
“… hiçbir bakış son olarak kalmıyor…”
Bakışın cezalandırılması kadim bir hikâye olduğu denli felsefi bir durumdur. Sartre’ın Varlık ve Hiçlik kitabında yer verdiği bakış üzere, düşüncede “özne”nin diğerine diktiği bakışla karşıdan gelen bakışın etkileşimi ontolojik varlığın diğeriyle kendini gerçekleştirme arzusunun görüşüdür. Irmak Zileli’nin Son Bakış kitabında yarattığı roman kahramanı Tina’nın, yasaklı bir anda dönüp Kaveh’e bakması, tam da böylesi bir arzudan kaynaklanıyor olsa gerek. Kaveh ile Tina hem aşkları hem de Kaveh’in siyasi kişiliği dolayısıyla ülkelerinden kaçmak zorunda kalmışlardır. Sınır karakolundan geçerken ayrı ayrı geçmeleri, birbirlerine dönüp bakmamaları tembihlenmiştir. Tina geçiş noktasında dönüp Kaveh’e bakar (Orpheus’u anımsayalım). Bakışıyla Kaveh’i ele verir. “Tina’nın bakışı”nın arafı anımsatan bir yerde gerçekleşmesi hem kendi varlığının hem de aşk imgesinin kaybı korkusunda gerçekleşir.
Tina, yabancısı olduğu bir ülkede “diğeriyle” gerçek anlamda bir karşılaşma yaşayamaz. “Özne”nin parçalanması, silikleşmesiyle şimdisi yok edilmiş bir varlık olarak zihnindeki kapıları çalmaktan başka bir edim gerçekleştiremez.
Zileli romanını hata-ceza-kader olgularıyla başlatıp “öteki olma”nın “var olmak” fiiline yerleşmeyen bir yoklukta kurguluyor. Karakterin yok sayılan varlığını ve boğdurulan sesini edebi metnin sesine dönüştürerek duyuruyor. Yazarın, ötekileştirilmişi var kılma çabasının biçimi, yerde hareketsiz bir karakter yaratarak, okurun hem gözünü hem zihnini Tina’ya odaklamak.
Okur yerde hareketsiz yatan Tina’nın ontolojik ve zihinsel varlığıyla eşzamanlı ilerliyor hikâye boyu. Bedene dikilen göz ne görür? Her beden kendi eşsiz hikâyesinin taşıyıcısı mıdır? Zorunlu göç sonucu savrulduğumuz yeryüzünde gitgide daha da “yersiz-yurtsuzlaşan insan” meselesini ısrarla görmekten kaçındığımız, bakmayı dahi zül saydığımız yaşantılara romanıyla sızmayı başarıyor yazar. Son Bakış romanı toplumsal yabancılaşmanın ne menem bir körlük olduğuna, gözlerimizi roman boyu varlığa ve sese odaklayarak, okuru mahkûm ediyor. Okurun cezası görmek üstünedir, çünkü bakmama suçu işlenmiştir!
Tina’nın sevgiliye son bakışı, Orpheus’un hikâyesindeki bakışı imler. ‘Kader miti’ kaçınılmazdır. İnsan bile bile kadere yenilir. Arzu gerçekleşmez. Mitin açılımı budur. Orpheus’un dönüp baktığı sevgili midir? Önceden şart koşulan “şart-kanun”a olan ikircikli düşünce midir? Sevgilinin arkasındaki Hades muhafızlarına duyulan şüphe midir? Tina’nın dönüp baktığı Kaveh mi, “güvenilmez insanlığa” atılan bakış mı?
Bakılan değil, bakışın sahibi olduğundan, aşkın öznesidir Tina. Aşkı uğruna yola düşen kendisidir. ‘Âşık olunan’, ‘bakılan’ kadın imgesinin dışından yaratıyor yazar karakterini. Merak edenin, şüphe duyanın, trajedinin edimini oluşturanın kadın olması, kadim hikâyedeki Orpheus-Eurydice mitine yeni bir okuma oluşturması açısından da mühim bir yerde duruyor Son Bakış romanı.
Yazar Tina’yı romanın ilk sayfalarından yere düşen bedendeki zihnin sesiyle, okura bir bakış alanı yaratarak aktarıyor. Biz Tina’nın zihniyle, yerde sokak ortasındaki hareketsiz bedenine çakılı bir bakışla sürdürüyoruz okumayı. Romandaki bedene çevrili bakışlara okurun bakışı da ekleniyor.
Tina’nın hikâyesindeki sessizlik, görünmezlik, asfalta düşen bedenle görünür kılınıyor, kayıtsız göçmen olarak sürdürdüğü yaşantısında. Yazar zihinsel aktarımla kurguyu iç içe geçirerek sese dönüştürüyor, düşme sesindeki ‘tık’, çalamadığı kapının ‘tık’ sesi, dönemediği yuvasının kapıya tıklama arzusundaki ‘tık’ sesi eşliğinde. Hikâye anlatımındaki kurgu gücüyle görünmeyeni görünür, duyulmayanı duyulur kılıyor yazar.
Zileli karakterine bir isim vermeden de kurabilirdi hikâyeyi daha evrensel kılabilmek için, ama belki o zaman romanın bütünlüğü tehlikeye girerdi. Bakılmayan, fark edilmeyen, yurdundan uzak, yabancı, aşkını yitirmiş, göçmen bir karakterse anlatılan, meselelerimizden biri kimliksizliktir. “Tina” adı kimliği simgeler bir anlamda. Gürcistan uyruklu olduğu, kısacık ölüm öncesi hatıratı, Sovyetler ve Çarlık Rusyası’na uzanan aile geçmişinin aktarılması da kim olduğunun tarihsel hikâyesidir.

Roman Tina’nın Yunan tragedyalarını andıran cezasının “Ölüyorum” nidasıyla başlar. Suç (!) işlenmiş, ceza gerçekleşmiştir. Yerde ölmek üzereyken Tina’nın hikâyesi başlar.
Suçun tarihi cezayla başlıyor olabilir. Kabahat insanlık tarihiyle eş, hata tarih öncesi. Mitolojik karakterler trajediyi oluşturan ilk hikâye kahramanları. İlk hukuk kaideleri suç-ceza silsilesinin inşasıdır. Mitolojide Oedipus’un kabahati ilk suç ve cezayı imler.
Edebiyat insanın yeryüzündeki müphem varlığının hikâyesidir. Zileli de hikâyeyi kuşkulu bir bakışla başlatmış, hiç bakılmayan, görülmeyen, kendi içinde dönenen Tina’yı Eurydike’nin Hades’ine, günümüz yeryüzüne göndermiştir.
Modern dünyanın ekonomik, siyasal zorbalıkları, insanı göçebe, yabancı, öteki kılmak üzere politikalar üretmeye devam ediyor, yersiz-yurtsuzluğa ve kimliksizliğe sürüklüyor. Tina, Gürcistan’dan Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan, sınırda sevdiğini yitirip tek başına kalmış bir karakter. Nitekim görünmez özneler-ötekiler tüm eylemleri hata-suç (!) algısıyla çevrelenmiş olduğundan, bir bakış sevgiliyi yitirmeye, yanlış anahtar ölüme revadır.
Yanlış anahtarın avuçtaki kanıyla asfaltta yatan Tina, zihnindeki son yankıyla, “ses” arzusuyla “tık tık tık” kapıları çalıyor. Tina yaşantısında bakışa muhtaç iken, sokakta cansız yatan bedenine dikilmiş bakışlara karşılık veremeyecek haldedir. Diğerine muhtaç bakışın yokluğu, roman karakterlerinin işlevinin de yitimidir. Yazar, “bakışı” okura devreder. Metinde ses yaratarak duymaya da mecbur kılar okuru. Karakterin kendine sorduğu “Bir anahtarı unuttum demek bu kadar mı zordu?” (s. 13) sorusunu biz okurlar yanıtlarız; “Evet, zordu”.
“Evet, zordu” diye fısıldayanların korosunu duyuyorum. Çünkü sadece göçmen ötekileştirmesi değil, her türlü mağduriyetin ötekileştirdiği boğuk koronun fısıltılarıyız… Zileli’nin bu romanı “okur beğenisi için” değil, “okura” yazdığını, metnin sesiyle, anlıyoruz, okurun sesinin bu fısıltısından.