
Han Kang’ın, 2016 Uluslararası Man Booker ödüllü romanı Vejetaryen, gördüğü kâbuslar nedeniyle et yemeyi bırakan Yonghe adlı ana kadın karakter etrafında kurgulanmışsa da romandaki üç ayrı anlatıcının hiçbiri Yonghe’nin kendisi değildir. Anlatıcılar Yonghe’nin kocası, ablasının kocası ve ablasından oluşmaktadır. Ana kahramanın kendini anlattığı bir bölüm bulunmaz; kadın kahramanın kendi sesi aralarda belirip kaybolmaktadır. Kahramanımızın düşüncelerini, sadece ve sadece, romanın diğer kahramanlarının aralarına serpiştirilmiş iç konuşmalarından sezebiliriz. Bu durum –romanın vurgulamak istediği olgu da düşünüldüğünde- yazarın kadının toplumdaki konumuna yaptığı bir gönderme olsa gerektir. Önce babasının, sonra kocasının iktidarı altında itiraz etmeksizin sessizce yaşayan Yonghe’nin sesi, hapsolduğu eril dünyada, bir anlık duyulur ve yeniden kaybolur.
Kadının ikincilleştirilmesinin ana dayanağı olarak biyolojik ve anatomik farklılıkları öne çıkaran bir dünyada, kadının sözü değil bedeni aracılığıyla tepkisini ortaya koyuyor olması da metindeki dikkat çeken bir diğer detaydır. Kendi sesini eril iktidar ağlarında kaybeden kadının yapabileceği tek şey, mevcut hayatın gerçeklerinden kopmak ve deliliğe sığınmaktır. Yani kadın, söz konusu iktidar ağlarına, ancak bedeni ile tepki gösterebilmekte ve kendini bu yolla ortaya koyabilmektedir.
Ana karakterin vejetaryen olma nedeni ahlaki/politik bir tutumdan çok, gördüğü kâbuslardır. Bu durum kitapta, kahramanın kendi ağzından şöyle aktarılmıştır: “Ellerime kan bulaşmış. Ağzıma kan bulaşmış. O ahırda… yere düşen bir et parçasını yemiştim çünkü” (Kang, 2018). Aslında rüyasında yediği kanlı hayvan etinden sonra hayvanları yemeyi bırakması, bir yandan da onun kana ve ete dair duyduğu arzuyla yüzleşmesine de neden olur. İçinde, ete duyduğu iştah ile bu arzunun doğurduğu suçluluk, sarmal halinde gelişmektedir. İnsanın kendinden aşağı gördüğü bir türü parçalayıp yemesi Yonghe’nin daha önceleri yediği şeylerden ötürü taşıdığı acı ve sıkıntı ile birlikte gelişmektedir. Kendi de ikincilleştirilmiş boyun eğdirilmiştir çünkü:
Bir haykırış, yakarış, kat kat birleşiyor ve oraya yapışarak sabitleniyor. Çok fazla et yedim. O hayatlar bozulmadan orada asılı. Kesinlikle. Kan ve etlerin hepsi sindirilip vücudumun her köşesine yayılmış, tortusu dışa atılmıştır, ama o hayatlar ısrarla karın boşluğuma yapışmış duruyor (s. 45)
Bu noktadan sonra artık kâbuslarla başlayan bir ruhsal travmaya şahit olunmaktadır. Ailede erkek iktidarı ile benliği ezilerek, ikinci sınıf bir cinsin üyesi olarak büyümüş olduğu; et yemeyi ailesinin evinde reddettiğinde, yetişkin olmasına rağmen, babasının zor ve şiddet yoluyla ona et yedirmesi sahnesi ile kanıtlanmaktadır:
“Baba ben et yemiyorum.” O an kayınpederin sert eli havayı ikiye böldü. Karım ellerini yanaklarına siper yaptı. … Karımın yanağı kan toplayacak kadar kızarmıştı. … Kayınpeder, acıyla kıvranarak direnen karımın dudaklarına tanğsuyuku bastırdı. Kuvvetli parmaklarıyla iki dudağını açmayı başarmıştı ama sımsıkı dişleri karşısında bir şey yapamadı. Sinirleri tepesine çıkan kayınpeder karımın yanağına bir tokat daha attı. … karımın ağzı açıldığı an kayınpeder eti tıkıştırdı. (s. 37-38)
Bu olay, aslında ayrıntılı bir geçmiş anlatısına rastlanmasa da, kahramanın tüm hayatını baba iktidarının baskısı altında geçirdiğini göstermektedir: “Üstelik Yonghe, hiçbir şeyine gıkını çıkarmadan büyüdüğü için neye uğradığını şaşırmıştır tabii.” (s. 41) Bir kadın, yetişkin ve evli olsa bile, ilk kez erkek iktidarına itiraz ettiğinde şiddete uğramaktan kaçamamıştır. Bu sahnenin sonu, Yonghe’nin meyve bıçağını bileğine saplayıp kendini yaralaması ile son bulmuştur. Sesinin yetmediği yerde yine tepki bedende vuku bulmaktadır; çünkü başkaldırı sadece bedenden yükselebilmektedir. Kimse Yonghe’ye neden et yemek istemediğini sormaz veya bu kararına saygı duymaz.
Kâbuslar ve kendini yaralama eyleminin ardından ruh sağlığı iyice bozulan Yonghe, bu kez ablasının kocası Cong’un sanatsal imgesi olarak bir fantezi nesnesine dönüşecektir, gerçeklikten hızla kopuşu da bunu kolaylaştırıcı bir etken olacaktır. Eniştesini harekete geçiren, insanın bitkilerden geldiğini gösteren bir iz olduğuna inanılan yeşil Moğol lekesini, Yonghe’nin bedeninde taşıdığını öğrenmesidir. Böylece Yonghe, eniştesinin insan bedenlerini bitkilere benzetecek biçimde boyayarak onların çiftleşmesini sergilemeyi içeren sanatsal projesine ilham kaynağı ve diğer yandan da bir tür arzu nesnesi haline gelecektir. Kadının hayattan koparak bitkilere öykünen bir ruh haline girmesi bile onu bir konunun sadece nesnesi haline getirmektedir.

Yonghe’nin vücuduna bitki ve çiçekler çizen, ardından da vücudunu yine aynı şekilde boyadığı bir adamla olan sevişme görüntülerini kayda alan eniştesinin sanatsal projesi burada bitmez. Bu durum, eniştesinin ona duyduğu arzuyu kışkırtır ve bedenini boyayarak onu kendiyle de birlikte olmaya ikna eder. Ablasının atölyeye gelip kaydı izlemesi ve polisi araması ile enişte hapse, Yonghe ise akıl hastanesine kapatılır. Böylece eniştesinin ağzından anlatılan bölüm de sona erer.
Ablasının ağzından anlatılan son bölümde Yonghe’nin tamamen yemeyi kestiği ve zorla beslemeye maruz bırakıldığı anlatılmaktadır. Amuda kalkarak durduğu hastane bahçesinde artık ağaçlar gibidir: “Abla, Dünyadaki bütün ağaçlar kardeşim gibi. … Ben sulanmalıyım. Abla bana böyle yemekler gerekmiyor. Benim suya ihtiyacım var” (s. 124-127). Yonghe, erkeğin kadını, insanın hayvanı sömürdüğü, tahakküm altına aldığı bu toplumda ancak bitkilerin ve ağaçların tarafına geçmiştir: “Yakında sözler de düşünceler de kaybolacak. Çok yakında” (s. 132). Yonghe dünyadan silinmeyi kabullenmiştir. Yonghe’nin bu haliyle birlikte ablası, kimseye itiraf edemediği yaşamaktan gelen umutsuzluğunu hatırlar, onun da intihara karar verdiği, çocuğunu bile bırakıp kocasıyla yaşadığı o hayattan kopup gitmek istediği bir gece vardır. Kocası gece eve döndüğünde sayısız kez onunla uykusunu bölüp sevişmeye razı gelmek zorunda kalmıştır. Bunu mecburen yapmak onu tüketmektedir:
“Gerçekten yorgunum diyorum.” Kocası kısık sesle konuştu. “Biraz dayan.” O zaman hatırlamıştı. Bu sözü uykulu halde sayısız kez duyduğunu. Uykulu haliyle bu anı atlatırsam bir süre her şey düzelecek düşüncesiyle dayandığını. Her seferinde derin bir biçimde uyuyarak ıstırabı, hatta utancı sildiğini. O gecelerin sabahındaki her kahvaltıda yemek çubuğunu bilinçsizce kendi gözüne saplamak ya da çaydanlıktaki kaynar suyu başından aşağı boca etmek istediğini. (s. 141).
Rızası olmadığı halde evliliğini sürdürmek için katlandığı bu cinsel eylem onda da kendi bedenine şiddet duygusunu uyandırır. Yonghe’nin zorla et yedirildiği durumda yaptığı gibi, o da erkek tahakkümüne bağlı yaşadığından, bunun acısına bedeni ile karşılık vermek istemiştir. Bu niyetle çocuğunun beşiğindeki ipi söküp cebine koyarak, dışarı çıkar, dağa doğru yürür. Garip bir huzur hisseder. Ancak sonrasında intihardan vazgeçtiği anlaşılmaktadır. Geride çocuğunu bırakacağı için intiharı düşünmekten, buna karar vermiş olmaktan bile suçluluk duymaktadır. Bir yandan da kardeşinin bedeni aracılığıyla kendine uyguladığı şiddeti anlamanın eşiğinde dolaşmaktadır; O, Yonghe’nin düştüğü çukura son anda düşmemiştir sadece. Bu noktada onun da rüyalarında defalarca gözlerinin kanadığını da öğreniriz. Aynı aileden; yani aynı tahakkümden gelen bu kadınların ayrı karakterde kardeşler olmalarına rağmen nasıl aynı rahatsızlıkla ve kâbuslarla kıvrandığını, ses edemedikçe öfkelerinin kendi bedenlerine ve varoluşlarına yöneldiğini göstermektedir metin. Ve roman, ablasının Yonghe’nin kulağına fısıldadığı sözler ile sonlanır: “Demek istediğim elbet bir gün biz de bu rüyadan uyanırsak, o zaman…” (s. 156). Elbette kadınlar tahakküm altında oldukları, onlara travmalar yaşatan ve seslerini çıkaramadıkları bu tahakküm düzeninden bir gün kurtulacaklardır. Bu umut silik biçimde de olsa en sonda kendini göstermektedir. Elbet bir gün bu kâbus bitecektir…