyinleri’ni bize aktarmasına – akıtmasına:
Demek o, seninle de birlikte, tıpkı huş ağaçlarıyla olduğu gibi:
Seninle kişisel konuşmak
için değil bu. Ne çok şey
geçti aramızda. Yoksa
acaba hep mi tek
taraflıydı? Ben,
hatalıyım, hatalıyım, senden
insan olmanı istedim -- daha muhtaç değilim yoksa
diğerlerinden. Ancak tüm o duyguların eksikliği,
en az endişelendiğim – Huşlardan
söz ederek devam edebilirim yoksa,
önceki hayatımda olduğu gibi: bırak
yapacaklarının en kötüsünü yapsınlar, bırak
beni Romantiklerle gömsünler, onların şu
düşen sarı yapraklarıyla
üstümü örtsünler.
Sade güzelliğiyle bireysel varoluşu evrensel kılan şaşmaz şiirsellikteki sesinden ötürü Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen müstehzi romantik Louise Glück bize sorulduğu zaman şunu diyebilir miyiz artık? Bir şairi en iyi anlatan sadece duyguları ve onları döktüğü dizeleridir.
Glück’ün Almanca, şans demek olmasına ne demeli?
NOTLAR:
[1] Louise Glück Seçme Şiirler. Çev. Güven Turan, İstanbul: YKY, 1994.
[2] 2003-2004 yılları arasında.
[3] "Kutlanacak bir ödül", K24
[4] 2012’de kendisiyle yapılmış söyleşinin videosu için buraya tıklayabilirsiniz.
[5] Bkz. Elisa Gonzales, “Against Remembrance: On Louise Glück”, The Paris Review
[6] Daniel Morris, The Poetry of Louise Glück: A Thematic Introduction. Minnesota: University of Minnesota Press, 2006, s. 30–31.
[7] Kendi sesinden dinlemek için buraya ya da buraya tıklayabilirsiniz.
YAZARIN NOTU:
Çevirmeye çalıştığım şiirlerin İngilizce orijinallerini burada bulabilirsiniz.
Unpainted Door
Finally, in middle age,
I was tempted to return to childhood.
The house was the same, but
the door was different.
Not red anymore— unpainted wood.
The trees were the same: the oak, the copper beech.
But the people— all the inhabitants of the past— were gone:
lost, dead, moved away.
The children from across the street
old men and women.
The sun was the same, the lawns
parched brown in summer.
But the present was full of strangers.
And in some way it was all exactly right,
exactly as I remembered: the house, the street,
the prosperous village—
Not to be reclaimed or re-entered
but to legitimize
silence and distance,
distance of place,
of time, bewildering accuracy of imagination and dream—
I remember my childhood as a long wish to be elsewhere.
This is the house; this must be
the childhood I had in mind.
Nostos
There was an apple tree in the yard —
this would have been
forty years ago — behind,
only meadows. Drifts
of crocus in the damp grass.
I stood at that window:
late April. Spring
flowers in the neighbor’s yard.
How many times, really, did the tree
flower on my birthday,
the exact day, not
before, not after? Substitution
of the immutable
for the shifting, the evolving.
Substitution of the image
for relentless earth. What
do I know of this place,
the role of the tree for decades
taken by a bonsai, voices
rising from the tennis courts —
Fields. Smell of the tall grass, new cut.
As one expects of a lyric poet.
We look at the world once, in childhood.
The rest is memory.
Crossroads (son altı satırda boşluk yok ama silemedim)
My body, now that we will not be traveling together much longer
I begin to feel a new tenderness toward you, very raw and unfamiliar,
like what I remember of love when I was young —
love that was so often foolish in its objectives
but never in its choices, its intensities
Too much demanded in advance, too much that could not be promised —
My soul has been so fearful, so violent;
forgive its brutality.
As though it were that soul, my hand moves over you cautiously,
not wishing to give offense
but eager, finally, to achieve expression as substance:
it is not the earth I will miss,
it is you I will miss.
Matins
I see it is with you as with the birches:
I am not to speak to you
in the personal way. Much
has passed between us. Or
was it always only
on the one side? I am
at fault, at fault, I asked you
to be human--I am no needier
than other people. But the absence
of all feeling, of the least
concern for me--I might as well go on
addressing the birches,
as in my former life: let them
do their worst, let them
bury me with the Romantics,
their pointed yellow leaves
falling and covering me.
Önceki Yazı

Nazi kampı tanıkları
“Primo Levi, 1987’de 68 yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar etti; Améry ise 1978 yılında aşırı dozda uyku ilacıyla.... Onlar Nazi kamplarının zulmünden kurtulan iki aydındı. Asli görevlerinin 'tanıklık' olduğunu düşünen bu iki aydın, değişmesini umdukları, faşizmin, soykırımın son bulmasını düşledikleri bir dünyanın tam orta yerinde yaşamlarına son verdiler. Verdikleri mücadele saygıdeğerdi.”
Sonraki Yazı

Helen Garner’ın öyküleri:
Eşikler, dönüşümler, gerilimler
“Garner, duygusal ilişkilerdeki eşiklerin öne çıktığı öykülerinde böylesi eşiklerin belirlenebilir, tarihi atılabilir kritik (kopuş) anlarını –az öncesi ve az sonrasını da içerecek şekilde– anlatmakla beraber aslında bu eşiklerin tek bir andan ibaret olmadığını da sezdiriyor. Eşik zamanı 'esneklik kazan[mış], sün[müştür.]' Olacakların, yaşanacakların sezgisi kişilere olay ânından önce gelmiştir çoğu seferinde.”