
Hayat Hanım, Ahmet Altan’ın romancılığında bir bakıma “eşik değiştirme” anlatısı olarak karşımıza çıkmıştı. Bu kez Zarlar adlı eseriyle kendisinin bu “eşik”i bambaşka bir boyuta taşıdığını söylemeliyim.
“Anlatı sihirbazı” gibi tanımlar yapmanın ötesinde, dili, kurguyu bu denli ustalıkla kullanabilen bir yazarı “usta romancı” diye tanımlamak sanırım en yakışanı olacaktır.
Altan bu romanında tarihsel üçlemesine bir “ekleme” yapmak yerine, gene tarihsel bir döneme değinerek, o dönemin bir olayını adeta romanın savı haline getirip bambaşka bir gerçekliği anlatıyor bize: İnsan ruhuna yolculuk...
Okur bu yolculuğa, insanın ruhuna doğru kapsayıcı bir iç bakışın ışığında çıkarılıyor. İnsana ait duygularının, onun yaşama yönelik düşüncelerinin, neden ve sonuçlarıyla eylemlerinin, içinde bulunulan çevreyle şekillenen algılarının boyutlarının derinlikli bir şekilde yansıtıldığı bir hikâyenin kapısını aralayarak başlatılan yolculuk; topluma, yaşanan zamanın ruhuna ve yaşanan dönemin gerçekliklerine bakmak derdinde olan bir romancının kendi deneyimlerini de anlatısına katmasıyla varsıl ve etkili bir anlatı düzeyine erişiyor. Öyle ki, Altan’ın yaşadığı dönemdeki siyasal ve toplumsal olaylar bireysel olarak başından geçenlerle birlikte romanın dokusunu var ediyor ve bir metafor olarak “zarlar” imgesi, adeta bir anlatı kahramanı gibi, roman boyunca size kılavuzluk ediyor.
İşlenen siyasi bir cinayetin özünü de yansıtan bir sürüklenişin odağındaki kahraman Ziya bir modern roman karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Ziya’nın on altı yaşından yirmi iki yaşına kadarki hayatına dair anlatılan öykünün derinliğini oluşturan o cinayete sürükleniş döneminin aktarımı kadar, bir insanın kendini ölüm duygusu karşısında nasıl gördüğünün de yansıtılması, yalnızca insanın korkularının değil, kazanmanın ve kaybetmenin ne menem bir şey olduğunu okura tüm çıplaklığıyla gösteriyor.
İşte insan ruhunun izlerinin yansımalarının taşıyıcısı olan anlatıcının derinlikli bakışı kadar felsefi bir söyleme sahip olması, hatta derinlikli bir ruhsal kavrayışının olması, günümüz romancısının tavrına/tutumuna dair okura çok şey anlatmaktadır.
Öyle ki, hikâyenin vardırıldığı yerde, dönemin Sadrazamı Mahmut Şevket Paşa’nın hasımları tarafından siyasi bir cinayete kurban gitmesinin ardındaki gerçekler üzerinde bizi düşündürmesi de, romanda kısaca anlatılan ama aslında romanın ana aksını oluşturan sav olarak karşımıza çıkması açısından önemlidir.
Ek olarak, yazı/yaşam deneyiminin de bu sava katılmasından dolayı Ahmet Altan’ın okura “ne söylediği” üzerinde de ayrıca durmak gerektiğini düşünüyorum.

İnsan psikolojisine dair yazılmış sarsıcı bir roman olan Zarlar ile, bir romancının okurunu insana dair bir yolculuğa çıkarışına şahitlik edebilir, döneme yönelik düşündürdükleriyle de günümüzde roman sanatının en az bilim kadar etkileyici olduğunu görebilirsiniz.
Bir romancı için işte asıl şapka çıkarılası durum budur bence.
İnsan ruhunun gözeneklerinin kat kat açılarak ölüm, korku, öfke, öç alma, sıkışıp kalma, yenilgi, gurur, kaybetme, tutku gibi birçok izleğin bir insanın öyküsünde buluşturulduğuna şahit olduğumuz roman, sıklıkla yinelediğim, “Kurgu, hakikati gölgeleyen gerçeği de aydınlatır” düşüncemin somutlandığı bir eser olarak, ne anlattığına ayrıntılı değinilmeyi hak etmektedir kanımca.
Her şeyin başında, Zarlar romanı özelinde Ahmet Altan’ın ne denli iyi bir anlatıcı ve etkili bir kurmaca ustası olduğunu dile getirerek başlamalıyım.
Altan’ın karakter kuruculuğundaki yetkinliği, olay örgüsünü biçimlendirmedeki zekice yorumlar ve buluşturmalarla birleşince, okurun pürdikkat kesilmesini sağlayacak düzeyde etkili oluyor. Kendisi de adeta çizdiği karakterlerin ruhunu okuyor, bir anlatıcı olarak da okutturuyor. Romanını neden yazdığının ana düşüncesini de bu gerçeklik üzerinden okuruna yansıtıyor.
Sanırım şu cümlesi bu durumu yansıtmada yeterli olacaktır:
“Zihni bir uyuşuklukla sarılıyor, beklentilerin yarattığı uğultular o uyuşukluğun içinde yankılanıyor ama o uyuşukluğu aşıp harekete geçemiyordu.” (s. 22)
Ahmet Altan bu kez tüm yaşam ve hapishane deneyimini de kattığı Zarlar’da bir bakıma özeleştiri de getiriyor. Kime/neye diyecek olursanız, bunu –birbirinden farklı yanıtlar almak adına– okurun algısına bırakmak gerekiyor sanırım.
Çoğunlukla Sinop Cezaevi, İskenderiye ve İstanbul arasında geçen öykünün anlatımında yer yer bir Akdeniz anlatısının rüzgârını da hissediyorsunuz.
Kumarı, kumarbazın bağımlılığını Dostoyevski anlatmıştı bize. Zarlar’ı okurken ise yer yer André Gide ve Albert Camus’nün romancı düşünüşlerinin izlerini hatırlatan, hatta bazen bunları (da) aşan bir duyarlıkla karşılaştığımızı söyleyebilirim. Romanı okurken kimi zaman Nietzsche’nin felsefesine, Schopenhauer ve Kierkegaard’ın düşüncelerinin yansılarına yolunuzun çıkması da kuvvetle muhtemel...

Zarlar için, romanın özünde insana doğru yürümek olgusu yatmakta diyebiliriz. Ziya’nın kaçak olarak geldiği İskenderiye’deki çiftlikte karşılaştığı Nora romanın bu yanını yansıtmadaki işlevi açısından önemli bir figür olarak okurun karşısına çıkmaktadır.
Ahmet Altan gören, hisseden ve bakışıyla insanın derinliklerine doğru yürüyen bir anlatıcı olarak iyi bir romancının edebileceği sözleri ediyor. İnsanı kavrayışı ve onun derinlerini anlatışı bu bağlamda yüksek bir bilincin varlığını hissettiriyor; yarattığı her karakterde bu bilincin izlerini görmek de okur için edebi bir doyum yaratıyor.
Hakikaten de Altan çizdiği karakteri öyle insani bir bakışla kavrıyor, insana dair olanı, onun üzerine öylesine titizlikle kuruyor ve onu o kadar derinden hissediyor ki, okurlarına tüm bunları yapıt kahramanlarının üstünde görmek, hissetmek kalıyor.
Ziya derinliksiz/sığ biriyken, anlatıcı konumundayken adeta yazarının kavrayıcı bakışından damıtılmış insani bir kimliğe bürünüyor.
Altan’ın Zarlar yapıtı en temel söyleyişle, “insan ruhunun doğal karmaşasının romanı”.
“Ziya ... tuzağa düşmüştü. Zarlar hileliydi. Kazanma ihtimali hiçbir zaman olmamıştı” alıntısı ise Altan’ın aynı zamanda ne kadar iyi bir zihin okuyucusu olduğunu gösteren örneklerden yalnızca biri.
Anlatıcının bu cümlesinden başa dönerek romanı okuduğunuzda, Ahmet Altan’ın Zarlar’ı yazma/anlatma düşüncesinin tözüne de varabilirsiniz sevgili okurum. Dedim ya, düne bakarken bugüne de göndermeleri olan bir anlatı karşımızdaki.
Romanın finalindeki iki pasajı da tam burada okumanızı isterim:
“… bir oyunda kaybetmek onu hiçbir zaman umutsuzluğa sürüklemez, tam aksine her kaybediş onun umutlarını ve kazanma arzusunu keskinleştirirdi.” (s. 193)
“Aklına, cesaretine, gücüne, tükendikçe yeniden doğacağına olan büyük güveni kökünden sökülüp yıkılmıştı.” (s. 194)
Zarlar çaresizlik kadar umut etmenin, tükenmişlik kadar sabretmenin, vazgeçmek kadar direnmenin, kısacası insana ait tüm duyguların karşıtlarıyla birlikte var olduğunun yadsınamaz gerçekliğinin romanı sevgili okurum.