Yalnızlıktır insan, gerisi vesaire...

Yalnızlığa Övgü

Bililtizami Burukluklar Külliyatı

ALİ MURAT İRAT

İmge Kitabevi
2017
198 sayfa

2. baskı, 2021

16 Ekim 2025

CAFER SOLGUN

Yalnızlık insanlığa en yakın haldir. İnsanın en yalnız olduğu an, en insan olduğu andır. Çünkü insan en çok yalnızken özler, yalnızken korkar, yalnızken sever, kendini yalnızken koklar. Yalnızken hatırlar, yalnızken dokunur kendi kendinin yüreğine.

Yalnızlığa olumsuz anlamlar atfedilir genellikle. “Olumsuz” ne kelime, çoğu zaman acınası bir durumdur adeta. Yalnızmış. Yalnız kalmış. Bir başına. Yazık...

“Çekilen” bir şeydir yalnızlık, tıpkı acı çekmek gibi, kahır çekmek veya çile çekmek gibi; yalnızlık çekmek denir o yüzden de. “Çekilen” bir şeydir, katlanılan bir şeydir, katlanılması zor bir şeydir ve bundan sebep olmalı, öyle midir değil midir düşünmeden, “Yalnızlık Allah’a mahsus” denir yalnızlık çekene, yalandan ya da sahiden, inanarak, acıyarak, iç çekerek.

Malum, yalnızlık çekmek denince ilk akla gelen, bir eşi olmamak halidir; erkekse “karısı” ve kadınsa “kocası” yani. Bulmak lazımdır. Belli bir yaşa gelince oğlan askere gitmelidir “adam” olmak için, dönünce bir iş güç sahibi olmalıdır ve elbet nihayetinde bir “yuva” kurmalı, çoluk çocuğa karışmalıdır.

Kız için de öyle. Kızını neredeyse yürümeye başlar başlamaz başını ona buna “bağlayan”, dindar görünümlü, basbayağı ve dümdüz psikopat ebeveynler değilse söz konusu olan, kız çocuğu da belli bir yaşa gelir gelmez, önüne aileden başlamak üzere bulunduğu sosyal çevre tarafından konan hedef bir koca edinmek, “yuva” kurmak ve çocuk yapmaktır.

Yalnızlığın bir adı yok. Birden fazla adı, sıfatı, rengi ve cismi var. Bazen bir isim yalnızlık, bazen bir bank, bazen bir yürüyüş, bazen de bir gülüş. Neyin onu getireceğini ve neyin onu gidereceğini bilmediğimiz bir anlar toplamı. (...) Yalnızlığın bir adı olmadığı gibi ona ait bir zaman da olamaz. Çünkü her tanım bir diğerini dışarıda bırakacak, her yalnızlık bir diğeri için “kalabalık” gelebilecektir.

Ortalama insan hallerinden bahsediyoruz; yoksa bu genellemeden ibaret değil elbette ne erkek ne de kadın hallerimiz. Demek istediğim, yalnızlık çekmek deyince, bunun genellikle “yuva kurmak” ile birlikte anlaşılan bir manası olması.

Toplum deyip geçemezsiniz bu arada. “Elâlem” yani. Nasıl toplum, elâlem, mahalle deyip geçebilirsiniz ki? Bu yalnızlık mevzuu, “elâlemin” en gözde çekiştirme ve en şehvetli dedikodu konusudur. Kim hâlâ ve niye evlenmemiştir; kim evde kalmış, “kız kurusu” olmuştur veya kim berduşun tekidir ve kimse ona kız filan vermeyecektir, filan...

Yalnızlık “çekilen” bir şeydir ve aynı zamanda korkulan bir durumdur. Kadınsanız hele, nice “cesur yürek” de olsanız, dört bir yandan gelmesi kuvvetle muhtemel tehdit ve tehlikelere karşı sürekli bir teyakkuz halinde olmanız lazımdır. Yalnızlık ürkütücü bir “belalara” açık olma durumudur; evde, işte, sokakta...

Geceleri caddede, sokakta hızlı adımlarla ve sağına soluna bakmadan yürüyen kadınların telefonları elindedir genellikle. Nedenini düşündünüz mü? “Zamane gençleri işte, telefonları hep ellerinde” demeyin hemen. Çünkü olası bir saldırı, taciz, kaçırılma ihtimalini savuşturmak için tedbir ve savunma amacıyla ellerindedir o telefonlar; bir “olumsuzluk” halinde hemen ailesinden birilerini aramak veya doğrudan polisi aramak için yani.

Evinizde yalnızsanız ve biraz da en ufak bir tıkırtıda, “O ses de neydi öyle?” diye ayaklanan, işkilli bir yapınız varsa; sizin için de, durumunuzu (yalnızlığınızı) bilen eş dost ve yakınlarınız için de tedirgin ve endişeli olmak kaçınılmazdır.

Neyse… Daha da çeşitlendirilebilir yalnızlık hallerine dair olumsuz yargılar, önyargılar, kanaatler ve ön kabuller. Ama bir noktada sözü yalnızlık deyince kendi zihnimde canlanan hatıralardan çıkardığım sonuçlara getirmem gerek. Tabii beni yalnızlık üzerine düşünmeye yönlendiren Ali Murat İrat’ın Yalnızlığa Övgü/Bililtizami Burukluklar Külliyatı isimli kitabına bir de.

... Yalnızlık başta peygamberlerin meziyetidir ki, örneğin İsa çölde, Musa Tut Dağında ve Hz. Muhammed ise bir mağarada yalnızlıklarıyla sınanmış ve büyük deneyimler ve sonuçlarla oralardan çıkmışlardır.

Sizi bilmem, ben yalnızlığıyla barışık biriyim. “Kalabalık” iken düşünemez, okuyamaz, yazamaz, çizemezsiniz mesela. Düşünemez, okuyamaz, yazamaz, çizemez olmak, benim örneğimde, olacak şey değil. Bu nedenle bile olsa, yalnızlığınızla barışık olmalısınız.

Laf aramızda, yalnızlığıyla barışık olmanın, sanırım yalnızlığa dair olumsuz önyargıların da etkisiyle, marazi bir durum olduğunu düşündüğüm, kendimi sorguladığım zamanlar olmuştur: Biraz insan içine çık, arkadaşlarını ara sor, nicedir çağırıyorlar, okey oynamaya git, meyhaneye git, arkadaşlarınla memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere gir. Olmadı memlekete git biraz, nefes al, iyiden iyiye asosyal biri olup çıktın yalnızlığınla barışıksın diye... Oysa bunların hiçbiri yalnızlığa “alternatif” değil. Erkek erkeğe muhabbetlerde, “Ulan ben senin yerinde olsam var ya...” tazyiklerine maruz kalmışlığım da çoktur, yalan yok; “Yalnızlık Tanrı’ya mahsustur yahu!”

Bir defasında Ali Murat İrat’tan alıntı bir cüretle, “Yalnızlık aslında insana mahsustur” diyecek oldum, rakı sofrasında “olağan” hale gelmiş bu tür bir sohbet esnasında, dinlemek ve düşünmek yerine kahkahalarla gülmeyi tercih etti masadakiler. Felsefe yapmak iyi de, yerini, zamanını, ortamını tutturamazsan olmuyor.

Ali Murat İrat’ın kitabını okuduktan sonra, yalnızlığıyla barışık olmanın marazi bir durum olup olmadığıyla ilgili kendimi sorgulamaktan vazgeçtim. Çoktan.

Eski yalnızlıklarımız yok artık. Şimdiki yalnızlıklarımızsa derinleştirilmeli ve bir yarayı deşer gibi insanın içindeki insan yeniden ortaya çıkarılmalıdır.

Hayatımın önemli bir kesiminde yalnızlık, bilerek veya bilmeyerek, bir özlem konusuymuş benim için; bunun ayrımına vardım bir kez daha. Eminim hayatın farklı koşullarında başkaları için de geçerli bir şey bu; bana mahsus değil yani, insana mahsus.

Benim hapishane zamanlarımda “koğuş sistemi” vardı. Zaten hapsedilmiş, özgürlüğü elinden alınmış insanların “tecrit” edilmesi nasıl kabul edilemez bir hak ihlaliyse, geçmişteki koğuş sistemi de bir o kadar sağlıksız ve olumsuz bir anlayışın ve politikanın ürünüydü. Neyse… Hapishane meselelerine girersek çıkmamız zor olur.

Adlileri bilmem ama, onların durumu bütün zamanlarda siyasilerden hep daha kötü olmuştur. Bizim “siyasi” koğuşlarda kapasitenin 3-4 katı fazla insan kalıyordu ‘70’li, ‘80’li, ‘90’lı yıllarda. Misal, 12 Eylül döneminde işkenceleriyle ünlü Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde 50 kişi kapasiteli koğuşlarda ortalama 150 kişi kalıyordu. En son kaldığım koğuşta tam 170 kişiydik (1994). Sözümona yemekhane olan kısım da dahil, akşam sayımından sonra kirden rengi belirsiz yataklar sererdik koğuşun her yanına. Yan yana, dip dibe; önüm arkam, sağım solum, insan...

Hapis yıllarım boyunca kendi başıma, yalnız başıma, tek başıma kalacağım bir ânım olmadı hiç. Sınırlı bir süre için akan sıcak su nedeniyle banyo sıran gelmişse bile yalnız sayılmazdın; bilirsin, sırada bekleyen arkadaşların var ve uzatmaya kalktığın anda naylon perdenin ardında bekleyenlerin şikâyetleri sökün edecektir. Belki uyumak için yatağına uzandığında diyeceğim ya, o da kendi başına kaldığın bir zaman mıdır, tartışılır; sağında solunda, önünde arkanda insanlar uyumaktadır ve horultular, hırıltılar, nefes alış verişleri, rüyasında konuşanlar, çığlık atanlar… Hele ki sese duyarlı bir yapın varsa, yalnızlık, kendi başına olmak, hayır, geceleri bile mümkün değildi.

Ali Murat İrat

Hapislik yıllarım boyunca en çok önünü duvarlar kesmeden özgürce yürümeyi, toprağa basmayı ve yalan yok, bir de kitaplarımla, defterlerimle kendi başıma olmayı özledim. Çok mu tuhaf? Bilmem ki...

Kitap okumak yalnızların işidir mesela, biliyorum. Her şeyi kâğıda dökmek, yazmak yalnızların işidir. Mektup göndermek oraya buraya, yalnızların uğraşıdır. (...) Yalnızlık ruhun bedene dar gelmesidir.

Olur bazen, kalabalıklar içinde bile insan kendini yalnız ve huzursuz hisseder. Yalnızlık, aslında aynı duygu, düşünce ve duyarlıkları paylaşmadığınız insanlarla aynı ortamda bulunmak zorunluluğu ve huzursuzluk da aynı gerçeklikle beslenen ruh hali. Sabır, tahammül, yalnızlık ve huzursuzluk çoğu zaman birbirini kışkırtan insan halleri oluyor ve Ali Murat’ın dediğince, “Tahammül ettikçe söyleyemediklerimizi biriktiriyoruz ve dilimizin ucunda küfre dönüyor her sözcük”.

Hayatımızı zorunluluklar şekillendiriyor; misal, bir bakın çevrenize, kaç kişi para kazanmak, yaşamını idame ettirmek için çalıştığı işten hoşnuttur?

Çünkü ben bir babanın yalnızken ağladığını gördüğümde anladım bu dünyanın o gözyaşlarından sonra beş para etmeyeceğini.

Herkesin yalnızlığı kendine. Ama işte, sevdiklerinizi yitirmiş olmak, onların yokluğunda da hayatın devam ediyor olması, çoğu zaman bu dünyanın en kahredici yaşamak ve yalnızlık gerçeği olsa gerektir. Kendinizi güçsüz, zayıf, çaresiz hissettiğiniz yalnızlıklardır ve “düşman başına” dedirtir insana...

Huzursuzluk zorunlu olarak yaptığınız her iştir.

Hayatımız hesap yaparak, kaygı, endişe, tahammül biriktirerek geçiyor ve oysa yaşadığın hiçbir ânın, günün, zamanın tekrarı yok.

Biraz yalnızlığa ihtiyacımız var. Yalnızlık üzerine düşünmeye… Yalnızlıklarımızla barışmaya… Nefes almaya… Kendimizi, yalnızlığımızı, insanlığımızı hissetmeye...

Çünkü insan dediğin bir büyük yalnızlık; gerisi yanılsama, hayat, vesaire...

 

 

 

İtalik cümleler Ali Murat İrat’ın Yalnızlığa Övgü (İmge Yayınları 2. baskı, 2021, Ankara) isimli kitabından alıntılardır.