
Behçet Çelik Turuncunun Kıvamı isimli son çalışmasında kurgu dünyasında oldukça önemli bir adım sayılabilecek deneylere girerek, farklı perspektiflerden yola çıkarak bir bireyin dünyasını ele alıyor. Bu bireyin kadın olması elbette üzerinde durulması gereken bir olgu. Cinsiyet, sınıf, aidiyet kavramları etrafında şekillenen anlatıda yazar, kahramanı Arzu’nun yaşamındaki dönemleri ele alırken içsel bir sesten yola çıkıyor. Roman kahramanının çocukluğundan ilk gençliğine, ergenliğinden iş dünyasındaki adımlarına dek takip edildiği anlatının arka perdesinde ülkenin 1980 sonrasındaki toplumsal, politik geçmişinin tortularını ortaya çıkaran “bilinçaltı aktarım teknikleri” kullanılmış. Romanı Çelik’in diğer kitaplarından ayıran en önemli özellik, anlatının “yankılarla” şekillenen “parçalı” ve postmodern bir kurguya sahip olması. Bu parçaları bir araya getirdiğimizde, yazarın kolay olmayan bir yolu seçerek arzularıyla, yaşanmamış cinselliğiyle, mutsuzluğuyla bir kadının iç dünyasını okuyuculara açmaya çalıştığını görüyoruz. Arzu’nun elli iki bölümün bir araya gelmesiyle şekillenen bireysel varoluşu üstüne yoğunlaştıkça, 1968 doğumlu olan Çelik’in bir şekilde kendi kuşağını büyüteç altına aldığına dair detaylar birer birer ortaya çıkıyor.
Arzu, “sürdürülebilir hafiflik” (s. 149) arayışında kendi varoluş sorunlarına eğilirken sürekli olarak etrafını gözlemliyor. Yaşadığı anakentin (İstanbul?) sokaklarında yürürken, sevimsiz kahvelerinde, lokantalarında zaman geçirmeye çalışırken, “ruh ikizinizi değilse de ruh hısımlarını bulabilme umuduyla” (s. 168) içsel bir arayış içinde. Çelik her biri başarısızlıkla sonuçlanan bu arayışların nedenlerini Arzu’nun çocukluğuna, gençliğine, öğrencilik dönemine inen “geri dönüşlerle” anlatırken, seçtiği özenli sıfatların yardımıyla roman kahramanının sınıfsal konumunu son derece başarılı bir şekilde okuyuculara duyumsatıyor. Kasaba ya da köy kökenli olan Arzu, ailesinin toprak kökenli yaşamdan kent odaklı hayata geçen ilk üyesi. Dolayısıyla onun yaşadığı bunaltılar, uzun süreli arkadaş, eş, sevgili bulamaması biraz da Türkiye’nin toplumsal gelişim sürecinde son elli yılda yaşanan hızlı değişim süreçleriyle kayganlaşan “sınıf sorunuyla” yakından ilgili.

Fotoğraf: Necmi
Sönmez
Turuncunun Kıvamı’nı ilginç, tekinsiz kılan aslında roman kahramanı Arzu’nun kim olduğu sorusunun okuyucunun peşini bırakmaması. Çelik güçlü kurgusunu sanki bir bulmaca gibi geliştirmiş. Arzu’yu ele alırken okuyanlara çizgileri belli bir portre sunmak yerine, onun geçmişinden taşıdığı hatıralardan, onun belleğini şekillendiren darbelerden, başarısızlıklardan, yere çakılmalardan yola çıkarak “şimdiki zamandaki” ruh durumuna yöneliyor.
Sahiden de kim Arzu? Onun hakkında okuyucunun bildikleri, romanın ilerleyen sayfalarındaki detayların bir araya gelmesiyle, sanki kırılan eski bir vazonun bin bir zorlukla yapıştırılan parçaları gibi “anlatı kırıntılarından” oluşuyor. Okuyucular ışıksız bir kapıcı dairesinde yalnız yaşayan üniversite mezunu Arzu’nun bir yerde çalıştığını, arkadaşlarının olmadığını, üniversite sınavlarını ilk defa kazanamayıp kurslara gitmek zorunda kaldığını, ilk sevgisiyle öpüşemeden ayrıldığını, kitapçılarda, kırtasiye dükkânlarında zaman geçirmekten hoşlandığını ama en çok yeni kahveler, mekânlar keşfetme uğruna bir tür kent gezginliğine kalktığını, arkadaş aradığını ama bulamadığını fark ediyorlar. Arzu’nun ailesiyle zoraki diyaloğu dışında onu çevreleyen ilişkiler zinciriyle hiçbir bağlantısı kalmamış. Yeğenleri, eski sınıf arkadaşları ve yeni iş arkadaşlarıyla olan ilişkileri de sorunlu. Bir şekilde mutsuzluk çemberi içinde dönüp dururken, geçmişinde ona iz bırakan olayları hatırlarken “gam” olarak dile getirse de, ağır bir depresyonun içinde olduğunun farkında değil. Kendisine yardım edecek doktorlara, psikologlara başvurmak yerine şişesinin içinde çıkan cinlerle (kendi cinleriyle) uğraşmayı tercih eden roman kahramanı, aslında güncel zamanların kahramanı olarak tanımlanabilecek tüm özelliklere sahip. Behçet Çelik’in anlatısının zirveye ulaştığı nokta, Arzu’yu bir kuşağın, günümüzde 50 ile 60 yaşları arasında olan grubun sözcüsü olarak ele alırken sosyo-politik, sınıfsal bir çerçeve çizmesi.
Romanın ilerleyen sayfalarında giderek daha güçlü olarak ortaya çıkan dış ve iç dünya parantezleri var. Dış dünya parantezi tüm zorluklara rağmen ailelerin sürekli olarak üstüne bastıkları gibi bir baltaya sap olabilmiş, kendi yaşamını kurmayı sürdürmeyi başarmış bir kuşağın sıradan yaşamından oluşuyor. İç dünya ise roman kahramanının kendi “gri boşlukları” üzerine yoğunlaşmasıyla kurgulanmış. Dışarının ve içerinin farklılığı anlatının güçlü zıtlıklarını gündeme getirdiği için okuyucu her cümlenin üstüne eğilmek zorunda. Okuma kolaylığının karşısında durarak varlığını duyumsatan “varoluş krizleri” romanın merkezini oluşturuyor. Arzu’nun mutsuzluğunun kökeninde kendisini kendi istediği gibi yaşamaması, çözemediği cinsel sorunları, kendisine karşılık verecek yoldaşlarını bulamaması yatıyor. Onun kendini dışarı vurmaktaki, istediğini, istemediğini söylememesindeki zorluklar sürekli olarak bastırılmış korkularında saklı. Çelik bu korkuları o kadar yetkin ve ketum bir şekilde ele alıyor ki, üniversite mezunu olduğunu kavradığımız, üstelik çeviri, şiir gibi özgüveni artıran alanlarda çalışan “entelektüel” Arzu’nun öğrendiklerinin tersine, içine kapanan korkaklığı romanın birbiri ardına ilerleyen kısa bölümlerinde son derece açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Her zaman, her koşulda bilmecelerini içinde taşıyan “kadın varoluş biçiminin” ayrıcalıklarıyla nasıl tanışmış Çelik? Gözlemlerini, araştırmalarını hangi metotlarla geliştirmiş ki, “bireyler arasındaki saklı boşluklara” girerken, ürkek bir kedinin ayakuçlarına basarak ilerlemesi gibi, Arzu’yu tüm zorluklarına rağmen etkileyici bir karakter olarak büyüteç altına alıyor. Daha önemlisi, romanın son sayfasına geldiğimizde (tam olarak 204. sayfada), Arzu’yu tanıdığımızı, onun ailemizin uzak bir akrabası, ya da etrafımızdaki arkadaşlarımızdan biri olduğunu düşünmeye başlıyoruz.

Romandaki şiirsel aktarım biçimleri, devrik cümleler de dikkat çekici. Acaba daha önce kısa öykü, deneme, araştırma, inceleme, edebiyat tarihi üzerine olan çalışmalarıyla tanıdığımız Behçet Çelik gizli gizli şiir de mi yazıyor?
Günümüzde kadın ile erkek ayrımlarının geçersizliği tartışılırken, “akışkan”, sınırları kesin belirlenemeyen bir cinsiyet kavramından yola çıkılıyor. Behçet Çelik’in kalemi, iki cins arasında her gün yeniden çizilen sınırların varlığına dikkat çektiği için de etkileyici. Arzu kimliğinde romanda ele alınan figürün cinsler ötesi bir varoluş biçimi var.
Behçet Çelik’in İki Deli Derviş’le (1992) başlayan yazın serüveninde onun kendi kurgu dünyasında vardığı olgunluğu müjdeleyen Turuncunun Kıvamı yaşam mücadelesine en zor koşullarda, en alttan başlayan, bireylerin bin bir zorlukla ulaştıkları başarının arka planını ve sınıfsal bedellerini korkusuzca ele aldığı için üzerinde tartışılması gereken önemli bir kitap.