Hakikat nerede biter, kurmaca nerede başlar?

Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU

İletişim Yayınları
Eylül 2023
270 sayfa

21 Eylül 2023

ESRA AKGEMCİ

Gökçer Tahincioğlu’nun üçüncü romanı Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.

Türkiye’deki faili meçhullerin ilk büyük örneği olarak bilinen Sabahattin Ali cinayeti üzerine bugüne kadar birçok kitap yazıldı. Tahincioğlu’nun farkı, cinayetle ilgili iddiaları doğrulayabilecek fişlenme belgeleri başta olmak üzere, sis perdesini kaldıran pek çok belge ve bilgiyi ilk kez gün ışığına çıkarmasının yanı sıra hakikatin peşindeki yolculuğunu kurgunun içine başarıyla yerleştirmesinden kaynaklanıyor. Bu yolculuğa Satılmış, Peşkir Yusuf ve Maria Puder gibi Sabahattin Ali karakterleri de eşlik edince, kurgu içinde kurgunun canlandığı, yeni bir katman açılıyor anlatıda.

Gerçeğin içindeki kurguyu, kurgunun içindeki gerçeği sorgulamak sadece edebiyatın sınırlarını zorlamak açısından değil, aynı zamanda sanatın bellek inşasındaki gücünü ortaya koymak açısından da önemli. Resmî tarih anlatılarıyla dayatılan büyük harfli Hakikat’e karşın gerçekliğin sınırsız karmaşıklığını, edebiyattan daha iyi yakalayabilecek bir araç olmasa gerek.

Romanın isimsiz kahramanı tam da buradan hareketle kendi hakikatinin peşinde yollara düşüyor. “Hayatın bir kurgusu var, boşuna değilmiş hiçbir arayış, öğrenecektik” (s. 42) diyor, çıktığı yolculuğun başlarında. Kendi arayışının, kendi gerçekliğinin tek yolunun içinde yaşadığı toplumla yüzleşmekten geçtiğini anlıyor. İşte bu yüzden evden kaçışla başlayan bu yolculuk, aynı zamanda bir eve dönüş hikâyesi olacak.

Bu noktada böcek metaforunun romanda işlevsel bir şekilde kullanıldığını belirtmek gerek. Eve gelip olanca rahatlığıyla yerleşen hamamböceği, kahramanımızın yüzleşemediği ne kadar acı, ne kadar yalan varsa hepsiyle özdeşleşiyor. Kafka’dan bu yana kendi içine dönüşün temelini oluşturan hamamböceği, bir kez daha kahramanı harekete geçirecek ve dönüştürecek bir tiksinme hali yaratmayı başarıyor.

Bireysel ve toplumsal yüzleşme iç içe

Tahincioğlu, romanın önsözünde İspanyol yazar Javier Cercas’ın Sahtekâr (Everest, 2020) adlı romanında geçen şu sözlere yer vermiş:

“Hakikat öldürür, kurmaca kurtarır.”

Bu alıntı, bize Sabahattin Ali cinayetine ilişkin ilk kez gün ışığına çıkan belgeleri neden bir romanın içinde okuduğumuza ilişkin önemli bir ipucu veriyor. Cercas, Sahtekâr’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın Flossenbürg toplama kampında kaldığını iddia eden, “hafıza sektörünün öncüsü” Enric Marco’nun hikâyesini gerçekle kurmacayı iç içe geçirerek anlatmıştı. Yalanlarla dolu olan Marco’nun hakikatine salt kurmaca üzerinden ulaşamayacağını anlayan Cercas, onun gerçek hikâyesinin hiçbir zaman bilinemeyeceğinin farkındaydı. O halde “kurmaca olmayan bir roman” ya da “gerçek bir öykü” kurgulamaktan başka seçeneği yoktu.

Sabahattin Ali cinayeti başta olmak üzere faili meçhuller gerçekten aydınlatılabilir mi? Yalanlar üzerine kurulmuş bir tarihin içindeki en derin facialar nasıl dile getirebilir? Geçmişin ve gerçeğin uğultuları bile bile inandığımız yalanlar arasında nasıl duyulabilir? Sadece başkalarına değil kendine de yalan söylemek bir alışkanlığa dönüşünce gerçeğe ulaşılabilir mi? Hakikatle yüzleşmekten korkulduğunda yalansız yaşamak nasıl mümkün olur? Ve yaşanan bütün acılar karşısında biz ne kadar suçluyuz?

“Hepimizde Marco’dan bir şeyler var. Hepimiz biraz sahtekârız sanki” demişti Cercas.[1] Tahincioğlu’nun romanına ismini veren de sanki gizlemekten vazgeçilip açıklanan bir itiraftan ziyade geç idrak edilen bir kavrayışa işaret ediyor.

Cercas’ın hemen her romanında, romanın yazılış sürecinin kurgunun bir parçası haline geldiği üst kurmaca teknikleri öne çıksa da, özellikle Salamina Askerleri  gazetecilikle romancılık arasına sıkışmış bir karakteri anlatması açısından dikkat çekici. Romanda, Cercas’ınkine benzer bir kariyeri olan anlatıcı Jaime Gil, gazeteciliği bırakıp romancılığa soyunuyor, ancak beş yılın ardından mesleğine geri dönüyor. İspanyol İç Savaşı sırasında kurşuna dizilmekten kurtulan falanjist önder Sánchez Mazas ile ilgili bir araştırma kitabı yazmaya karar verse de bir türlü ilerleyemiyor. Ta ki Şilili yazar Roberto Bolaño ile karşılaşana kadar…

“Roman yazmak için hayal gücü gerekmez. Hafıza yeterlidir” diyen Bolaño, Gil’in ilgilendiği tarihsel gerçekliğin ne anlatılabileceğini ne de yeniden yazılabileceğini, sadece kurgulanabileceğini sezdiriyor.

Gil, “Bir roman değil, olayların ve gerçek kişilerin olduğu bir anlatı, gerçek bir hikâye” yazdığını söylese de, “Aynı şey,” diye karşılık veriyor Bolaño, “iyi hikâye gerçek hikâyedir, en azından onu okuyan için.”[2]

Cercas’ın bu sözleri özellikle Bolaño’nun ağzından söylemesi elbette boşuna değil. Yakın zamanda Türkçeye çevrilen Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı’nda (Can, 2023), kurmaca karakterlerin yaşamöyküleri üzerinden anlatılan edebiyat dünyasındaki yozlaşma, Bolaño’nun bu konudaki yaratıcılığını ortaya koyuyor.

Diğer yandan “gerçek hikâyelerin”, sömürgecilik döneminden bu yana baskı ve şiddet koşullarının çok sert yaşandığı bir coğrafya olan Latin Amerika’nın edebiyatında önemli bir yer tuttuğunu gözlemlemek mümkün. Gazetecilikten gelen Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in “belgesel anlatı” türünde yazdığı Bir Kayıp Denizci (1970), Şili’de Gizlice (1986) ve Bir Kaçırılma Öyküsü (1996) romanları, kuşkusuz akla gelen ilk örnekler arasında.[3]

Márquez, kaleminin gücünün farkında olan bir yazardı ve bu gücü sadece kendi ülkesi için değil, tüm Latin Amerika için kullanmaya çalıştı. 11 Eylül 1973’te Şili’de sosyalist Salvador Allende hükümetini deviren askerî darbe olduğunda, Márquez korkunç bir diktatörü anlattığı Başkan Babamızın Sonbaharı (Can, 1982) romanını tamamlamak üzereydi. Darbenin ardından hızla gazeteciliğe geri döndü, “Şili, Darbe ve Gringolar” başlıklı iki makale yazdı ve takip eden altı sene boyunca siyasetçi ve aktivistlerle röportajlar yaptı.[4] Sürgündeyken gizlice ülkesine dönen Şilili yönetmen Miguel Littín ile yaptığı on sekiz saatlik görüşme, Şili’de Gizlice (Can, 1996) romanına temel oluşturdu. 1990’larda Kolombiya şiddetin kıskacında ezilirken, Márquez ülkesinde yaşananları yine belgesel türünde bir eserle anlatmayı seçti ve Bir Kaçırılma Öyküsü’nde (Can, 1996) uyuşturucu baronu Pablo Escobar’ın hükümetle pazarlık yapmak için kaçırttığı gazetecilerin hikâyesine yer verdi.

Katilin peşinde, karanlığın içinde

Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, tıpkı Cercas edebiyatında olduğu gibi gücünü kurguyla gerçeği, bireysel olanla toplumsal olanı sıkıca ilişkilendirmesinden alıyor. Romandaki yazı dizisi, Sabahattin Ali cinayetinin perde arkasını anlatıyor. Romanın kurgusal kahramanı yetmiş beş yıl önce işlenen cinayetle ilgili tezleri, resmî kabulü, tartışmaları tek tek ele alarak yeni belgeler ışığında değerlendiriyor. Elbette romanda yer alan bu gerçek belgeleri bulan kişi de kurgusal kahraman. Yazı dizisinde yetmiş beş yıllık bütün bu tezler aktarıldıktan sonra cinayeti kimin işlediği konusunda varılan sonuç çarpıcı bir biçimde aktarılıyor.

Diğer yandan, kişisel dünyasında zamansız bir kaybın ardından yaşadığı suçluluk duygusundan kurtulamayan kahramanımız, Sabahattin Ali cinayetini aydınlatmak için çıktığı yolculukta, kendi dünyasını sarsan felaketle de yüzleşiyor. Ve katillerin gözlerinin içine bakmaya cesaret edebildiğinde peşinde olduğu hakikatle karşılaşıyor:

“Yakalanan bu iki öksüz ve yetim katilin gözlerindeki duyguyu da tanıyordum. Onlar cesareti, korkaklığın duvarı olarak örenlerdendi. Zarar görmemek için zarar verecek gibi görünmeleri gerektiğini düşünenlerden… Oysa ölümle yaşam arasındaki çizgiyi önemsemeyen gözler olmalıydı karşımda. Bunu bütün hücrelerimde her zaman hissettim.” (s. 153)

Kendisine “Hiçbir şey hissetmez bu tipler. Bazıları böyle doğar” diyen savcının sözlerini hatırlıyor isimsiz kahraman. “Bazılarının katil doğduğunu kabul etmek, sadece Tanrı’yı gücendirir” (s. 191) diye geçiriyor içinden. Fakat şunu düşünmeden de edemiyor:

“Ama katille kurbanı ayırt etmediğinde uğruna mücadele edecek tek bir dünya bile kalmıyor geride.” (s. 192)

Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, uğruna mücadele edilecek bir dünya olduğuna inanmak ve inandırmak istiyor. “Katil kim?” diye soran kurmacayı Rakel Dink’in sözleriyle “bir bebekten bir katil yaratan karanlığın” içine yerleştirerek… Hepimizin içinde yaşadığı o karanlıkta ışığın sızacağı bir çatlağın peşine düşerek…

 

NOTLAR:

[1] Javier Cercas, Sahtekâr, çev. Gökhan Aksay, Everest Yayınları, s. 19.

[2] Javier Cercas, Salamina Askerleri, çev. Gökhan Aksay, Jaguar Kitap, s. 178.

[3] Diğer yandan bir gazetecinin ağzından anlatılan Kırmızı Pazartesi (1981), Márquez’in eski bir arkadaşının kurban gittiği bir cinayete dayanır ve otobiyografik bir yaklaşım da içerir.

[4] Gerald Martin, Márquez’e Giriş, çev. Emrah İmre, Can Yayınları, s. 117.