“Kendi ülkende sürgün olup kendi içine sürgün edilmek, dışarıda sürgüne gönderilmekten her zaman daha zor ve daha faydasızdır.”
Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz
Eduardo Galeano’nun kitaplarıyla tanışmam doksanların sonunda bir arkadaşımın bana önerdiği Kucaklaşmanın Kitabı’yla[1] oldu. O zamana kadar okuduklarımdan çok farklı yapısıyla –hikâye mi desem, şiir mi, deneme de denebilir– birçok anlatı zenginliğini içinde taşıyan, kısa ama yoğun bu anlatılar çok hoşuma gitmiş, adeta büyülenmiştim. Sonrasında onun tüm yazdıklarını takip etmeye çalıştım. Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Biz Hayır Diyoruz, Yürüyen Kelimeler, Zamanın Ağızları, Ateş Anıları okuduklarımdan birkaçı sadece.
Eduardo Galeano, olağanüstü güçlü bir dille yazdığı eserlerinde Latin Amerika halkının belleğini aktaran, evrensel birikimiyle, Latin Amerika’daki yoksulluğun, ıstırabın ve azgelişmişliğin bu toprakların kaderi olmadığını vurgulayan, nedenlere inmek gerektiğini bildirme sorumluluğunu üstlenmiş, verimli bir yazar. O, kapitalizmin ve askeri diktatörlüklerin rahatsız edici sesi. Hor görülmüş insanların, belleği yok edilmek istenen halkların yanında yer alan, emperyalistlere karşı radikal duruşlu bir gazeteci. Sevindirici bir haber, bu verimli yazarın kitapları yakın zamanda Sel Yayıncılık tarafından yeniden basılmaya başladı. Bunlardan biri de Sevmenin Kitabı.[2] Kitap, 1993 yılında Galeano’nun o ana kadar yayımlanmış kitaplarından bir seçkiden oluşturulmuş. Seçki Galeano’nun ölümünden sonra genişletilmiş, onun en güzel hikâyelerinden oluşan bir seçkiye dönüşmüş. Kişisel bir antoloji sayılabilecek eser, İspanya’da çok ses getirmiş ve bir klasiğe dönüşmüş durumda.
Sevmenin Kitabı’nda, aşkın hüzünlü ve sihirli yüzleri, emperyalizmin ve çağdaş sömürgeciliğin eleştirisi, devrimler ve kültürel direniş biçimleri, bir sığınak olarak dostluk, tarihin unutulmuşları ve gündelik hayatın içinde ayrıntılarda gizlenmiş güzellikler gibi temalar öne çıkmış. Bu temalar da Delice Sevmek, Tanrılar ve Şeytanlar, İz ve Ayak, Bakmaya Yardım Ederek, Güç, Başkaldıranlar, Sürgün, İlk Işık, Sırtında Güneşle, Hiç Kimseler ve Başka Kucaklaşmalar başlıkları altında toplanan kısa hikâyelerden oluşuyor. Derinlikli kısa hikâyelerin her biri metaforik örüntülerle birbirine bağlanmış. Delice Sevmek başlığı altında yer alan “Âşıklar” hikâyesi dikkat çeken hikâyelerden biri. Tek bir cümleden oluşuyor. Kısacık bu hikâyenin yoğunluğu çarpıcı bir etki yaratıyor okuyucuda: “Onlar yanlışlıkla iki parça ama gece bu hatayı düzeltiyor.”(s. 11) Hiç Kimseler başlığında yer alan “Hiç Kimseler” hikâyesinde de hiç kimse olamamışların ağzından hiç kimse olamayanlar anlatılıyor.
(…) Bir şey olsalar da bir şey olamazlar. Bir dili değil şiveyi konuşurlar. İnandıkları din değil batıl inançtır (…) Hiç kimseler, kendilerini öldüren kurşundan daha az değeri olanlardır. (s. 287)
Yine Hiç Kimseler başlığı altında yer alan “Sokak Çocukları” adlı hikâyede çalınmış bir coğrafyada, yağmalanmış ekonomi, çarpıtılmış tarih ve gerçekliğin gündelik gaspı anlatılıyor. Üçüncü Dünya denilen ve üçüncü sınıf insanların yaşadığı her yerde insanlar daha az hatırlıyor, daha az yaşıyor ve daha az söylüyor.
“(…) Dünyadaki hiç kimse, bağırmaktan sesi kısılmış halde Bogota şehrinin sokaklarında tek başına dolaşan yedi yaşındaki bu çocuk kadar yalnız değil.” (s. 294)
Güç başlığı altındaki “Sistem/2” hikâyesi ise bir şeyleri sürekli yücelten ya da lanetleyen siyasetçilerin, gerçekliği istedikleri gibi çarpıtıp kendi çıkarları için kullanmaları, unutturuşları ve yok etmeleri üzerine:
(…) Ardından otun hafızası öldürülecek. Yeni bilinçleri yerleştirmek için eskiler silinecek; onları silmek için geçmişleri boşaltılacak. Ülkede sessizlik, hapishaneler ve mezarlar dışında başka şeylerin de yaşandığına dair her türlü tanıklık yok edilecek. Hatırlamak yasak. (s. 165)
Acımasızca, sürekli şiddet üreten ve her ihtiyacı olduğunda devlet terörizmini uygulayan sistem, bitmeyen yalanlarına bahane olarak terörist şiddeti gösteriyor. Başkaldıranlar başlığı altında yer alan “İnsan Sesine Selam Olsun” hikâyesinde insanlığa olan büyük inanç ve direnmenin hayatı yeniden kurabilme gücü anlatılıyor.
(…) Hakiki olduğunda, söyleme gereksiniminden doğduğunda insan sesini durdurabilene aşk olsun. Ona ağzı yasakladıklarında ellerle ya da gözlerle ya da gözeneklerle artık neresi olursa orasıyla konuşur. Çünkü hepimizin diğer insanlara söyleyecek bir şeyimiz vardır, diğerleri tarafından kutlanmayı ya da bağışlanmayı hak eden bir şey. (s. 192)
Başka Kucaklaşmalar başlığı altındaki “Dünya” hikâyesi ise farklılıkların yarattığı zenginlik ve farklılığa karşı duyulan sevginin gücünü ele alıyor.
“Her insan diğerinin arasında kendine has bir ışıkla parıldar. Birbirinin aynı iki ateş yok. Büyük ateşler, küçük ateşler her renkten ateş var.” (s. 310)
Böyle daha birçok etkileyici hikâye bir karnaval gibi okuyucuya sunuluyor. Ayrıca kitapta Juan Maties Loiseau’in daha çok bilinen adıyla Tute’un çizimlerine de yer verilmiş. Çizimler de karnavala katılarak kitaba ayrı bir renk katmış.
Galeano’nun üzerine düşündüğü temel dert, iktidarın şiddeti ve onun tahakkümü altında susturulan, hayatları elinden alınanlar olmuş. Bu seçkide yine onların sesini duyuyoruz. John Berger, Galeano için “dünyanın vicdanı“ diyor. Galeano’nun yaşam felsefesine baktığımızda Berger’in bu yakıştırması tam da yerinde denebilir. Bu yakıştırmayı destekleyen bir başka isim de Galeano’nun yakın dostu, Şilili ünlü yazar, Isabel Allende.
Allende, 1973 Şili Darbesi’nde ülkeyi terk ederken özel birkaç eşyasının dışında Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları adlı kitabını yanına almış. Bir söyleşisinde o da Galeano’nun “dünyanın vicdanı” olduğunu şu ifadelerle aktarmış:
Galeano'nun eseri, kılı kırk yaran tavrın, politik inancın, şiirsel üslubun ve iyi hikâye anlatıcılığının karışımıdır. O, liderleri ve aydınları dinlediği gibi yoksulları ve ezilmişleri de dinleyerek Latin Amerika’yı baştan aşağı dolaştı. Kızılderililerle, köylülerle, gerillalarla, askerlerle, sanatçılarla ve kanun kaçaklarıyla yaşadı; devlet başkanlarıyla, diktatörlerle, kurbanlarla, rahiplerle, kahramanlarla, haydutlarla, ümitsiz anneler ve sabırlı fahişelerle konuştu. Yılanlar tarafından sokuldu, tropik ateşlerde yandı, ormanlarda yürüdü ve ciddi bir kalp krizi atlattı; baskıcı yönetimlerce olduğu gibi, fanatik teröristlerce de zulme uğradı. İnsan hakları adına akıl almaz riskleri göze alarak, askeri diktatörlüklere, her nevi baskıya ve sömürüye karşı durdu. Latin Amerika üzerine, tanıdığım herkesten fazla birinci el bilgi sahibi ve bunu ülkesinin, halkının dünyasını, umutlarını, düşlerini, hayal kırıklıklarını anlatmak için kullanıyor.[3]
Galeano unutulan, unutturulan belleklerin karşısına hafıza, bellek arkeoloğu gibi çıkmış, resmi tarihi, iktidar çekişmelerini ve buna bağlı şiddet ilişkisini her zaman eleştirmiş, onun kahramanları yerine sıradan insanları sahneye çıkarmış. İktidarın hiyerarşik yapısını altüst ederek, onun şiddetine karşı susturulanların sesi olmuş, ötekileştirilenlere yazdıklarıyla hayat kazandırmış. Yaşadığı tüm baskılara, yasaklamalara karşı yazdıklarıyla sadece Latin Amerika’nın değil, dünyadaki ezilenlerin sesi olmuş, zamanın sınırlarını aşarak evrenselleşmiş. Gücü de bu büyülü kelimelerinde saklı. Murathan Mungan’ın, “Ulak ve Sadrazam”[4] hikâyesinde lal ulağa söylettiği gibi bir güç:
Kelimelerin gücünden korkuyorlar. Her şey tarifte saklıdır sanıyorlar. Ad vererek kurtuluyor, ad vererek hapsediyorlar. Oysa kelimeler hem belgeliyor, hem saklıyor. Bilmiyorlar.
NOTLAR
[1] Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, Can Yayınları, İstanbul, 1994.
[2] Eduardo Galeano, Sevmenin Kitabı, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2025.
[3] Ömer Çiftçi, “Latin Amerika’nın Kesik Damarları: Bir Kıtanın Yağmalanmasının Beş Yüzyılı”, bianet.org, İstanbul, 19.02.2022. (
[4] Murathan Mungan, Lal Masallar, Metis Yayınları, İstanbul, 1993.